Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2009) > Memleket Hali > Kürt sorununda tarihî dönemeç
Memleket Hali
Kürt sorununda tarihî dönemeç
Yücel Bulut
AYLAR evvelinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kürt meselesiyle ilgili olarak “iyi şeylerin olacağı”ndan söz etmişti. Ağustos ayı itibarıyla giderek artan bir dozda kamuoyunun gündemini meşgul eden “Kürt Açılımı” da bu iyi şeylerden olsa gerek.
Cumhurbaşkanı Gül’ün meselenin çözümüne yönelik “iyi şeyler olacak” muhtevalı umut dağıtan açıklamaları ile Başbakan Erdoğan’ın 11 Ağustos’ta parti grup toplantısında yaptığı konuşma, Kürt meselesinin çözümüne yönelik atılacak adımlar konusunda belli bir uyum içerisinde hareket edildiğini gösteriyor. Başbakan Erdoğan’ın 2005 Ağustos’unda Diyarbakır’da yapmış olduğu konuşmada ilk kez “Kürt sorunu”ndan söz ettiği de hatırlanacak olursa, sorunun çözümüne yönelik hükümet kanadından gelen girişimlerin oldukça eskiye dayandığı söylenebilir. Bu süreçte TRT-Şeş’in yayına başlaması da hükümetin, söylemlerine uygun icraatlar içerisinde olduğunu gösteriyor.
Ancak Başbakan Erdoğan 2005 Ağustos’unda yapmış olduğu o tarihî konuşmadan bugüne, bu konuşmadaki söylemlerinin dışına çıkan uygulamalar (yerel seçimler öncesinde sarf ettiği “Ya sev ya terk et” anlamına gelebilecek sözleri vb.) içerisinde de olmadı değil. Ancak ortadaki tablo, Başbakan’ın Kemalist, devletçi ve Türkçü söylemlere ve uygulamalara çok daha denk düşen bu çıkışlarının konjonktürel bir nitelik arz ettiğini akla getiriyor. Aradaki bu sert çıkışlarına rağmen Başbakan Erdoğan, genelde Kürt meselesinin çözümü konusunda geleneksel devletçi reflekslerden farklılaşma gayreti içerisinde oldu. Belki Kürt sorununa yaklaşımı konusunda çok da açık seçik, belirginleşmiş şeyler söylemedi, ancak sorunu basitçe bir “terör/ist sorunu”na indirgemeksizin ele almaya özen gösterdi. Bu bile, çeyrek yüzyılı aşkın süredir sorunla ilgili olarak geliştirilen devletçi yaklaşımlardan ve uygulamalardan hayli farklı bir yerde durmasını sağladı. Bu farklı yaklaşım, bugün de farklı biçimler kazanarak ve zenginleşerek sürüyor.
Kürt meselesi özelinde gündeme gelen farklı kültür ve kimliklerin kabulüne ilişkin yaklaşım, Cumhuriyet dönemi boyunca gerçekleştirilen “coğrafi yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi” politikalarına yönelik eleştirilerle birleştirildiğinde, aslında, tartışmanın daha kapsamlı bir boyut kazanmakta olduğu görülüyor. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kurtuluş yıldönümü kutlamaları için Bitlis’e giderken ziyaret ettiği Güroymak ilçesinde kendisini karşılayan vatandaşları “Merhaba Norşinliler” şeklinde, ilçenin Türkçeleştirme politikalarından önceki ve resmiyette olmasa bile halk arasında yaygın olarak kullanılan ismiyle selamlaması da, yapılması amaçlanan açılımın yalnızca Kürt sorunuyla sınırlı kalmayacağının ipuçlarını veriyor.
Ermenice, Rumca, Kürtçe ve Arapça kimi yerleşim yeri isimlerinin sakıncalı görülerek Türkçeleştirilmesi gayretinin Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardan, fakat özellikle de 1970’lerden itibaren artarak devam ettiği bir gerçek. Bu politikalarla, belki o dönemlerin ideolojisi ve rejimi açısından tehlikeli olarak kabul edilen geçmişin hatıraları, onlarla birlikte de aidiyetlerini silmek, bir anlamda yer isimleri üzerinden tarihi ve coğrafyayı sansürlemek ve böylelikle de yeni bir kimlik, yeni bir aidiyet yaratılmak istenmiş olsa gerek. Fakat söz konusu politikaları uygulayanlar, öncelikle, (1) pratikte Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Arap vb. vatandaşlarımızın doğdukları ve yaşadıkları yerlere aidiyetlerini hâlâ o eski isimler üzerinden kurmaya devam ettirdiklerini görmezden geldiler ve gelmeye de devam ediyorlar, (2) kendilerinden önceki Türk ve Müslüman devletlerin söz konusu isimlere dokunmadıkları gerçeğini atlayarak, aslında bir anlamda da bu isim değişiklikleriyle birlikte bir anda bu topraklarda yaşayan insanların vatanla, toprakla sahici bir ilişki kurmalarının önündeki en büyük engeli yarattıklarının farkında değiller. Başka bir deyişle, geçmişte bu topraklarda yerleşmiş ve bu topraklarla kendi aralarında bir ülfet peydahlamış Selçuklu, Osmanlı gibi geçmiş toplumlarımızın bu topraklarla kurduğu aidiyet bağının isim değiştirmekten ziyade coğrafyayı farklı araçlarla ve yöntemlerle dönüştürdüğünün ve kendine ait kıldığının farkında da değiller. Farkında olmadıkları için de, ortaya bir ucubenin çıkmasından öte bir iş yapmamış oldular. (Bu noktada Şerif Mardin’in Cumhuriyet öğretmeni-cami imamı metaforuyla anlatmaya çalıştığı şeyi hatırlayalım.) Dahası, takip ettikleri politikalarla toplumdaki ortaklığı bozarak ülkeyi, sürekli sözünü ettikleri “bölünme”nin eşiğine getirdiler.
Bu tarihî sorunun çözümü için geliştirilen “Demokratik Açılım” paketinin içeriği ise henüz belirgin değil. Anlaşılan gerek hükümet kanadından gerekse Öcalan’ın merkezinde olduğu Kürt tarafından beklenen açıklamalar büyük ölçüde Eylül ayı içerisinde yapılacak. Ancak şu ana kadar hükümet kanadından gelen sinyaller, meselenin en kapsamlı şekilde değerlendirilmesine özen gösterildiğine işaret ediyor. 85 yıllık Cumhuriyet uygulamalarının ve Kemalist ideolojinin kültürel farklılıklar konusunda, köy ve mahalle isimlerinin değiştirilmesine kadar uzanan hatalı bir tutum içerisinde olduğunun Cumhurbaşkanı ve Başbakan gibi en yetkili ağızlardan seslendirilmesinin anlamı bu olsa gerek. Bu seslendirme, aynı zamanda, bir problem olarak algılanan durumun düzeltilmesine ilişkin bir irade beyanıdır da.
Hatırlanacağı üzere, Erdoğan, 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da “Kürt sorunu”nu telaffuz eden ilk başbakan olmuştu. O günden bugüne çeşitli süreçlerden geçildi, iniş çıkışlar yaşandı. Başbakan, o tarihî konuşmasında dile getirdiği ve eleştirdiği kimi yanlışlara bazen kendisi de düştü. Ancak her şeye rağmen, Kürt meselesini çözmek istiyor. Bu çözümün nasıl ve ne zaman gerçekleşeceği ise tam bir muamma. Zira çeyrek asrı aşan bir zaman diliminden söz ediyoruz. Bu zaman zarfında o kadar çok şey yaşandı ki, akşamdan sabaha süreci sonlandırmak mümkün olmuyor. Her iki tarafta da kendi içinde farklı siyaset ve beklentilere sahip aktörler bulunması ve bunların sürece müdahil olma çabaları da meselenin zorluğunu artırıcı faktörler arasında.
Hükümetin “Kürt Açılımı” adı verilen girişimiyle neler yapmayı amaçladığı henüz kamuoyunun malumu değil. Şu ana kadar hükümet belli bir paket önerisinde de bulunmadı. Daha ziyade, böyle bir problemin varlığının ve çözülmesi gerekliliğinin kamuoyu nezdinde bilinir ve tartışılır olmasını hedeflemiş gözüküyor. Hükümet, şimdilik, kamuoyunun meseleyi enine boyuna tartışmasını temin etmek ve ileriye dönük bir çözüm paketi hazırlamak için bu tartışmalardan yararlanmak istiyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın başkanlığında gerek siyasi partiler gerekse sivil toplum kurumları nezdinde gerçekleştirilen girişimler de bu isteği yansıtıyor. Başbakan Erdoğan’ın konuşmaları ise işin daha psikolojik ve duygusal boyutları üzerine yoğunlaşıyor. Elbette konuyla ilgili kararlılığını ve samimiyetini de yansıtıyor. Muhalefet partileri liderleriyle, özellikle de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yle polemikleri de bu anlamda halk nezdinde samimiyeti ve kararlılığı noktasında önemli sonuçlar doğuruyor.
Evet, Başbakan Erdoğan ortaya henüz somut bir proje, paket koymadı. Öncelikle meselenin kamuoyunda tartışılması yöntemini izledi ve sorunun çözümünü bir “süreç” işi olarak gördü. Sorunun çözümüne toplumun hemen her kesimini katmanın, özellikle de bu mesele için, olumlu ve etkili bir yöntem olduğu söylenebilir. Bu yöntem ve girişimlerden hükümet kanadının ne gibi sonuçlar elde ettiğini ise önümüzdeki günlerde açıklayacaklarını belirttikleri paketi görünce daha net değerlendirme imkanımız olacak. O nedenle, muhalefetin hükümete yönelik “Haydi açıkla” tavrı ve çeşitli suçlamalarla erken bir doğuma sebebiyet verme gayretleri “Demokratik Açılım”ı akamete uğratma girişimleridir. Başka bir deyişle, ne yaptığını bilmez bir tavır sergileyen muhalefet liderleri, çözümün değil sorunun bir parçası olmayı tercih ettiklerini bir kez daha ilan etmiş oluyorlar.
CHP ve MHP genel başkanlarının ve hatta İlker Başbuğ’un söylemleri, bugüne kadar söylenenlere yeni bir şeyler eklemiyor. Üniter devlet, tek millet tek devlet, bölücülük suçlaması vs… Hükümetin açılımından ne çıkar bilemiyoruz; ancak hiç değilse ortada “terör”den öte bir problemin olduğunu kabul ediyorlar ve bugüne kadar bu konuda uygulanan yöntemler ve söylemlerle sorunun çözülemeyeceğinin farkındalar. Muhalefetin söyleminde ise, “Bu topraklarda yaşamanın kurallarını ve kapsamını ancak ben belirlerim” şeklinde özetleyebileceğimiz otoriter-totaliter bir tavır söz konusu. Kendinden menkul kavramlar, tanımlar ve değerler adına insanların peşlerinden gelmelerini istiyorlar. Peşlerinden gelmeyenleri, kendilerini ve uygulamalarını sorgulayanları da hastalıklı ve bölücü ilan ediyorlar. Kısacası takındıkları tutum ve önerdikleri çözüm, aslında, Türkiye’nin temel problemlerini yaratan düşüncenin tâ kendisi.
Türkiye bugün bir geçiş sürecini yaşıyor. Toplumsal yapısından siyasal kurumlarına ve değerlerine varıncaya kadar hemen her şeyi değişiyor. Fakat bunun bilinçli bir değişim olmadığı, hemen her şeyimizi değişime uydurma gayretimizden anlaşılıyor. Böyle bir ortamda, bugün açılımların ve tartışmaların önüne set çekmeye çalışanların öne sürdükleri her bir kavramın ve kurumun yeniden, bilinçli ve geleceği inşa etme perspektifiyle tartışılması elzem. “Demokratik Açılım” tartışmaları, ileriye dönük olumlu sonuçlar doğuracak bir tartışma zemininin yaratılması için bir imkan olarak değerlendirilmeli. Elbette doğru şekilde kullanmak ve tartışmak koşuluyla.

Paylaş Tavsiye Et