Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Topluyorum > Hepimiz Timsahız
Topluyorum
Hepimiz Timsahız
 
Bu ay ana gündem maddemiz Irak Savaşı ve ABD’nin Ortadoğu politikası olacaktı. Ta ki, Hrant Dink’in cinayet haberini alana dek. O yüzden bu ayki TopluYORUM’da Hrant Dink cinayetinin siyasi anlamını tartışacağız. 
 
Her şeye “siyasal anlamı” ile başlamak sende refleks oldu sanırım.

Meslekî deformasyon dedikleri bu olsa gerek. 
 

Bence, yaşadığımız dünyada, özellikle de söz konusu olan “siyasi cinayet” ise, tartışmaya derhal meselenin siyasi anlamı ile başlamamak gerekiyor. Bir insanın, bir entelektüelin böylesi çirkin bir cinayete kurban gitmesi gerçekten de insanın canını çok sıkıyor. Bana göre siyasi bir dürtü ile işlenen bir cinayeti, medyanın bu olaya gösterdiği teveccühü hesaba katmadan anlamamız mümkün değil. Modern dönemde siyasal cinayet ve medya yakın akrabadır. Her ikisi de birer kitle iletişim aracıdır ve varlıklarını birbirlerine borçludurlar. Siyasal cinayet, medyada bir içerik olarak sunulur, medya da siyasal cinayet için bir ortam sunar. Siyasal cinayete medya kaynaklık eder. Nasıl ki, medya mesajın ta kendisi ise, cinayet de mesajın ta kendisidir. Bunun yanında her ikisi de gösteri piyasasına ait kavramlardır. 
 

Esasında gizlice cana kıyma anlamını taşıyan suikasta yüklenen amaç, bu eylemin alenileşeceği ümidinde kendisini ele verir. Mesele, “kara liste”ye alınan figürün bedenine dönük bir cezalandırmadan, onun susturulmasından çok daha fazlasıdır. Siyasal entelektüellere ve siyaset adamlarına dönük planlanmış cana kıyma teşebbüsleri, siyasal kargaşa yaratmak amacıyla gerçekleştirilebileceği gibi, toplumsal bir düzen oluşturmak amacıyla da gerçekleştirilebilir. “Siyasal cinayet”ler, pekala toplumsal disiplin yaratma aracı olarak kullanılabilir. Ulus-devlet sonrasında toplumu kimin disiplin altına alacağı sorusu, siyasetin en merkezî çekişme alanlarından birisidir. Söz konusu çekişme içerisinde zaman zaman “siyasal cinayet”lerin de işe koşulduğu olmuştur. 
 

Meselenin bir diğer yanı da şu: Biliyorsunuz “asimetrik savaş”, güçlü ve güçsüz ülkeler arasında cereyan eden, teknoloji sahibi devletler ile devlet kuramamış milletler arasında yaşanan bir savaş türü olarak düşünülür ve bu da doğrudur. Asimetrik savaş, özellikle modern dönemlerin, konvansiyonel silah teknolojilerinin egemen olduğu zamanların baskın savaş türüdür. Bununla birlikte asimetrik savaşın kendisini yalnızca devletler arasında gösterdiğini, tek başına kitlesel bir boyuta sahip olduğunu düşünmek ise doğru değildir. Asimetrik savaşın en belirgin unsurlarından birisi de siyasi cinayetler ve suikastlardır. 
 

Meselemize gelirsek, özelde bu cinayeti nasıl yorumlayacağız?

Buraya kadar konuştuğumuz şeylerin tümü bu olay için de geçerli. Tüm bunlarla birlikte Hrant Dink cinayeti söz konusu olduğunda meseleyi birkaç düzlemde tartışmakta yarar var. Birincisi, bu cinayetin milliyetçi şizofreni ile ilişkisi. İkincisi, bu ülkedeki geçmiş siyasi cinayetlerin bize düşündürdükleri ve son cinayetin bu silsile içerisindeki yeri. Ve üçüncüsü de bu cinayetin Türkiye’nin Ermeni sorunu ile bağlantısı. 
 

Bugünlerde milliyetçi yükselişi tırmandıranlara yönelik olarak sorulan bir soru var: “Beğendiniz mi yaptığınızı?” Bu soru, doğru bir soru mu?
Evet, bu soru, doğru bir soru. Ancak bu sorunun cevabını üç beş yıllık ulusalcı yükselişe bakarak veremeyiz. Birkaç marjinal grubun çığırtkanlığından, gösterilerinden kalkarak da bu meseleyi yeterince anlayamayız. Evet, son zamanlarda dünyanın her yerinde neo-faşist eğilimlerin yükselişe geçtiği ve her tür etnik radikalizmin, yeni radikalizmlere kapı araladığını göz ardı etmemek gerekiyor. Türkiye’de de bu süreçten etkilenen birçok grup ve akım var. Ancak bu noktaya nasıl gelindiği de bence oldukça önemli. Bu bağlamda, en başından beri modern Türkiye’deki resmi terbiye ve sosyalleştirme süreçlerine dikkat çekmek gerekiyor.
Modern Türkiye toplumu yakın zamanlara, kitle iletişim araçlarının yaygın bir biçimde kullanılmaya başlandığı dönemlere dek nasıl sosyalleşiyor, kamusal terbiyesini nasıl ediniyordu? Bence bu soru, bizim toplumsal yapımızı doğru tahlil etmemize imkan tanıyacak bir soru. Bunun cevabını vermek de çok zor değil. Okul ve askeriye, uzun yıllar bu toplumun kamusal terbiyesinin esasını oluşturdu. Hâlâ da oluşturmaya devam ediyor. Ne var ki kitle iletişim araçlarının artan etkisi, devletin alanı dışında kamusal terbiye ve sosyalleştirme alanları doğurdu. Bir yanda resmi ideolojinin yükünü üzerinde taşıyan, bir diğer yanda popüler kültürün bütün yıkıcı etkilerine açık bir gençlik çıktı sahneye.
Evet haklısın. Esasında problem bu yönüyle milliyetçiliğin yükselişi de değil. Anlam arayışındaki bir gençliğin yaşadığı anomi duygusu, normsuzluk hali. Bu gençlik işsiz. Bu gençliğin bir uğraşı yok. Bu gençlik yoksul. 
 
Bence söylediğinde eksik bir nokta var ve bu nokta konunun anlaşılması açısından son derece hayati. Her şeyden önce Türkiye’nin sosyo-ekonomik haritasına baktığımızda mevcut tablonun geçmişteki tablodan çok daha kötü olmadığını görüyoruz. Türkiye’de bugün yaşanan yoksulluk, çoğu zaman mutlak yoksulluk olarak değil, göreli yoksulluk olarak tezahür ediyor. Bir başka deyişle, geçmişteki yoksulluğun içerisinde örneğin kıtlık önemli bir kategoriydi. Bugün en azından Türkiye için, daha doğrusu Türkiye’nin çok büyük bir bölümü için böylesi bir tehlike, bu tarz bir yoksulluk yok. Ancak bu, toplumdaki tabakalaşmanın, farklı kesimler arasındaki mesafenin arttığı gerçeğini gizlemiyor. Ve bence meselenin can damarı burada atıyor. Bu gençlik için sorun, karşı karşıya kaldığı yoksulluk hali değil, yaşadığı yoksunluk hissi. Bu duyguyu bu gençlere veren kim? Bu gençler her gün bir takım şişirilmiş imajlarla, karton kahramanlarla yüz yüze kalıyorlar. Bu kahramanlar, kifayet miktarınca dürüst, mert, delikanlı ve hepsinden önemlisi zengin tiplemeler olarak çiziliyor. Söz konusu zenginliğin elde edilmesinin yolu herhangi bir bilgi birikimine sahip olmaktan vs. geçmiyor. Kelimenin tam anlamıyla sırf ‘delikanlı’ oldukları için kısa yoldan zengin olmuş isimler bunlar. Vatan sevgisi, milliyetçilik vs. bir ciladan başka bir şey değil. Bu imajlarla yoğrulan ve kendi hayatına baktığında ağır bir yoksunluk hissiyle yüzleşmek zorunda kalan bir gençlik böyle ortaya çıkıyor işte. Kifayetsiz muhterisler nesli. Kanaatin kendileri için hiçbir anlam ifade etmediği bir gençlik. Kendilerine bir kariyer aramak istediklerinde bunun silahla olabileceğine ikna olmuş hiç de azımsamamamız gereken bir toplum kesimi var karşımızda. Mevcut neo-liberal devlet politikasının ise bu gençliğe söyleyebileceği hiçbir şey yok maalesef. Halihazırdaki milliyetçiliğin de bu sürece direnmek gibi gerçek bir gündemi de yok.
Sen bunu söylerken şöyle bir örtük varsayımdan hareket ediyorsun: Milliyetçilik bir değerler manzumesinin muhafazasını ve savunusunu içerir. Peki, bu değerler manzumesi hakkında neler söyleyebiliriz? Neyi koruyup kollamaktadır Türkiye’de milliyetçi akımlar? Topraklarımızı mı? Egemenliğimizi mi? Tarihimizi mi? Dinimizi mi? Hangisini? İlk ikisini koruyup kollama görevini devlet kendi uhdesine almış durumda ve bu yönüyle milliyetçi ideolojiyle dirsek teması halinde. Bir başka deyişle devlet milliyetçi perspektifi toplumda yeniden üretirken, ‘toprağımız’ı ve ‘egemenliğimiz’i korumak amacı taşıdığını, iç ve dış tehditlere karşı daima tetikte olduğunu ihsas ettiriyor. Peki, milliyetçilik, ‘tarihimiz’i, tarihsel değerlerimizi mi koruyor? Peki ya dinimizi? Milliyetçi akımların bu yönde bir gayretine tanık oldunuz mu? Örneğin “milliyetçi gençler” arasında giderek artan uyuşturucu madde bağımlılığına karşı bu akımlar neyi koruyorlar?
 
Hiçbir şeyi. Çünkü bu akımların bu denli palazlanmasına katkı sağlayanlar, bu toplumun farkında olarak ya da olmayarak değersizleştirilmesine hizmet ettiler yıllarca. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından bu yana siyasi seçkinlerimizin yaşadıkları en büyük çelişkilerinden bir tanesi hiç kuşkusuz İslam’a karşı tutumlarında kendisini ele verdi. Bir yandan kendilerini İslam dinini araçsallaştırmak, ondan toplumu bir arada tutan bir ‘çimento’ olarak yararlanmak durumunda hissederlerken, bir diğer yandan da İslam temelli bir millet tanımını ortadan kaldırmaya, İslam’ın toplumsal ve siyasal iddialarını törpülemeye gayret gösterdiler. Bu çelişki onları sıklıkla İslam hakkında siyasal programlar yapmaya itti. Bir yandan dinin toplumsal ve siyasal çehresi devlet tarafından şekillendirilmek istenirken, diğer yandan da toplumun şekillendirilmesinde dinin bütünleştirici rolüne vurgu yapıldı. Laiklik ilkesi, birinci durumda işe koşuldu, ikinci durumda ise hiç akla getirilmedi. Zamanla İslam’a dönük bu iki program arasındaki açık giderek büyüdü. Bunun temelinde devlet destekli modernleşme programı vardı ve bunun da aslı bir tür Batılılaşma politikasıydı. Esasında bu da bir başka çelişkiyi ortaya koyuyordu. Batıya rağmen Batılılaşma çelişkisiydi bu. Her ne olursa olsun, bu modernleşme, bu Batılılaşma süreci bir tür sekülerleştirme sürecini de beraberinde getirdi. Çünkü dinin toplumsal alandan dışlanması, toplumsal yaptırım gücünün ortadan kalkması, geniş toplum kesimleri için koruyucu ve bütünleştirici özelliğini ortadan kaldırdı. Devletin uyguladığı kültür politikaları bile siyasal alanda tansiyonu yükseltmekten başka bir işe yaramadı.
Siyasal alanda tansiyonun yüksek olması, taraflar arasında farklılıkların olması ve hatta gerilimlerin yaşanması, toplum varlığı için bizatihi olumsuz bir olgu ya da süreç olarak görülmemeli. Pekâlâ, bu gerilimler, toplum menfaatine bir enerjinin yaratılmasına, yeni çözümlerin üretilmesine imkan sağlayabilir. Topluma bir uzlaşım alanı olarak bakmak, bütün çözümlerin uzlaşım sonucu ortaya çıktığını düşünmek safça bir bakış açısı olur. Toplumun biçimlenmesi aynı zamanda ve çok daha fazla çatışmaların varlığı ile mümkün olmuştur. Ancak Türkiye’ye baktığımızda siyasal karşıtlıkların ve gerilimlerin çoğu zaman toplumsal bir katma değer üretemediğini görüyoruz. Bunun bana göre en temel sebebi, söz konusu siyasal karşıtlıklar alanının ‘hain’ ve ‘kahraman’ denklemleri bağlamında inşa edilmiş olması.
Bu bize öğretilen, dayatılan tarih yorumunda da aynıyla karşımıza çıkar. Tarih, kahramanlar ve hainler arasındaki mücadelenin tarihidir. Bu kahramanlar ve hainler ya bütünüyle iyi ya da bütünüyle kötüdürler. Bu tarih yorumunda gri alanlar yoktur. Ya siyahın yanındasınızdır ya da beyazın. Bu bakış açısını kim kazandırıyor bu topluma? Eğitimin merkezine, bilgi transferini değil, muhatabına ideolojik bir tarih ve toplum yorumunu benimsetme amacını koyan kim? Bu yorum içerisinde bir yanda ‘hain’ler, diğer yanda ‘kahraman’lar var. Böylesi bir eğitim süreci içerisinde sosyalleşmiş bir neslin, milliyetçiliğin şizofren yorumlarına prim vermesi çok mu zor? Daha ironik olanı da nedir biliyor musunuz, Hrant Dink’in bu kadar çabuk ‘hain’den ‘kahraman’a dönüşmesi.
Açıkçası, bence Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından oluşan eleştiri havasını da iyi çözümlemek gerekiyor. İzleyebildiğim kadarıyla meseleyi tahlil edenler ya “uluslararası bağlam”ı tamamen göz ardı edip resmi ideolojiye yükleniyorlar, ya da “resmi ideoloji”nin yarattığı problemli alanı görmezden gelerek yalnızca “dış düşman”lar üzerinde duruyorlar. 
 
Hrant Dink cinayetini ben münferit bir olay olarak, on yedi yaşında bir çocuğun işlediği bir cinayet olarak değerlendirmenin yanlış olacağı kanaatindeyim. Zannediyorum bu konuda hepimiz mutabıkız. Bu cinayete kaynaklık eden bir toplumsal tabanın varlığından, milliyetçiliğin yükselişinden ve bu yükselişin kimi kanlı sonuçlarından bahsedebiliriz ve bunu yapmalıyız. Ancak bu meseleyi, tartışanların konuyu salt milliyetçiliğin yükselişi ile açıklamaya kalkmaları bana yetersiz geliyor. Yorumlarda bir kasıt aramamız gerekmiyor, ancak en azından eksik buluyorum bu yorumları. Hrant Dink cinayetini işleyen şahsın yükselen neo-milliyetçi, neo-faşist, ne derseniz deyin rüzgardan etkilenen bir isim olduğu aşikar. Bu çizgiye mensup biri çocuk, diğeri yetişkin bir avukat olan iki kişi geçtiğimiz bir sene içerisinde benzer iki kanlı eyleme sebebiyet verdi. Yaklaşık bir yıl önce Trabzon’da İtalyan bir papaz, on altı yaşındaki bir çocuk tarafından öldürüldü. Ondan altı ay sonra Danıştay saldırısı patlak verdi. Ve bir altı ay sonra da malumunuz bu cinayet. Altı ay arayla gerçekleşen bu üç eylemi, faili meçhul cinayetler olarak adlandırılan cinayetler serisi ile birlikte düşündüğümüzde nasıl bir değerlendirme yapabiliriz? Türkiye’deki siyasi cinayetlerin tarihine bakacak olursak, şunu görürüz: Bu cinayetlere muhatap olanların akla ilk gelen muarızları, devlet tarafından siyasi tasfiye sürecine tabi tutulmuşlardır. 1990’larda siyasi cinayete kurban gidenler, kahir ekseriyeti itibariyle “sol-Kemalist” düşünce çizgisine sahip, radikal İslam karşıtı yorumlarıyla öne çıkan isimlerdi. Bu süreç, devletin İslamcılıkla hesaplaşmasının da başlangıcına işaret etti. Benzer bir durumun milliyetçilik için de söz konusu olacağını, bu bağlamda da okların MHP’ye yöneleceğini düşünmeden edemiyorum. Nasıl ki 28 Şubat sürecinde oklar Refah Partisi’ne yönelmişse, tıpkı öyle. Bu süreç öyle görünüyor ki, ideolojik bir çerçeve olarak milliyetçiliğin ve önde gelen milliyetçi grupların tasfiyesini beraberinde getirebilir. Ama bu proje tutmayabilir de tabii ki. 
Ne derseniz deyin bu cinayet, Türkiye’nin uluslararası arenada başını çok ağrıtacak. Cinayetin hemen ardından Ermeni diasporası uluslararası kamuoyunda Türkiye aleyhine propaganda yapmaya başladı. Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA), ülkede yaşayan Ermenilerden, Başkan George W. Bush’a birer mesaj göndererek, Washington’un “soykırımı tanımama” politikasına son vermesini talep etmelerini istedi. Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde Ermeniler, Dink cinayetini Türkiye’de Ermenilere karşı geliştirilen “sistematik zulüm” politikalarından birisi olarak yansıtmaya çalışıyorlar. İlginç olan Hrant Dink’in yıllar yılı diaspora Ermenilerindeki “Türk fobisi”ni ortadan kaldırmaya çalışan bir isim olmasıydı. Dink, diasporadakilerin sempati duydukları bir isim de değildi esasında. Fakat ne olursa olsun yakın dönemde, önce Amerika’da ve ardından pek çok dünya ülkesinde soykırım iddiaları tartışılacak ve sonuç Türkiye’nin aleyhine çıkacak. Bu da söz konusu cinayetin mahiyeti hakkında fikir veriyor bence. Bu cinayetten hareketle uluslararası kamuoyunda Türkiye köşeye sıkıştırılmaya çalışılacak. 
 
Uluslararası ilişkiler ve çatışmalar bağlamında meseleyi ele alacak olursak, bu meselenin aynı şekilde Ortadoğu’daki sıcak gelişmelere de zincirleme bir etki yapacağını düşünebiliriz. ABD’nin Irak politikası, İran ve Suriye planları söz konusuyken ve Türkiye’nin buradaki rolü bir türlü kestirilemezken, bu olayla birlikte Türkiye’nin kendi başına siyaset üretme imkanı kısıtlanabilecektir. Biliyorsunuz yakında Ermeni tasarısı ABD Temsilciler Meclisi’nde oylanacak ve büyük bir ihtimalle bu tasarı Hrant Dink cinayetinden sonra ve Ermeni lobilerinin faaliyetleri sayesinde Temsilciler Meclisi’nden geçecek. Bu, ABD hükümetinin eline bir koz verecek Türkiye’ye karşı. Türkiye, ABD için geçmişteki kadar öngörülebilir bir ülke değil. Bu tasarının geçmesi ancak yasalaşmaması, ABD’nin elinde Türkiye’nin tepesinde tutacağı bir tür Demokles kılıcı haline gelecek. Bir tür pazarlık unsuru da diyebiliriz. Türkiye’nin Ortadoğu’da söz söyleme hakkı elinden alınmış olacak.
Sanki Türkiye’nin bu cinayetten önce söz söyleme hakkı varmış gibi konuşuyorsun. 
 
Türkiye, belli noktalarda ABD ile ortak hareket ediyor kuşkusuz. Ancak Irak, Lübnan, Filistin ve Suriye söz konusu olduğunda ABD ile birebir ortaklıktan kaçınıyor. Kendi çıkarlarını öncelediğini de hissettiriyor. Hiç kuşkusuz bu durumun ortaya çıkmasında, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki gelişmelerden ve Iraklı Kürtlerin palazlanmasından duyduğu endişe var.
Bu sorunun cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde gündeme gelmesi sizce hükümeti zor duruma sokar mı?
Benzeri olaylar tekrar ederse evet. Ancak bu olayda da fatura hükümete çıkmadı. Esasında 301. maddeye dönük eleştirilerin muhatabı bakan Cemil Çiçek’in radikal savunuları dolayısıyla hükümet olmalıydı. Ama oklar hükümetten çok daha fazla CHP’ye ve onun genel başkanına yöneldi. Bu yönüyle Dink’in cenaze töreninin olaysız geçmiş olması da manidar. Herhangi bir kışkırtma için son derece mümbit bir vasattı o cenaze ve bu durumda hava da hükümetin aleyhine dönüşürdü. Demek ki, hükümete ilişmek isteyen yok. Tabii, bazı hükümlere varmak için hâlâ erken, bekleyip göreceğiz.
Evet, bekleyelim ama dikkatle…  
 

Paylaş Tavsiye Et