Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2009) > Topluyorum > Dananın kuyruğu 2009’da kopacak
Topluyorum
Dananın kuyruğu 2009’da kopacak

 

2009 yılı hem Türkiye için hem de dünya için hızlı başladı. Barack Hüseyin Obama ABD’nin 44. başkanı olarak geçtiğimiz günlerde yemin etti ve görevi resmen devraldı. Ayrıca Aralık sonunda başlayan İsrail’in Gazze saldırısı Ocak ayında da şiddetlenerek devam etti. Türkiye’de ise Ergenekon “operasyonu”nda kritik bir dönemece girildi.
O halde Ocak ayını tarif ederken sadece “hızlı” değil, aynı zamanda “belirleyici” de demeliyiz. Zira her üç gelişme de sonuçları itibarıyla önümüzdeki yılları belirleyebilecek hacim ve evsafa sahip.
Benim dikkatimi ne çekti biliyor musunuz? Bakın, ABD İngiltere’den bağımsızlığını kazanarak 1776’da kurulmuş. İlk başkanları George Washington başkanlık koltuğuna 1789’da oturmuş. Aradan tam iki yüz otuz üç yıl geçmiş. Ama adamlar daha hâlâ 44. başkandalar. Bizim devlet ise, Cumhuriyet’i esas alırsak, 1923’te kurulmuş. Ama bugün başımızdaki hükümet 59. hükümet. Yani seksen beş yılda tam elli dokuz hükümet değiştirmişiz. Doğrusu ben hız diye buna derim.
Neden cumhurbaşkanlarını saymıyorsun da, hükümetleri sayıyorsun? Daha henüz 11. cumhurbaşkanında değil miyiz?
Senin bu yaptığına şark kurnazlığı derler. İşlevi bakımından ABD başkanının Türkiye’deki muadili başbakandır, cumhurbaşkanı değil. Zira burada aslolan milli iradenin temsiliyeti ve icra hüviyetidir. Onun için sahip olduğumuz cumhurbaşkanı sayısının azlığına bakarak böbürlenmeye hakkımız yok. Kabul etmeliyiz ki, kuruluşu ve gelişimi itibarıyla bir devleti “devlet” yapan unsurların pek çoğundan mahrumduk biz. O yüzden de muhkem bir kaleden ziyade derme çatma bir gecekonduyu andırıyor devletimiz. Bunun tarihsel sosyolojide ve siyaset felsefesinde bir karşılığı var elbette. Uzun uzun konuşabiliriz bunları. Ama şu kadarıyla yetineyim ki, bir devlet için seksen beş sene çok kısa bir ömürdür. Yüz seneden az yaşamış devletler tarih kitaplarında tafsilat ya da çeşni olarak anılır ancak. Dolayısıyla, seksen beş yıl gibi kısa bir sürede elli dokuz iktidar değiştirmek hepimizi kara kara düşündürmesi gereken patolojik bir durumdur.
Bence işin daha da ilginç yönü, kurulan elli dokuz farklı hükümete rağmen liderler havuzunun neredeyse hiç değişmeden aynı kalması. Hükümetler kurulup, hükümetler düşüyor; darbeler oluyor; seçimler kaybediliyor ama neredeyse hiçbir lider lütfedip de siyaseti kendi arzusu ve tercihi ile bırakmıyor. Sekiz kere gidip, dokuz kere dönmeyi maharet sayanlar; geçmişte başbakanlık koltuğuna oturmuş olsa da “belki sular bulanır da katakulliden bir koltuk kaparım” ümidiyle ve Meclis’in en arka sırasında utanç verici bir yalnızlıkla oturma pahasına bağımsız milletvekilliğine tav olanlar; şu ana kadar girdiği her seçimi kaybetmesine rağmen partisinin başkanlığını bırakmaya direnenler; hukuki açıdan sözleşmelere taraf olamayacak kadar ihtiyarlamasına rağmen halen siyasette aktif kalmaya çalışanlar ve daha neler neler…
İşte bu yüzden “Hakkın rahmeti”nin ne büyük bir rahmet olduğunu biz Türklerden daha iyi kimse bilemez.
Bu hastalık sadece siyasilerle sınırlı değil maalesef. Baksanıza şu emekli askerlere! Adamlar “emeklilik” kelimesinin anlamını hiç duymamış gibiler. Hangi taşı kaldırsanız, altından bir emekli asker çıkıyor.
Encümen-i Daniş’e ne demeli? Başkanı olduğu söylenen Necmettin Karaduman’ın sözleriyle “emeklilik sıkıntısını atmak üzere bir araya gelen tekaüt takımı” imiş.
Öyledir eminim! Zaman öldürmek için bir iki el tavla atıp okey çevirmek, ardından da hükümet düşürmek ya da bunun için darbe ortamları hazırlamak ve memlekete ince ayar vermekten daha iyi bir emeklilik meşgalesi geliyor mu aklınıza?
Durun, bir dakika! Ergenekon konusuna geleceğiz, ama önce şu Gazze meselesini bir masaya yatıralım. Biliyorsunuz, 27 Aralık’ta İsrail Gazze’ye bir hava saldırısı başlattı. Bir süre sonra da İsrail ordusu karadan Gazze Şeridi’ne girdi. Yirmi iki gün süren ve karadan, havadan ve denizden yoğun bir bombardımana maruz kalan Gazze’de çoğunluğu sivil (400’den fazlası çocuk) 1.300’den fazla Filistinli, kelimenin tam anlamıyla, katledildi. Bu süre zarfında İsrail fosfor bombası kullanmaktan, hastaneleri, okulları, BM binalarını, erzak depolarını, medya merkezlerini, ambulansları ve masum sivillerin ikametgahlarını hedef almaktan çekinmedi. İsrail’in bu pervasızlığına rağmen uluslararası toplumun tepkisi çok cılız kaldı. İsrail’in saldırısına Hamas ve diğer direniş örgütleri cevap verdi. Her ne kadar taraflardan birbirleriyle çelişen açıklamalar gelse de, yirmi-otuz civarında İsrail askerinin öldürüldüğü söyleniyor. Neticede, yirmi iki günlük bombardımanın ardından İsrail tek taraflı bir ateşkes ilan ederek askerlerini Gazze’den geri çekti. Bunun üzerine Hamas da tek taraflı bir ateşkes ilan etti ve çatışmalar, on günlüğüne de olsa, durdu.
Kısa ve güzel bir özet oldu ama bence bu işin evveliyatını hatırlamakta fayda var. Aslında İsrail’in son Gazze saldırılarını anlamak için Hamas’ın Ocak 2006’daki Filistin seçimlerini kazanmasıyla başlatmak gerek. Hamas’ın uluslararası standartlara göre son derece demokratik bir biçimde gerçekleştirilen seçimleri açık ara farkla kazanmasını İsrail ve Amerika bir türlü kabullenemedi. Dolayısıyla seçimlerden sonra İsrail’in Gazze’ye yönelik baskıları ve saldırıları arttı. Defalarca Gazze’yi bombaladı; Hamas milletvekillerini ve hatta bakanlarını tutukladı. Ardından da Gazze halkı üzerindeki baskıyı artırmak ve Hamas’ı sindirmek amacıyla Gazze’ye yönelik sert bir ambargo başlattı. 2008 yılının Haziran ayında İsrail ile Hamas altı aylık ateşkes imzaladı. Ancak ateşkese rağmen İsrail saldırıları son bulmadı. Ayrıca İsrail, Filistin halkını günlük insani ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale getiren ambargoyu da kaldırmadı. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları ve ambargo nedeniyle Hamas’ın roket saldırıları da, azalsa da, devam etti. İsrail, gerçekleştirdiği saldırıların çoğunu bu roketleri gerekçe göstererek meşrulaştırmaya çalıştı. Neticede ateşkesin sona ermesinin hemen ardından İsrail Gazze’ye saldırdı.
Doğrusu ben Hamas’ın bu roket saldırılarına bir türlü anlam veremiyorum. Bakın 2001 yılından bu yana (ki ilk roket bu tarihte atılmış) Hamas İsrail’in güneyine tam 8.600 adet roket fırlatmış. Şu ana kadar bu roketler İsrail’de kaç kişiyi öldürmüş biliyor musunuz? 28. Evet, son sekiz yılda atılan 8.600 roketin öldürdüğü İsrailli sayısı sadece 28. Buna karşılık, bu roketleri bahane ederek Gazze’ye saldıran İsrail’in sadece 2006 yılından beri öldürdüğü Filistinli sayısı 2.000 civarında. Ambargo nedeniyle bakımsızlıktan, yetersiz beslenmeden ya da hastalıklardan ölenleri, yıkılan binaları ve tahrip edilen altyapıyı saymıyorum.
Aslında bunlara roket demeye de bin şahit ister. Kassam roketlerinin menzili sadece 10 km. Hedefe ulaşma yeteneği ve tahrip gücü de son derece sınırlı. Bu nedenle bazıları, bence haklı olarak, bu roketleri maytap ya da kızkaçıran diye adlandırıyor.
Haklısın, bunlar olsa olsa maytap ya da kızkaçıran olabilir. Dediğim gibi, işte bu nedenle ben Hamas’ın Kassam roketlerini fırlatmaktaki ısrarını bir türlü anlayamıyorum. Bana göre İsrail karşısında Filistin halkının en büyük ve belki yegane gücü mağduriyetleri ve uluslararası kamuoyunda kendilerine duyulan sempati. Zaten İsrail’in çekindiği bir şey varsa o da uluslararası kamuoyunun Filistin halkına duyduğu bu sempatidir. Yoksa ne top ne de roket İsrail’in gözünü korkutabilir. Hatta kanaatimce İsrail’in stratejisi gerilimi tırmandırmak, savaşı şiddet zeminine kaydırmak ve Filistin halkını silah zoruyla sindirmektir. Hamas’ın attığı roketlerin ben bu nedenle İsrail’in işine daha çok yaradığını düşünüyorum.
Ben de bir şey ekleyeyim. Bugün İsrail’in gücünün kaynağı ABD’dir. İsrail ABD’yi bir şekilde (Yahudi lobisi vasıtasıyla) arkasına almasaydı kısa sürede eriyip tükenirdi. Amerikan yönetiminin en büyük handikabı ise kendi kamuoyu. Yani Amerikan halkının iç ve dış politika üzerindeki etkisi dünyanın diğer halklarına nispetle oldukça fazla. Bu nedenle de Amerikan politika yapımcıları her attıkları adım için Amerikan halkını ikna etmek zorundalar. Buna ABD’nin Filistin halkına karşı İsrail’e verdiği destek de dâhil. İşte bu noktada Hamas’ın attığı Kassam füzeleri önem kazanıyor. Bu füzeler sayesinde Amerikan yönetimi İsrail’e verdiği desteği kendi kamuoyuna açıklamakta bir güçlük çekmiyor. Ben eminim ki bu füzeler olmasaydı ABD yönetiminin İsrail’e verdiği desteğin siyasi maliyeti çok daha yüksek olurdu. Amerikan kamuoyu Hamas’ın bir terörist örgüt olduğuna bu kadar kolay inandırılamazdı. Dolayısıyla da ABD’nin bütün dünyayı karşısına alarak İsrail’in yanında yer alması, İsrail’in attığı her adımı onaylaması, İsrail’in aleyhine alınan bütün BM kararlarını veto etmesi vs. bu denli kolay ve ucuz olmazdı.
Arkadaşlar, hissiyatınızı anlayabiliyorum. İsrail bombardımanında ölen o masum, günahsız yavruların görüntüleri uzun süre hafızalarımızdan silinmeyecek. Doğal olarak herkes çekilen bu acılara bir sorumlu arıyor. Ama hissiyatınızın aklınızı gölgelemesine izin vermemelisiniz. Hele bizler meseleye biraz daha geniş bir perspektiften bakmak zorundayız. Filistin sorunun uzun soluklu bir yürüyüş olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Sorun bugünden yarına çözülemez. Unutmamalıyız ki Hamas nihayetinde bir direniş örgütüdür. İsrail’in Filistin topraklarını işgaline direnmektedir. Nihai hedefi Gazze’de barış dolu ve müreffeh bir yaşam kurmak değildir. Bunu da bir dereceye kadar yapabilir; yapmalıdır da. Ancak Hamas’ın varlık sebebi Filistin topraklarını İsrail işgalinden kurtarmaktır. Bunun için de İsrail’in zalim ve işgalci olduğu bilincini Filistin halkı nezdinde sürekli canlı tutmak zorundadır. Filistin yönetiminin konformizmi ya da halkının refaha alışması işgale karşı direncin sona ermesi anlamına gelir. Kassam füzelerinin fiziksel açıdan ne kadar etkisiz olduğunun Hamas farkında değil mi zannediyorsunuz? Bence bu füzeleri İntifada’nın bir parçası olarak görmek lazım. Tıpkı Filistinli çocukların İsrail tanklarına attığı sapan taşları gibi. Taşları atanlar ve taşlar küçüktü ama unutmayalım ki koskoca İsrail ordusu direncin bu tipine karşı ne yapacağını bilemedi. Direniş giderek büyüdü ve güçlendi. İsrail direnişi bastırmak için orantısız güç kullandı. Taş atan çocuklara ateş açtı. Ancak neticede sadece uluslararası kamuoyunda kendisine duyulan nefreti artırdı. Hamas’ın iktidara gelmesinde bu sapan taşlarının rolünü küçümsememek gerekir.
Peki sence bu Kassam füzeleri de, tıpkı atılan sapan taşları gibi, başarılı oldu mu?
Bence oldu. Bunu zaman ilerledikçe daha iyi anlayacağız. İster inanın, ister inanmayın Hamas’ın başarısının altında Kassam füzelerinin tahrip gücünün bu denli düşük olması yatıyor. Hamas bu füzeler sayesinde bir yandan tıpkı bir sivrisinek ısırığı gibi İsrail’i sürekli huzursuz etmeyi başardı. İsrail’in işgalci bir güç olduğunu İsrail’e de Filistin halkına da unutturmadı. Öte yandan da, son Gazze saldırısında olduğu gibi, İsrail’in bu küçük füzelere, ya da sizin tabirinizle maytaplara karşı kullandığı gücün ne kadar orantısız olduğunu bütün dünyaya gösterebildi. Son sekiz yılda toplam 28 İsrailliye karşılık, 22 günde üçte birinden fazlası çocuk 1.300 Filistinlinin öldürülmesi tüm dünyada büyük bir infiale neden oldu. İsrail’e duyulan öfke arttı; bastırılmış nefret gün yüzüne çıktı. Bu infialin Amerikan halkını etkilemediği düşünülemez. Evet, Amerika İsrail’i sırtında taşımayı sürdürüyor. Ancak İsrail’in son Gazze saldırısı Amerika’nın sırtındaki İsrail yükünü çok ama çok ağırlaştırdı. Bu durumda, tekrar ediyorum, Gazze Savaşı’nı uzun vadede kaybeden İsrail, kazanan Hamas’tır.
Doğrusu ben de senin gibi düşünüyorum. Filistinlilerin İsrail işgaline karşı direnebilmelerinin iki yolu var. Ya çok güçlü ve etkili silahlarla İsrail’e karşı nizami bir harbe girip onları alt etmeye çalışacaklar ya da sapan taşı ve Kassam füzesi gibi fiziksel olarak etkisiz ama moral ve huzur bozucu zayıf silahlarla İsrail’e karşı gayri nizami bir mücadele sürdürecekler. Bu iki uç arasındaki her bir seçenek Filistin direnişi için hüsrandır. Zira Hamas orta güçteki silahlarla İsrail’e karşı daha ağır kayıplar verdirebilse de, nihai kertede İsrail’i alt etmeyi başaramayacaktır. Öte yandan bu silahlarla yapılan mücadele çatışmayı sıcak bir savaşa dönüştürecek, İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırıları orantısız görünmeyecek, böylelikle de Filistin direnişi uluslararası kamuoyu nezdindeki desteğini tamamen yitirecektir. Filistinlilerin İsrail’e karşı çok güçlü silahlarla nizami bir savaş vermeleri mümkün olmadığına göre geriye sadece sapan taşları ve Kassam füzeleri kalıyor.
Kanaatlerimi paylaştığın için teşekkür ederim. Ben bir şey daha eklemek istiyorum. Filistin topraklarında direnişin uzamasının bizatihi kendisi bir başarıdır. İsrail bundan sonra asla son elli yılda olduğundan daha güçlü olamayacaktır. Zira ABD’deki İsrail karşıtlığı ve Yahudi lobisine duyulan öfke gittikçe büyüyor. Ayrıca ABD’nin küresel etkinliğinde nispi bir gerileme söz konusu. Ortadoğu politikalarının belirlenmesinde ana eksen bölgesel dinamiklere ve güçlere kayıyor. Arap ülkelerinin işbirlikçi liderleri hiç olmadığı kadar yoğun bir meşruiyet krizi yaşıyorlar. BM’de İsrail aleyhine alınan kararlar gittikçe kalınlaşıyor. BM’nin Filistin Özel Gözlemcisi Ricard Falk gibi pek çok Yahudi asıllı uzman ve akademisyen İsrail zulmüne karşı bayrak açmış durumda. Hepsinden önemlisi de İsrail’e yönelen Yahudi göçünde ciddi bir azalma söz konusu. İran’ın bir nükleer güce dönüşmesi bu göçü her an tersine çevirebilir. Şu anki nüfus artış hızı ile hesap edecek olursak 2020 yılında İsrail’deki Arapların sayısı Yahudilerin sayısını geride bırakacak. Tüm bunlardan yorulan İsrail halkının toplumsal psikolojisinde bir bıkkınlık ve ümitsizlik hali daha da derinleşiyor. Yani kısaca zaman Filistinlilerin lehine işliyor. Dolayısıyla buradaki en stratejik husus direnişi canlı tutabilmek. Bence Hamas bunu gayet iyi başarıyor.
Doğrusu benim sormayı düşündüğüm soruların bazılarını cevaplandırdınız. Ama asıl merak ettiğim şey İsrail’in bu saldırı ile neyi amaçladığı.
İsrail’in deklare ettiği hedef, güneyine atılan roketleri durdurmak ve Livni’nin ifadeleriyle söylemek gerekirse “sahanın gerçeklerini değiştirmek”ti.
“Sahanın gerçekleri” ile Livni neyi kastetti bilemiyorum ama İsrail’in roket atışını engelleyemediği ortada. Ateşkesten önceki son gün Gazze’den İsrail’e tam 19 tane roket fırlatıldı.
Ama yine de Hamas’ın roket fırlatma kapasitesinin zayıflatıldığını kabul etmeliyiz. Ayrıca Mısır ile Gazze arasındaki yeraltı tünellerinin beşte dördünün tahrip edildiği söyleniyor. Bu tüneller Gazze’nin can damarı idi. Dahası Gazze’ye bundan sonra silah ve füze sokulması çok daha güçleşti. Zira Amerika, İngiltere, Fransa ve Almanya, Hamas’ın tekrar silahlanmasını önleyeceklerine dair İsrail’e söz verdiler. Bu açıdan Livni ile Rice arasında 16 Ocak’ta imzalanan mutabakat zaptını dikkate almak gerek.
Hamas’ın roket fırlatma kapasitesi zayıflatıldıysa da bence İsrail’in asıl hedefi bu değildi. Nitekim İsrail’in uluslararası kamuoyu nezdindeki kaybını bu kazançların hiçbiri telafi edemeyecektir. Üstelik bu yıkım Filistin halkını daha da tahrik edecek, radikalleşmeyi artıracaktır. Bunun da İsrailli karar vericiler tarafından öngörülemediğini düşünmek hata olur.
Peki sence asıl hedefleri ne idi?
Bence İsrail’in asıl hedefi çatışmanın alanını genişleterek düzlemini yükseltmek, yani Lübnan ve İran’ı tahrik ederek doğrudan ya da dolaylı olarak savaşın içine çekmek, böylelikle de Obama’nın önüne çerçevesi ve temel parametreleri belirlenmiş bir dosya koymaktı. Aksi halde Obama, İran ile diyaloga girmeye hazırdı. Bu da İsrail’in İran’a karşı elini zayıflatacak ve İran’a zaman kazandıracaktı.
Birkaç ay önce burada ABD’nin BM eski temsilcisi John Bolton tarafından ortaya atılan bir iddia konuşulmuştu. Bolton’a göre, Cumhuriyetçilerin seçimleri kaybetmesi durumunda, 4 Kasım’daki Amerikan seçimlerinden sonra ama 20 Ocak’taki devir teslimden önce İsrail İran’ı vuracaktı. O gün fazla pirim veren olmamıştı bu iddiaya ama demek ki aslı varmış.
İran’ın Gazze saldırısı sırasında fazla aktif olmamasını şimdi anlıyorum.
Evet, İran bu oyunu erken fark etti. Hatta aldığım duyumlara göre bu konuda İran’ı uyaran Türkiye oldu. Neticede İran ne fiilen ne de söylem düzeyinde savaşın içine çekilemedi. İsrail’in planları da suya düştü. Nitekim birkaç gün önce Obama, İran ile masaya oturabileceklerinin sinyalini verdi.
Türkiye’nin aldığı inisiyatifi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye gerçekten etkili olabildi mi bu süreçte? Ayrıca Türkiye’nin aşırı Hamas yanlısı bir politika sergilediği, bunun Türkiye’yi uluslararası arenada yalnızlaştıracağı, İsrail’den, ABD’den ve AB’den uzaklaştıracağı iddia edildi. Başbakan Erdoğan’ın eleştirilerinin tonunu çok yüksek bulanlar da vardı. Tüm bunlara ne dersiniz?
Görebildiğim kadarıyla Türkiye bu süreçte iki açıdan etkili oldu. İsrail Başbakanı Ehud Olmert tek taraflı ilan ettikleri ateşkesi Hamas’ı şiddetli bir biçimde vurarak başlangıçta koydukları hedeflere ulaşmış olmalarına bağlasa da bence İsrail’in ateşkes kararının ardında yatan gerçek sebep, uluslararası kamuoyunun ve toplumun baskısı idi. İsrail aleyhine yapılan gösteriler bu yoğunlukta bütün dünyayı sarmamış olsaydı ve diplomatik düzeyde hem BM Güvenlik Konseyi hem de bölge ülkeleri nezdinde bu denli hararetli bir trafik oluşmasaydı İsrail ateşkes kararını daha da geciktirebilirdi. Bir kere, Türkiye’nin, İsrail üzerinde diplomatik baskının oluşturulmasındaki rolü inkar edilemez. Hamas’tan hiç hazzetmeyen Arap liderlerinin İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına bırakın dur demeyi, içten içe sevindiklerine adım gibi eminim. Ancak Başbakan Erdoğan’ın çıkışları ve Türkiye’nin diplomatik atakları bir nebze de olsa Arapları hareketlendirmiş görünüyor. Ayrıca Türkiye’nin bu süreçte BM Güvenlik Konseyi’ndeki girişimleri ve AB ülkeleri ile temasları da gözden kaçırılmamalı. Ancak Türkiye bence esas rolü Hamas’ı ateşkese ikna ederek oynadı. Eğer Türkiye devreye girmeseydi Hamas, İsrail’in ateşkes ilanına kesinlikle olumlu cevap vermeyecekti. Bu da İsrail’in tekrar saldırıya geçmesine sebep olacaktı. Hem bu sefer elinde bir de meşru gerekçesi bulunacaktı. Belki de İsrail’in amacı buydu, kim bilir?
Arkadaşlar diplomaside başarı sadece amaçlanan hedeflere ulaşmakla ölçülmez. Evet, belki Türkiye’nin çabalarının İsrail’in ateşkes ilan etmesindeki rolü küçük oldu. Ancak bu 22 günlük süreçten ortaya öyle bir tablo çıktı ki, Ortadoğu’da Türkiyesiz bir düzen kurulamayacağını cümle âlem gördü. Bugün Ortadoğu’daki bütün taraflarla görüşebilen tek ülkenin Türkiye olduğu bir kere daha tescillendi. Biliyorsunuz bu süreçte Arap devletlerinin kendi aralarındaki problemlerden dolayı biri Doha’da diğeri Şarm’eş-Şeyh’te iki farklı zirve yapıldı. Her iki zirveye de katılabilen tek ülke Türkiye oldu. Hem Hamas ile, hem el-Fetih ile, hem Suriye, Ürdün ve Mısır ile, hem Hizbullah ve İran ile, hem AB ve ABD ile, hem de İsrail ile irtibatı olan tek ülke yine Türkiye’dir.
İsrail’in küstürülmesine ne diyorsun?
Dış politikada küsme diye bir şey olmaz. İlişkileri belirleyen karşılıklı menfaatlerdir. İlişkinin tansiyonu yükselir ya da düşer. Ancak bu menfaatler var olduğu sürece ilişkiler sürer. İsrail bu coğrafyada Türkiye ile ipleri koparamaz. Kaldı ki diplomasi dosta karşı yapılır, düşmana karşı değil. Ayrıca Türkiye’nin Ortadoğu’da artan ağırlığını AB ya da ABD ile ilişkilerinin alternatifi olarak görmek son derece yanlış olur. Türkiye bir süredir entegre bir dış politika geliştirmeye başladı. Dikkat edersek, Ortadoğu coğrafyasındaki etkinliğimiz AB ve ABD ile irtibatımızı güçlendirirken, AB ve ABD ile ilişkilerimiz de Ortadoğu’daki manevra alanımızı genişletiyor. Dolayısıyla Soğuk Savaş mantığını bir kenara koyup, 21. yüzyılın gerçeklerine kendimizi alıştırmalıyız. Tekrar ediyorum, dış politika hissiyat üzerine değil menfaat ve güç üzerine kurulur. Türkiye’nin çok boyutlu ve pro-aktif dış politikası bırakın Türkiye’nin Batı’dan kopmasını, tam aksine Türkiye’yi Batı için vazgeçilmez kılar.
Aslında önümde bu konuya dair birkaç soru daha var ama vaktimiz tükeniyor maalesef. Şu Ergenekon meselesine geçelim diyorum. Evet, neler oluyor? Dalgaların sonu bir türlü gelmiyor. En son kaçıncıda kaldık, on bir mi, on iki mi? Ayrıca geçtiğimiz ay toprağın altından bir sürü silah ve mühimmat çıktı. Tüm bunlar ne anlama geliyor?
Geçen ay çokça tartışılan konulardan biri de Ergenekon ile Susurluk arasındaki irtibattı. Daha önce defalarca söylemiştim. Benim kanaatime göre de bütün gizem Ergenekon ile Susurluk arasındaki irtibatta yatıyor. Bence 28 Şubat süreci devlet içerisindeki bir kanadın diğer kanadı tasfiyesinden başka bir şey değildi.
Ne yani, 28 Şubat müesses nizamın Refah-yol hükümetine karşı bir operasyonu değil miydi?
Öyle görünüyordu, ama aslında daha derin bir mücadelenin tezahürüydü. Refah-yol hükümeti filler arasındaki kavgada ezilen çimenler mesabesindeydi sadece. Refah-yol hükümetinin düşmesinden sonra, zamanın Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’na Kıbrıs’taki Toros 97 tatbikatında düzenlenen suikast girişimini açıklayabilir misiniz bana? 28 Şubat sürecinin önde gelen tüm isimlerinin 1997’deki Yüksek Askeri Şura’da şöyle ya da böyle bertaraf edilmesi bir tesadüf müydü? Bence Ergenekon, 28 Şubat sürecinde başlayan temizlik hareketinin devamı niteliğindedir. Derin devlet bunu zaman zaman yapar. Devletin istikametini bir uca çekmeye çalışanları, diğer uçtan gruplarla tasfiye eder. Sonra da tasfiye edenleri tasfiye eder. Böylelikle devlet sağa ya da sola sapmadan varlığını sürdürür. Bugün de olan bence budur. Deşifre olan, dolayısıyla devletin taşıyamayacağı bir yüke dönüşen isimlerle devletin istikametini değiştirmek isteyen isimler, derin devlet tarafından tasfiye olunmaktadır.
Biz derin devlet denilen yapının toptan tasfiye edildiğini düşünüyorduk, ama sen daha derindeki devletin derin devleti tasfiye ettiğini söylüyorsun.
Doğrusu ben daha farklı düşünüyorum. İzin verirseniz ben de kendi kurgumu anlatayım. Bence Ergenekon operasyonu yerli damarları olmakla birlikte esasında dış kaynaklı bir süreçtir. Zaten Türkiye gibi kuruluşundan itibaren yabancı güçlerle içli dışlı olmuş bir ülkede gerçekleştirilen bu ölçekteki bir operasyonun ABD ve İsrail gibi devletlerden bağımsız yapıldığını düşünmek saflık olur. Nitekim özellikle on birinci dalgada gözaltına alınan Tuncer Kılınç gibi isimlerden sonra bu ihtimal basında da çokça yer alır oldu. Meselenin özü şu: Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Türkiye’nin NATO üyeliği ve ABD-İsrail eksenindeki duruşu ordu içerisindeki bir grup tarafından hep sorgulanageldi. Zira onlara göre büyük güç olmanın şartı nükleer güç olmaktan geçiyordu. ABD-İsrail ekseninde kalındığı sürece de Türkiye’nin nükleer güç olmasına izin verilmeyecekti. Dolayısıyla bu grup Türkiye’nin yerinin yeni dönemde Rusya-Çin-Hindistan ekseni olduğunu savunuyordu. Zaman içerisinde bu grubun ordu içerisindeki ağırlığı arttı. İşte bu tehdidi bertaraf etmek için ABD devreye girdi ve bu grubu tasfiye ediyor.
Senin kurgunda AKP iktidarını düşürmeye yönelik tertiplerin bir yeri yok galiba.
Tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi, hükümete yönelik darbe girişimleri bence işin sadece görünen yüzü. Yani aslolan ABD karşıtlarının tasfiyesidir. Bu tasfiye de darbe girişimlerinin engellenmesi gibi sunulmaktadır.
Bir kurgu da benden olsun. Aslında benim kurgum bir önceki ile paralel sayılır. Ancak ben burada Avrasyacılığı birincil değil de ikincil bir neden olarak görüyorum. Yani tasfiye edilen bu grup kendilerini Avrasyacı olmak zorunda hissetti. Zira onların asıl derdi Türkiye’deki sosyo-politik değişimdi. Türkiye’de iktidar el değiştirmekteydi. 28 Şubat sürecinde bu grup Refah Partisi’ni marjinalize etmeyi başardı. Ancak AKP’nin tek başına iktidara gelişini engelleyemedi. AKP’li birinin cumhurbaşkanı olmasının önüne geçebilmek için Ergenekoncular ellerinden geleni yaptılar. Ama muvaffak olamadılar. Attıkları her adım geri tepti. Bu Ergenekon’un darbeci yönü. Ergenekoncuların Amerikan karşıtlığı ve Avrasyacılığı da bununla irtibatlı. Hatırlarsanız birkaç sene önce Rand Corporation’ın 2003 yılında hazırladığı “Civil, Democratic Islam: Partners, Resources, and Strategies” başlıklı bir raporu tartışmıştık burada. Bu raporda özetle ABD’nin İslam dünyasına yönelik stratejisinin değişmesi gerektiği, bunun da laik, Batıcı ve Kemalist elitler yerine muhafazakâr ve ılımlı Müslüman kesimlerle ittifak kurularak yapılabileceği savunuluyordu. Rand Corporation’ın herhangi bir düşünce kuruluşu olmadığını, Amerikan dış politika yapımında son derece etkin olduğunu göz önünde tutarsak bu raporun ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliriz. Rand sonraki yıllarda buna benzer başka raporlar da yayınladı. Hepsinin ortak yönü, İslam dünyasında, özellikle de Türkiye’de, demokratik sürecin işletilmesi ve bu süreçle ortaya çıkacak muhafazakârlaşmaya da sahip çıkılması gerektiği şeklindeydi. Başka bir deyişle AKP iktidarı, demokratikleşme, AB süreci ve ekonomik liberalleşme açıkça arkalanmalıydı. Ergenekoncular açısından bu, iktidarın kendi ellerinden alınıp başka bir zümreye verilmesinden başka bir şey değildi. Onlar AB sürecine, bu süreçle birlikte gelen demokratikleşmeye, AKP iktidarına ve tüm bunları desteklemeye başlayan ABD’ye karşı tavır aldılar. Bu tavır da onları ister istemez, karşı kampa, yani Avrasyacılığa itti.
Yani sence de işin arkasında ABD var. Ancak ABD Ergenekoncuları sadece Avrasyacı oldukları için değil, hükümete, demokratikleşmeye ve AB sürecine karşı oldukları için tasfiye ediyor.
Evet, öyle.
Belki işin içinde bir de Avrupa vardır. Görebildiğim kadarıyla AB, Türkiye’nin baskısına daha fazla direnemeyecek ve Türkiye’yi üyeliğe kabul etmek zorunda kalacak. AB ülkeleri bu zamanın yaklaştığını hissetmiş ve Türkiye’yi üyeliğe kabul etmeden önce iyice dezenfekte etmek istemiş olabilirler. Başka bir deyişle, “madem Türkiye’yi üyeliğe kabul edeceğiz, hiç olmazsa devletin içerisindeki anti-demokratik yapıları temizleyelim” demiş olabilirler. Bu durumda Ergenekon operasyonu ABD-AB ortak yapımına benziyor.
Bana sorarsanız bu kurguların hepsinde bir doğruluk payı var. Ancak son derece karmaşık bir yapı ve süreç duruyor önümüzde. Kanaatimce AKP iktidarına ve Türkiye’nin yerel dinamiklerine olduğundan daha az faillik yüklüyorsunuz. Ayrıca Türkiye’nin bir süredir yakın çevresine, özellikle de Irak’a yönelik olarak aldığı öncelikleri de yok sayıyorsunuz. Bence doğru bir kurgu bütün bu unsurları da içerisinde barındırmalıdır.
Maalesef vaktimiz kalmadı. Artık, bütün bu unsurları içeren kapsamlı bir kurguyu önümüzdeki toplantılarımızda dinleriz.

Paylaş Tavsiye Et