Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2009) > Söyleşiyorum > Medaim YANIK: “Şiddeti önleyecek koruyucu mekanizmalara ihtiyaç var”
Söyleşiyorum
Medaim YANIK: “Şiddeti önleyecek koruyucu mekanizmalara ihtiyaç var”
Konuşan: Ali ASLAN
 
Son günlerde Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşanan bireysel ve toplu şiddet olayları, “toplumun psikolojisi mi bozuluyor” endişesini gündeme taşıdı. Yaşanan bu olaylar birbirinden bağımsız münferit vakalar mı, yoksa toplumun yaşadığı değişim ve dönüşümle ilgili yapısal bir mesele mi? Şiddet olaylarında bir artış mı var, yoksa biz medya sayesinde daha fazla olaydan mı haberdar oluyoruz? Psikolojik nedenlerden ötürü şiddete başvuran kişilerin tedavisinde Türkiye’nin altyapısı ne kadar yeterli? Bu ve benzeri sorular eşliğinde şiddet olgusunu ve artan şiddet olaylarını Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin eski başhekimi, İstanbul Şehir Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Medaim Yanık ile ele aldık. Kariyerinin ilk dönemlerinde çocukluk çağı travmalarının erişkin yaşamda ruhsal psikopatolojiye etkisi ve Urfa’da sıra gecelerinin grup psikolojisi anlamındaki etkisi, taziye evleri gibi kültürel psikiyatri üzerine odaklanan Yanık, halihazırda politik psikoloji ve yönetim ile ruh sağlığı politikaları çerçevesinde çalışmalarını yürütüyor.
 
Şiddeti nasıl tanımlıyorsunuz? Tarihsel olarak baktığımızda, şiddetin modern dönem ve öncesi veçheleri arasında bir fark görüyor musunuz?
Şiddet tarihsel ve evrensel bir olgu. İnsanın yeryüzüne indiği andan itibaren var. Kabil, Habil’i öldürüyor. Tarihsel olarak hem savaş var hem de barış. Uyum da var, çatışma da. Dinler şiddet ile ilgili düzenlemeler getirmiş. Hukuk şiddetin tanımını yapıp, sınıflandırıp, hangi durumda ne yapılması gerektiği ile ilgili yaklaşımlar geliştirmiş. Sonuçta şiddet hep var; şiddeti sınırlama, durdurma çabası da. Bana kalırsa şiddet, tek çizgi üzerinde ilerleyen evrimsel bir süreç izlemekten ziyade, iniş ve çıkışlarla seyreden, döngüsel yönü olan bir süreç. İnsan ve grup doğasında var olan bir şey; ama aynı zamanda sosyal ortama göre artıyor ve azalıyor. Tarihsel olarak da şiddetin arttığı ve azaldığı yüzyıllar var.
Modern dönemde bireysel şiddetin artıp artmadığını tespit etmek zor. Fakat şiddetin büyük grupları etkileyecek şekilde kitleselleştiği, yeni yöntem ve biçimlerde ifade bulduğu açık. Tarihin hiçbir döneminde, belirli bir zaman aralığında İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu kadar fazla insan ölmedi. İnsanlık sadece modern dönemde bir atom bombası ile yüz binlerce insanın ölümüne şahit oldu.
 
Toplumsal şiddette kim daha fazla rol oynuyor? Bireyler mi, yoksa toplumsal yapılar mı? Bu iki düzlemin etkileşimi nasıl gerçekleşiyor?
Şiddet bir kişiden başka bir kişiye, bir gruptan bir bireye veya bir gruptan başka bir gruba, kimi zaman da devlet gibi aygıtlar tarafından bireye veya topluma uygulanabilir. Normalde zayıfı güçlü olandan koruyacak, suçlu olanı cezalandıracak, adaleti sağlayacak mekanizmalara ihtiyaç var. Bu mekanizmalar iyi çalışmadığında şiddete daha uygun bir ortam ortaya çıkabilir. Toplumsal düzenin bozulduğu kaos dönemlerinde her türlü şiddet artar. Bunun en yakın örneği işgal edilmiş Irak. İşgal altında sıradan şiddetin ve adi suçların arttığı görüldü.
 
Şiddet olaylarının bazı dönemlerde daha sık görülmesini neye bağlıyorsunuz? Ekonomik ya da toplumsal-kültürel gelişmelerin bunda ne tür bir rolü var?
Şiddet olaylarının sosyal çevreyle ilişkisini kavramak çok önemli. Şiddet davranışını arttıran risk faktörleri var; hızlı toplumsal değişme, nüfus artışının çok hızlı olması, ekonomik çöküntü, toplumsal istikrarsızlık, zorunlu göç gibi. Kötü de olsa istikrarlı bir düzenin olması şiddeti azaltan bir faktördür. Mesela Irak’ta Saddam döneminde bir düzen vardı, Amerika’nın işgali o düzeni tamamen bozdu. Siyasal şiddet kadar gündelik hayatta sıradan şiddet de arttı. Mesela kadınlara yönelik tecavüzler, adam kaçırmalar, soygunlar, can ve mal güvenliğini sekteye uğratan yağma inanılmaz derecede arttı. Bu hemen hemen hızlı değişime maruz kalan tüm toplumsal düzenlerde karşılaşılan bir durum.
 
Bazı kentlerde, mesela Adana gibi, şiddet olaylarının daha sık görülmesini neye bağlıyorsunuz?
Adana’da şiddetin diğer illere göre arttığına dair bilimsel bir verimiz yok. Bir şehir hızlı büyürse, aşırı göç alırsa, işsizlik yüksekse, alkol tüketimi yüksekse, nüfusu fazlaysa, suç sayılan bir şey üzerinden geçimi sağlamak yaygınsa o şehirde şiddet riski artabilir. Adana son dönemde medyada yankı bulan dramatik olaylarla ön plana çıktı. Şiddet için risk faktörleri yüksek bir şehir olduğu açık. Bir de yıllardır cinayetin olmadığı bir ilimiz var, Bayburt. Nüfusunun oturmuş olması, göç almaması, geleneğin de devam ettiği bir yer olması önemli faktörlerden. Adana ise çok hızlı büyüyen, gelir dağılımında çok büyük bir adaletsizliğin olduğu, işsizlik oranı yüksek bir şehir.
 
Şiddet uygulamalarının formlarında zamansal olarak ve toplumdan topluma bir değişim söz konusu mu?
Elbette. Mesela kan davası daha çok Doğu toplumlarına özgü bir şiddet biçimiyken, seri katillik daha Batı’ya has bir şey. Ama bizde de toplumsal değişmeyle birlikte seri katillerin öncülleri ortaya çıkmaya başladı. Değişimle birlikte kan davası toplumsal anlamda meşruiyetini yitiriyor. Otuz-kırk sene önce daha kabul edilebilir bir şeydi ama şu anda değil.
 
Moderniteyle beraber oluşan yeni ben-algısının şiddet eğilimine ne kadar etkisi var?
Geleneksel hayat tarzlarının oturmuş olduğu dönem ile modern dönem arasında, nasıl hayatın diğer unsurları açısından fark varsa, şiddet açısından da fark olması beklenir. Fakat modern öncesi döneme baktığımızda da şiddetin yaşanmadığı bir dünya görmüyoruz. Mesela hem Bağdat’ın Moğollar tarafından istila edilmesi gibi dış faktörler hem de Osmanlı’da Fetret Dönemi gibi otoritenin kaybolduğu iç faktörler şiddeti üretiyordu. Bu dünyanın birçok yerinde böyleydi. Eski dönemlerde en büyük sorun, gücü elinde bulunduranların diğerlerine karşı şiddete daha kolay bir şekilde başvurabilmesiydi. Hükümdarlıklar arası savaşlar, eşkıyalık gibi şiddet formlarına daha sık rastlanıyordu. Buna karşın belki intihar vakalarının sıklaşması modern döneme atfedilebilir; ama yine de mutlak bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu söylemek zor.
 
Peki dinlerle şiddet arasında nasıl bir ilişki var?
Bireysel ve toplumlar arası düzey şeklinde ikiye ayırarak cevaplamak lazım. Birey düzeyinde bence dinler şiddetten koruyucu bir özellik gösteriyor. Biz bunu intihar oranlarından biliyoruz. Mesela İslam dünyasındaki intihar oranlarının düşük olması kesinlikle dinle ilişkili. Ruhsal sıkıntı açısından da dinler koruyucu bir özellikte. O yüzden dinlerin şiddeti bireysel düzeyde önleyici bir yönü olduğu kesin. İkinci düzeyde, dinler beraberlerinde bir hukuk sistemi ve bir düzen getirdiği için toplumsal yapıda da etkili oluyor. Getirdiği hukuk sistemi, düzen ile bence yine koruyucu rol oynuyor. Ama bazı dinler, aynı zamanda toplumlara misyon yüklediği ve o misyonu yayma hedefi koydukları için çatışmaya da sebep olabiliyor. Din insanları harekete geçirici bir unsur. Bu başka bir toplulukla çatışmaya veya dinlerin fanatik yorumu grup içi çatışmaya sebep olabilir.
 
Şiddetin psikoloji ya da insan doğasıyla ilişkisine dair neler söylersiniz?
Şiddetin doğasıyla ilgili birkaç tane ana yaklaşım var. Bir yaklaşım, insanın doğasında şiddetin doğuştan verili olduğunu kabul ediyor. Bu görüşe göre, insan doğasının şiddete yatkın bir yapısı var. Bu yüzden şiddet, tarihsel bir olgu olmaktan çok, evrensel bir olgu olarak kabul ediliyor. Mesela bu görüşte olan Sigmund Freud, Albert Einstein’la mektuplaşmalarında gelecekte daha barışçıl bir dünya olacağından hiç de ümitli olmadığını söylüyor. Başka bir yaklaşım, aslında insan doğasının temelde daha barışçıl olduğunu kabul ediyor; insan doğasında bulunan çatışmacı unsurların daha ikincil olduğunu savunuyor. Bir diğer görüş de biyolojik yapımızda şiddetin var olduğunu ve bunun hayatta kalabilmek için kendiliğinden gelişen bir yetenek olduğunu söylüyor. İnsan cinsinin hayatta kalabilmesi için bazı şeylere çok hızlı bir şekilde reaksiyon vermesi ve adapte olması gerekiyor. Tehlike anında tehlikeden ya kaçmalı ya da onunla baş edebilmeli; hayatta kalabilmek için şiddet uygulamalı. Başka bir yaklaşım ise şiddetin öğrenme sonucu oluştuğu tezini ortaya atıyor. Bu tezin önemli oranda doğruluk payına sahip olduğu birçok çalışmayla ortaya konmuş durumda. Mesela şiddet filmleri seyreden çocuklarda, seyretmeyenlere oranla daha fazla şiddete yatkınlık olduğuna dair bir bulgu var. Bu, şiddetin öğrenilebilir bir şey olduğunu gösteriyor.
İşin bir başka boyutu da şiddetin genetiksel geçişinin söz konusu olup olmadığı. Gen çalışmaları şiddetin kalıtsal olduğuna dair bir bulgu vermiyor. Yüzde 50-60 oranında genetik yapısı birbirine benzeyen tek yumurta ikizlerinde bile, psikolojik süreçler belli bir yüzdenin üstüne geçmiyor. Bu oran diğer insanlarda çok daha düşük gözüküyor. Ama aynı çevrede ve aile içinde yetişen insanların bazılarının şiddete daha açık olduğu şeklinde de bir gözlem var. Bu da şiddetin bazı insanlarda kalıtımsal olduğunu gösteriyor bize. Şiddete en fazla başvuranlar da, akıl hastalığı olarak kabul edilmeyen anti-sosyal kişilik bozukluğuna sahip insanlar arasından çıkıyor. Bu, şiddetin kişilik yapılarıyla da ilişkili olduğunu, bazı insanların daha fazla şiddet uygulamaya açık olduğunu gösteren bir şey.
 
Çoğunlukla şiddet deyince aklımızda fiziksel bir şey canlanıyor. Şiddetin biçimlerini nasıl okumak gerekir?
Özellikle çocuklarla ilişkili olarak cevaplandıracak olursak, travmatik etkiye sahip iki tür şiddetten bahsedebiliriz. Birincisi ihmal. İhmal normalde gösterilmesi gereken ilginin çocuğa gösterilmemesidir. Bu, duygusal ve fiziksel ihmal diye ikiye ayrılır. Duygusal ihmal, ebeveyn tarafından çocuğun ruhsal ihtiyaçlarının giderilmemesidir; sıcaklığın, güven duygusunun ve onun istediği duygusal temasın verilmemesidir. Fiziksel ihmal ise eğitim ve sağlık ihtiyacının giderilmemesidir. Diyelim ki çocukta fiziksel bir sorun var ve iyi bir sağlık müdahalesiyle düzelebilecek bir sorun bu. Eğer çocuğu tedavi ettirmezseniz, bu durum çocuk tarafından unutulmuyor, belleğinde ağır bir iz bırakıyor.
İkinci bir şiddet türü ise kötüye kullanım. Bu fiziksel, duygusal ve cinsel şekillerde olabilir. Fiziksel kötüye kullanım, şiddet anlamında bir kişiye aşırı düzeyde tekrarlayıcı şekilde şiddet davranışının uygulanmasını kapsıyor. Genelde bu hep büyükten küçüğe oluyor; iz bırakacak kadar dövmek, vücudunda sigara söndürmek gibi şeyler. Duygusal kötüye kulanım ise çocuğu sürekli başkalarıyla kıyaslamaktır. “Sen beceriksizsin, yapamıyorsun” demek veya bir yönüyle dalga geçmek, mesela “boyun kısa”, “kamburun var”, “saçların garip” gibi ifadeler kullanmak. Cinsel kötüye kullanım da kişinin rızası olmadan cinsel temasa geçmek şeklinde tezahür ediyor.
 
Şiddet olayları sıklaşıyor mu yoksa medya ve ulaşımın gelişmesiyle biz daha çok vakadan mı haberdar oluyoruz?
Şiddetle ilgili istatistiklerin güvenilirliğinde sorun var. Fakat örneğin İngiltere’de suç oranları 1960 yılından beri düzenli olarak artıyor. Türkiye’de de suç oranlarının belirli bir seyir ile arttığı söylenebilir. Toplumsal infiale sebep olacak kadar dramatik ve medyada geniş yer bulan olaylar döneminde, “şiddet patlaması içindeyiz” algısı oluşuyor. Bu algılama yanlış.
 
Özellikle kadınların şiddete başvurmasında bir artış söz konusu mu?
Kadınlarla erkekler arasında bariz bir fark var şiddeti uygulama açısından; ama kadınlarda da oran paralel olarak artıyor. Yani artış her iki cinste de gözlenen bir durum. Bu sadece kadınlara has değil. Erkek şiddetinde bir biçim değişimi var. Geçmiştekine göre daha sert. İki cinste de şiddet davranışında sertleşme ve farklılaşma var. Ama kadınların şiddet davranışı modelindeki sertlik daha fazla göze çarpıyor. Erkeğinkini de görmemiz lazım. Mesela geleneksel dönemlerde bu işin bir usulü vardı. Kan davasında bile bir usul vardı, kadınlar ve çocuklar öldürülmezdi. Sınırlıydı bir yerde, öldürülenin cesedine bir şey yapılmazdı. Normlar vardı.
Günümüzde hem erkekte hem de kadında modern şiddet biçimleri ortaya çıktı diyebiliriz. Bunun kadında daha keskin olduğu söylenebilir. Daha yeni şeyler görüyoruz. Bunun sebebi ne olabilir? Bir, cinsiyetler arası farklar azalıyor. Modernitenin getirdiği sonuçlardan biri kadınlıkla erkeklik arasındaki mesafenin azalmış ve cinslerin bir anlamda hem düşünme hem davranma hem de sosyal rol gibi alanlarda yakınlaşmış olması. İki, şiddeti körükleyen uyuşturucu madde gibi faktörler kadınlar arasında da yayıldı. Silahlara ulaşmak da kolaylaştı.
 
Şiddetin artmasında medyanın bir rolü var mı? Şiddet olaylarının haberleştirilmesinin özendirici bir rolü olabilir mi?
Medya şiddetin algılanma biçimine etki ediyor. Sosyal psikolojide birçok deney, şiddeti çağrıştıran unsurların varlığında şiddet davranışının artabileceğini gösteriyor. Örneğin başkasına şok vererek cezalandırma davranışının ölçüldüğü deneylerde masaya silah gibi şiddeti çağrıştıran nesneler konduğunda kişilerin verdiği şok miktarının arttığı görülüyor. Bu sebeple şiddetin aşırı görselleştirilmesi başka şiddet davranışını kolaylaştırıcı etki yapabilir. Şiddet ile ilgili haberlerin verilmesinde meslekî etik standartlar vardır. Fakat genellikle bu kurallara uymak modern haberciliğin yarışmacı tarzına uygun gelmiyor.
 
Günümüzde şiddete maruz kalanların daha çok birincil dereceden tanıdıklar olduğunu görüyoruz. Neden böyle?
En fazla çatışma en yakınınızdaki ile olur. En yakın ve özel ilişki uyuma da şiddete de kapı aralar; çünkü şiddet ilişkilerin, duyguların, beklentilerin olduğu bir ortamda gelişir. Öfke, korku, kıskanma, hayal kırıklığı, sahip olma arzusu en yakın ilişkilerde ortaya çıkar. Şiddet çoğunlukla bu duygularla beraber gelişir. Çıkar çatışmaları, parayı paylaşamama, gücü ele geçirme mücadelesi gibi durumlar da en yakın çevre içinde olur. Bu anlaşılabilir bir şey. Cinsel tacizlerin de çok büyük kısmı aile içinde ensest şeklinde gerçekleşir.
 
Kimler daha fazla şiddete başvuruyor? Akıl sağlığı yerinde olan bireyler mi, yoksa akıl hastaları mı?
Toplumda şiddetin %95’i akıl hastası olmayanlar tarafından gerçekleştirilir. Fakat bu durumu yarışma sorusu yapsanız, “%95’i akıl hastaları tarafından gerçekleştirilir” şeklinde bir cevap alırsınız. Akıl hastalığına yakalanmak o kişinin şiddet davranışında bulunma riskini arttırır. Fakat suçun ve şiddetin çok azı akıl hastaları tarafından işlenir. Akıl hastalarının suçu basittir, çoğunlukla organize değildir, ortada plan yoktur. Suçu işlerler ve suç mahallinde kalmaya devam ederler. Bu sebeple de kolay yakalanırlar.
 
Eğitim düzeyi arttıkça şiddete eğilimin düştüğü gibi bir kanı var toplumda. Elimizdeki somut verilere baktığımızda bu ne kadar doğru?
Meselenin aile içi ve genel şiddet olarak iki boyutu var. Eğitim, aile içi şiddeti etkileyen bir unsur değil. Eski bakış açısı, eğitim arttıkça aile içi şiddetin azalacağı yönündeydi; ama yapılan çalışmalardan elde edilen bulgular bu kanıyla çelişiyor. Artık bugün eğitim arttığında aile içi şiddetin azalacağı tezi tamamıyla rafa kalkmış durumda. Fakat toplumda genel eğitim seviyesi düştüğünde adi ve sıradan suç daha fazla artıyor. Şehrin varoşlarında suç işleme oranı daha yüksek. Biraz da suç oraya kayıyor. Günümüzde şehrin belli bölgeleri güvenlikli sitelerden oluşuyor; orada suç işlemek daha zor. Bu sefer suçu üreten ve suçun nesnesi haline gelen şey bu güvenlikli mekanların dışındaki varoşlar ve buralarda yaşayanlar oluyor. Aslında suçun niteliği farklı toplumsal katmanlarda değişiklik gösteriyor. Düşük eğitim düzeyine sahip insanlar daha sıradan suçları işlerken, yüksek eğitim düzeyine sahip insanlar daha komplike -mesela bir bankanın içini boşaltmak, elektronik ortamda korsanlık gibi- suçlar işliyor.
 
Artan şiddet olaylarının önlenmesi ya da en azından azaltılması için neler yapılmalı?
Şiddeti ortaya çıkaran unsurlar çok sayıda ve karmaşık. Bu sebeple azaltıcı faktörler de çok boyutlu ve aynı oranda kontrolü zor. Örneğin zorunlu göç, işsizlik, fakirlik ve sosyal adaletsizlik şiddet oluşumu ile çok yakından ilişkili. Bunları düzeltmek artık kolay değil. Modern toplumlarda tam da bu sebeplerden dolayı şiddeti kontrol etmek zor bir iş. Şiddeti kontrol için üretilen programların başarıları sınırlı.
Seçkinler artık güvenlik önlemleri ile donatılmış mekanlarda, sitelerde yaşıyor. Bu güvenlik önlemleri suçun azalmasına değil, daha fakir bölgelere kaymasına neden oluyor. Böylece metropolün varoşu hem suçu daha fazla üreten hem de suça daha fazla muhatap olan bölgelere dönüşüyor.
 
Artan şiddet olaylarını göz önüne aldığımızda Türkiye’nin alarm verdiğini söyleyebilir miyiz?
Bence alarm verecek bir durum yok ortada. Türkiye’de şiddet davranışının belli bir seyir içinde arttığını biliyoruz. Ama patlama şeklinde bir şiddet sarmalına da girmiyoruz. Fakat tabii şunun da altını çizmekte fayda var: Bir şiddet sürecinin içindeyiz ve risk faktörlerimiz giderek artıyor; ama biz koruyucu mekanizmaları yeterince devreye sokamıyoruz. Batı toplumlarının bu noktada bir avantajı var. Bir yandan risk faktörleri var; ama koruyucu programlar yapabilecek bilinç düzeyleri ve organizasyonları da var. Şu anda Türkiye’de bu organizasyonları yapabilecek bir zihinsel düzey yok. Mesela son zamanlarda kadına yönelik aile içi şiddete karşı kampanyalar vs. başlatıldı. Dünya bu türden şeyleri çok uzun süredir yapıyor. Bu anlamdaki bilinçliliği arttırma, şiddete uğrayan bir kadının sığınabileceği mekanizmaları oluşturuyor. Modern toplum, zorluklarına rağmen bu türden önlemlerin de alındığı bir toplumdur. Bizim gibi “geçiş toplumları”nın en büyük riski bu.
 
Şiddet açısından bir “geçiş toplumu” olarak Batı’ya göre daha yüksek risk faktörü taşımıyor mu toplumumuz?
Toplumsal değişim hızı çok yüksek olduğunda, toplumun yeni şartlara hazırlıksız yakalanması durumu söz konusu olur. Şu anda Türkiye birçok noktada hazırlıksız yakalanmış durumda. Bir yönden bu bir risk taşıyor. Ama geleneksel yapımız tamamen çözülmediği için koruyucu faktörler de mevcut. Dindarlık düzeyinin hâlâ güçlü olması koruyucu bir faktör; keza aile bağlarının yüksek olması da. Çekirdek ailenin yanında büyük ailenin de hâlâ bir işlerliği söz konusu. Hâlâ bir yardımlaşma dürtüsü var. Şu anda toplumda düşkün kişilerin %50-60’ına komşusu bakıyor. Devlet ancak %30’una bakabiliyor. Şu anda devlet böyle mekanizmaları kurabilecek güce veya anlayışa sahip değil. Mevcut toplumsal yapımız koruyor bizi.
 
Türkiye’nin artan şiddet vakalarıyla mücadele açısından yeterli altyapısı var mı?
Var demek güç. Bizle aşağı yukarı nüfusu aynı olan ülkelerde 4.000 civarında psikiyatri yatağı varken, bizde bu rakam oldukça düşük. Suç işlemiş akıl hastaları için İngiltere’de 3.500, İtalya’da 3.000 civarında yatak var. Türkiye’de ise şu anda 700 civarında. Bundan dolayı diyelim ki ağır suç işlemiş bir kişi İngiltere’de yaklaşık beş yıl hastanede kalırken bizde ancak bir yıl kalabiliyor. Bu sebeple hastaları kısa sürede göndermemiz gerekiyor.
İkincisi, İngiltere’de suç işleyen bir kişi hastaneden çıkarıldığı zaman onu bir ekip toplum içerisinde izliyor. Bizde bu izleme mekanizması yok. Kişi gittiği yerde hastalanıyor ve bazen dramatik şekilde aynı suçu tekrar tekrar işlediği oluyor.
Bu problemlerin hepsi bir “geçiş toplumu” olmamızdan kaynaklanıyor. Geleneksel kurumlar işlevini kaybederken, modernitenin gerektirdiği kurumlar henüz kurulamamış durumda. Fakat yetkililer bunun farkındalar. Mesela Sağlık Bakanlığı adli psikiyatri hastanelerinin projelerini tamamladı. Hem genel psikiyatri hem de adli yüksek güvenlik hastaneleri dediğimiz bu hastaneler yapım aşamasında. Sanırım tamamlandığında 2.500 civarında yatağımız olacak. Hem de bunlar dünya standartlarında hastaneler olacak.
 
Son olarak şiddetle mücadele konusunda psikiyatrinin tıkandığı noktalar neler?
Akıl hastalıklarından kaynaklanan şiddet kontrol edilebilir bir şey. Çünkü bu durum insanın doğasından kaynaklanan bir şey değil ve zamanında müdahale edip etkili araçları oluşturduğunuzda bu türden şiddeti sıfıra indirebilirsiniz. Diğerlerinde bu kadar şansınız yok; çünkü tahmin edilebilir değil. Akıl hastasının hastalık dönemine girdiğinde benzeri şiddet davranışlarında bulunacağı çok net bir şekilde kestirilebilir. Kişiye hastalığın erken döneminde müdahale edip ilacını verebildiğinizde onu suç işlemekten uzaklaştırabilirsiniz. O yüzden aslında iyi bir ruh sağlığı sistemi bizzat akıl hastalığından kaynaklanan suçu sıfıra indirmek hedefini koyabilir kendine. Dünyada hiçbir yer bunu başarmış değil belki; ama teorik olarak bu mümkün. Psikiyatrinin böyle bir hedef koymuş olması lazım. Psikiyatrinin tıkandığı en önemli noktalardan birisi ise anti-sosyal kişilik bozukluğu karşısında çok etkili işler yapamaması. Suç davranışıyla anti-sosyal kişilik bozukluğu arasında ciddi bir ilişki var. Birçok suç bu kişilik zemini içinde oluşuyor. Madde ve alkol kullanımı bu zeminle çok ilişkili. Fakat bizim bunu düzeltmeye yönelik etkili arayışlarımız yok. Anti-sosyal kişilik bozukluğunu maalesef herhangi bir mekanizmayla durduramıyoruz. Birtakım programlar var; ama çok etkili ve hızlı kontrol edilebilir oldukları söylenemez.

Paylaş Tavsiye Et