Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Topluyorum > Türk ile Kürdü bir arada tutacak yegane unsur, ortak varlık tasavvurudur
Topluyorum
Türk ile Kürdü bir arada tutacak yegane unsur, ortak varlık tasavvurudur

 

Arkadaşlar, bu akşam özellikle “Kürt açılımı”nı konuşalım istiyorum. Ben şahsen Türkiye’nin önünde dağ gibi duran ve acilen çözülmesi gereken en hayati sorunun bu olduğunu düşünüyorum. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bu konuda “tarihî bir fırsat”tan söz etti. Bu tarihî fırsatın ne olabileceğini ve bu açılımın imkanlarını ve risklerini tartışabiliriz bu akşam. Ayrıca geçtiğimiz günlerde kabinede de büyük değişiklikler oldu. Bugün belki bu konuya da değinebiliriz. Mesela, Başbakan yeni kabine ile ne tür bir değişikliğe gitmek istemiş olabilir? Doğrusu bunların dışında aklıma çok fazla bir şey gelmiyor. Var mı sizin eklemek istediğiniz bir şey?
Belki, dış politikadaki bazı gelişmeleri bu söylediklerine ekleyebiliriz. Biliyorsunuz Ermenistan meselesi nedeniyle gerilen Türkiye-Azerbaycan ilişkileri Başbakan Erdoğan’ın Azerbaycan’ı ziyaretiyle yeniden rayına oturmuş görünüyor. Bir de Obama’nın Haziran’ın başında Mısır’a yapacağı bir ziyaret var. Yeni ABD yönetiminin İslam dünyasına bakışını anlatacağı bir konuşma yapacakmış.
Neden Mısır acaba?
Bilemiyorum, ama hatırlarsanız 2005 yılında Condoleezza Rice da ABD’nin Ortadoğu’ya bakışındaki stratejik değişikliği Mısır’dan dünyaya duyurmuştu. “Geçtiğimiz 60 yıl boyunca ABD Ortadoğu’da istikrarı demokrasiye tercih etti. Ancak bugün geldiğimiz noktada ne demokrasi var ne de istikrar. Bundan böyle demokrasiyi destekleyeceğiz.” anlamına gelen bir konuşma yapmıştı Rice. Öyle anlaşılıyor ki, Obama da Mısır’da buna benzer stratejik bir mesaj verecek. Belki Bush yönetiminin hatalarından dolayı İslam dünyasından üstü kapalı bir özür dileyecek.
Ama bence Obama’nın işi biraz daha zor. Çünkü bu mesajı vermek değil mesele, aynı zamanda inandırıcı da olmak lazım.
Ancak Bush’un aksine Obama sempatik bir adam. Zenci olması, ailesinin Müslüman olması, Demokrat olması Obama’nın avantajları olarak sayılabilir. ABD, yerle bir olan imajını Obama ile onarma gayretinde.
İsrail’in yeni başbakanı Netanyahu’nun geçtiğimiz günlerde Mısır’a gitmesi de belki bununla alakalıdır. İsrail hükümeti Hamas’a karşı, Mısır ve Ürdün’ü harekete geçirmek istiyor. Netanyahu’nun Washington’a gitmeden hemen önce Mısır’a gitmesi, Obama’nın Ortadoğu açılımını etkileme amacına matuf olabilir.
Netanyahu, Obama ile görüşmeden önce Mısır’a giderek elini kuvvetlendirmek istiyor. Ama Hüsnü Mübarek’i ne kadar zor bir durumda bıraktığının farkında değil galiba. Yakında Mısır’da seçimler olacak ve Müslüman Kardeşler örgütünün seçimlerde çok büyük bir sıçrama yapması bekleniyor. İsrail’in son Gazze saldırılarında Mısır’ın tavrı hem Arap dünyasında hem de Mısır’ın kendi içinde çok tartışılmıştı. Hüsnü Mübarek yönetiminin siyasi meşruiyeti kalmadı artık. Şimdi Netanyahu’nun ABD’den bile önce Mısır’a gitmesi Mübarek yönetiminin aczini daha da artırdı. Bence bunun sonuçları sandıklara yansıyacaktır.
Bir diğer önemli gelişmeyi de unutmamak gerek. On gün kadar önce, AB temsilcileri Nabucco projesinde Türkiye ile nihayet mutabakata varıldığını açıkladılar. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum ben. Çünkü önümüzdeki on yılda Türkiye bir enerji nakil üssü olacak gibi görünüyor. Irak, İran ve Hazar petrol ve doğalgazının doğu-batı ve kuzey-güney geçişi hep Türkiye’nin üzerinden olacak. Nabucco da bu sürecin en önemli ayaklarından biri.
Bu bir zorunluluk mu? Enerji için alternatif bir geçiş yolu yok mu?
Alternatif yol Rusya’dan geçiyor. Son yıllarda attığı adımlarla, özellikle de Güney Akım ve Kuzey Akım hatlarıyla, Rusya’nın enerji nakil hatlarını tekeline almak istediği anlaşılıyor. Ancak, Almanya ve Fransa ekseni hariç, AB ülkelerinin, özellikle de İtalya ve Avusturya’nın Rusya’nın bu girişimine sıcak bakmadıklarını biliyoruz. Öte yandan Amerika için de enerji naklinin Rusya gibi “eski düşman” ve “muhtemel rakip” bir ülkenin tekeline girmesi çok da arzu edilir bir durum değil. Dolayısıyla geriye bir tek Türkiye kalıyor.
Peki bu konuda Rusya’nın Türkiye’ye bakışı nasıl?
Çok dostane olduğunu söyleyemem. Milyarlarca dolarlık yatırımdan, bunun getireceği olağanüstü jeostratejik güçten ve yaşanacak sosyo-ekonomik ve politik değişimden söz ediyoruz. Bu kolay bir süreç değil. Rusya’nın, Türkiye alternatifine sonuna kadar direneceğini tahmin ediyorum ben.
“Ergenekon”un ve belki PKK’nın Rusya ile irtibatının en önemli kalemlerinden biri de muhtemelen bu enerji meselesi. Hatırlarsanız, Rusya’nın Gürcistan’ı işgal ettiği günlerde PKK da Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattına bir sabotaj düzenlemişti ve bir süre enerji akışı durmuştu. Bunun Rusya’nın bir girişimi olmadığına inanmak çok zor doğrusu. Rusya ile 1997’de, yani 28 Şubat darbesinin hemen akabinde, Yılmaz-Ecevit hükümeti tarafından imzalanan bir anlaşmayla yürürlüğe giren Mavi Akım projesi hakkındaki spekülasyonları hepimiz biliyoruz. Ergenekon’un içinde de Rus parmağı olduğu anlaşılıyor. Milyarlarca dolarlık yatırımlardan bahsediyoruz. Bunun için birkaç milyon doların rüşvet olarak verilmiş ya da ilgili faaliyetlerde kullanılmış olması işten bile değil. Dolayısıyla, Rusya’nın enerji yüzünden Türkiye’nin iç siyaseti ile yakından ilgili olduğu gerçeğini akılda tutmakta fayda var.
Çok doğru. Ayrıca unutmamalıyız ki, Hazar ve Orta Asya petrol ve doğalgazının Rusya üzerinden Batı’ya aktarılması Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ı tekrar Rusya’ya bağlayabilecek büyük bir imkan. Yani iş sadece para değil. Siyasi ve coğrafi nüfuz meselesi de söz konusu. Bu nedenle Rusya’nın olan biteni sessizce seyrettiğini zannetmemek gerek. Hal böyleyken, enerji nakil hatlarını Ergenekon’dan, darbelerden ve dış politikadan bağımsız düşünmemeliyiz.
İlginç bir noktaya geldik. Ben de enerjinin nakli ve güvenliğinin Soğuk Savaş Sonrası dünyada çok mühim bir ağırlığı olduğunu düşünüyorum. Kıtalararası balistik füzelerle önemini yitiren jeopolitik, Soğuk Savaş’ın bitimiyle yeniden yükselişe geçti. Jeopolitiğin en önemli bileşenleri de enerji kaynakları, enerjinin nakli ve güvenliği. Türkiye bir enerji ülkesi değil. Ancak coğrafi konumu itibarıyla Soğuk Savaş Sonrası dünyada jeopolitik mücadelenin tam ortasında kalmış bulunuyor. ABD, AB, Rusya ve Çin bu mücadelenin büyük aktörleri. İran ve Hindistan da bölgesel aktörler. Jeopolitik mücadelenin vuku bulduğu coğrafya ise Orta Asya, Kafkasya, Ortadoğu ve Sahra-altı Afrika. Sonuncusu hariç, Türkiye’nin yakın kara havzasından bahsediyoruz. Kabaca 2000 yılına kadar Türkiye bu oyunda bir aktör olamadı maalesef. Doksanlı yıllar boyunca Türk dış siyaseti, bu bahsettiğim büyük aktörlerin de dahliyle büyük bir sarsıntı yaşadı. Bazen ABD’nin dediği oldu, bazen Rusya’nın, bazen de AB’nin, özellikle de Almanya’nın. Her bir büyük gücün etki alanına giren bir grup vardı Türkiye’de. Bu da çok başlılık anlamına geliyordu. Ancak 2002’den itibaren bu durumun değiştiğine şahit oluyoruz. Türkiye, çevresinde oynanan jeopolitik ve jeostratejik oyuna bir aktör olarak aktif bir şekilde katılmaya başladı. Aradan geçen yedi yıllık sürede rüştünü ispatladı. Ortadoğu’da, Kafkasya’da ve Balkanlar’da etkinliğini arttırdı. ABD, Rusya ve AB’ye müstakil bir güç olduğunu kanıtladı. Bu nedenle ben, Ergenekon operasyonunu, Kürt açılımını ve boru hatları meselesini bu zemin üzerinde ele almamız gerektiğini düşünüyorum.
Biraz daha açar mısın?
Türkiye’nin istikrarlı bir yapıya bürünerek Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar söz konusu olduğunda çevresine güven ve istikrar aşılayan güçlü bir aktör olması ve bir enerji nakil üssüne dönüşmesi Türkiye ve ABD’nin ve kısmen AB’nin ortak çıkarı gibi görünüyor. Ayrıca, son yıllardaki dış politika atılımları gösterdi ki, Irak’ın güvenliği ve istikrarı, İran meselesi ve Suriye-Lübnan-İsrail-Filistin denklemi Türkiyesiz düşünülemez. Ergenekon operasyonunun bu kadar kapsamlı ve derin bir şekilde yürütülebilmesinde ABD’nin rolünü tahmin edebiliyoruz. Daha önceki toplantılarımızda ABD’nin Türkiye’ye bakışındaki değişikliği ve bu çerçevede Ergenekon operasyonunun ne anlama geldiğini etraflıca konuşmuştuk. Aynı şekilde, Türkiye’nin bir enerji nakil üssüne dönüşmesi için de PKK sorununun halledilmesi gerek. Küresel rekabet boyutu da olan, milyarlarca dolarlık yatırım PKK gibi bir örgütün başıboş hülyalarına terk edilemez. Dolayısıyla PKK’nın bitirilmesi yönünde, yeni dönemde ABD ve Türkiye arasında bir mutabakat olduğunu zannediyorum. Obama’nın Türkiye’ye yaptığı “sıra dışı” ziyareti, İlker Başbuğ’un konuşmasını ve Abdullah Gül’ün sözlerini bir de bu gözle okumakta fayda var.
Enerji üssüne dönüşmek Türkiye için bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı? Ben böyle bir ülkenin tam anlamıyla kurtlar sofrasına dönüşeceğini zannediyorum.
Bence şu anda tam tersi bir durum söz konusu. 2000’li yıllara kadar bu risk vardı; kabul ediyorum. Türkiye’de çok başlılık söz konusuydu. Rusya, Almanya, Fransa, ABD, İsrail ve belki başkaları Türkiye’de istedikleri gibi at oynatabiliyorlardı. Türkiye’nin iç dinamiklerinden kaynaklanan gerilimleri kendi lehlerine kullanabildiler. Ancak 2002’den itibaren durum değişti. Türkiye, iç barışını tesis etme yönünde büyük adımlar attı. Bu sürecin mühim bir sekteye uğramadan devam edeceğini düşünüyorum ben. Türkiye’nin yaşadığı bu büyük değişim ve Bush hükümetinin yaptığı büyük hatalar, bugün için ABD nezdinde Türkiye’nin önemini hiç olmadığı kadar arttırdı. Dolayısıyla Türkiye hem iç dinamikleri hem de dış konjonktür açısından güven telkin eden istikrarlı bir ülke olabilir hale geldi. Bir enerji nakil üssü haline gelmesi, Türkiye için çok büyük bir avantaj sağlayacaktır. Bir kere Türkiye enerji sorununu halledecektir. İkincisi, enerji satışı ile zenginleşen ülkeler Türkiye’nin doğal müşterisi ve pazarı haline gelecektir. Üçüncüsü, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik dış tehditler uzunca bir süre ortadan kalkacaktır. Unutmayalım ki, enerji nakil hatları bölünmenin önündeki en büyük engellerden biridir.
AB’nin böyle bir Türkiye resmini arzu ettiğinden emin misin? Çünkü Almanya ve Fransa’nın tavırlarından ben bu yönde bir mesaj çıkaramıyorum.
Almanya ile Fransa’nın Türkiye’ye bakışlarında ABD’den farklılaştıklarını kabul ediyorum. Anglosakson geleneği, dış politikasında daha pragmatiktir. Onlar için aslolan mutlak doğrular ve ebedi dostluklar değil çıkarlardır. Çıkarlarına hizmet ettiği sürece her türlü değişimi kabul edebilirler ve yeni gelişmelere hemen adapte olabilirler. Eğer Kıta Avrupası ile ilişkilerine bakarsanız, İngiltere’nin dış politikası hep bu minval üzerine olmuştur. Bugün ABD’nin dış politikası da böyledir. Almanya ve Fransa geleneği ise bu denli dinamik bir dış politika geliştirmekten uzaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Almanya ve Fransa, Türkiye’nin içinde yaşanan sosyo-politik değişimin boyutunu henüz tam olarak idrak edememiş. Onlar hâlâ statükoyu devam ettirebilmenin peşindeler. Ayrıca tarihî kaygılar Avrupa’da daha belirleyici. Tarihî ve kültürel anlamda “öteki” olan büyük ve dinamik bir Türkiye’nin AB’ye girmesi Avrupa’nın kolay kolay sindirebileceği bir durum değil. ABD’nin Irak işgali ile bölgede artan etkinliğinin Almanya ve Fransa’nın etki alanını daraltmasını da bunlara eklemeliyiz. Dolayısıyla Almanya ve Fransa’nın “eski Türkiye”yi özlediğini kabul ediyorum. Ama yukarıda bahsettiğim gelişmeler yaşanır da Türkiye bölgesinde bir güç ve istikrar adasına dönüşürse Almanya ve Fransa’nın Türkiye’ye bakışı ister istemez değişecektir.
Konu Avrupa’ya gelmişken, kısaca Türkiye-AB ilişkilerine de bir değinelim isterseniz. Son zamanlarda müzakerelerin pek istenildiği gibi gitmediği, AB’nin yeni başlıkların açılmasında ayak dirediğini görüyoruz. Öte taraftan iç kamuoyunda da hükümetin AB iştiyakının zayıfladığı yönünde bir hava var. Temmuz’da görevi İsveç’e devredecek olan Çek Cumhuriyeti’nin dönem başkanlığında hiç başlık açılamadı. Tüm bunlara ne diyorsunuz?
Hükümet bazı reformların hayata geçirilmesinde gecikiyor olabilir. Ama ben ilişkilerin zayıflamasındaki asıl müsebbibin AB olduğunu düşünüyorum. Merkel ve Sarkozy göreve geldikleri ilk günden itibaren Türkiye’nin üyeliğine karşı olduklarını her fırsatta dile getirdiler. Biraz önce bahsedilen kaygılar da Avrupa’nın Türkiye’ye karşı sağlıklı bir duruş sergilemesini engelliyor. Aradan geçen bunca zamana, müzakere sürecinde kat edilen bunca mesafeye rağmen bazı Avrupalı liderlerin kafasında hâlâ Türkiye için tam üyelik haricinde bir model arayışı olduğu anlaşılıyor. Doğrusu bunu samimiyetle bağdaştırmak mümkün değil.
Haklısın, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı kolektif korkuları ve kaygıları var. Bunun da tarihî ve kültürel bir arka plandan beslendiğini biliyoruz. Ayrıca Türkiye gibi nüfusu genç, dinamik ve kalabalık bir ülkenin AB içerisinde baskın bir konum edineceğini, bunun da kendilerini AB’nin lider ülkeleri olarak gören Almanya ve Fransa’nın işlerine gelmediğini biliyoruz. Dolayısıyla bir yandan tarihî ve kültürel nedenlerle diğer yandan pragmatik kaygılarla Türkiye’nin AB üyeliği sürekli engelleniyor. Ama ben madalyonun bu tarafına bakmak istiyorum. Geçenlerde bir programda bir AB uzmanı akademisyen ısrarla AB’nin Türkiye’ye kesin bir üyelik tarihi vermesi gerektiğini söylüyordu. Onun kafasındaki tarih de, sembolik bir değeri olan 2023 imiş. Bu akademisyeni dinlerken Türkiye olarak olayları ne kadar anlık okuduğumuzu düşündüm. Başka bir ifadeyle, AB’nin değişmeyen, olmuş bitmiş ve ilelebet yaşayacak bir yapı olduğunu zannediyoruz ve değişimin sadece Türkiye’de olduğu varsayımıyla, sabit olduğunu düşündüğümüz bir yapıya katılmaya çalışıyoruz. Halbuki tarihin bu aşamasında, on ya da yirmi yıllık projeksiyonlar geliştirirken dinamik düşünmeyi öğrenmeliyiz. AB’nin bugüne gelene kadar nasıl bir evrim geçirdiğini, bunun iç ve dış nedenlerini, zamansal ve mekansal şartlarını iyi tahlil etmeli, on ya da yirmi sene sonra bu evrimin nerelere varacağını sağlıklı bir şekilde öngörmeliyiz. Avrupa’nın demografik, sosyal, ekonomik ve siyasi dokusuna baktığımda ben şahsen Avrupa’nın 2023 tarihindeki halini pek iç açıcı göremiyorum. Öte yandan, aynı parametreleri ve değişim trendini dikkate aldığımda Türkiye’nin 2023’te çok daha iyi bir konumda olacağını zannediyorum. Yani 2023’te muhtemelen Türkiye AB’ye katılmak istemez bir halde olacaktır.
Ne yani, AB’ye başvurumuzu geri mi çekelim?
Hayır, bunu kastetmiyorum. Uluslararası ilişkilerde hissiyattan uzak, rasyonel ve pragmatik bir tutum takınmamız gerektiğini söylüyorum. Bugün itibarıyla Türkiye’nin AB’ye tam üye ya da tam üyeliğe aday ülke olması Türkiye’nin menfaatine olabilir. Ancak Türkiye’nin AB üyeliği bir ölüm kalım meselesi değildir. Bütün umutları AB’ye bağlamak, gelecek projeksiyonlarını AB ekseninde yapmak toplumsal ölçekte patolojik bir durumdur. Bunun tam tersi de doğrudur. AB’ye üye olması durumunda Türkiye’nin bağımsızlığını yitireceğini düşünmek, bunun için her türlü illegal yola başvurmak da aynı şekilde hastalıklıdır. Kendimize gelelim, sıhhatli düşünelim. Bütün söylediğim bu.
Çok oyalandık, şu Kürt açılımına geçelim isterseniz. Bu konuda Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın ilk defa ortak bir noktada buluştuklarını görüyoruz. PKK’lıların dağdan indirilmesi, geniş kapsamlı bir af, Kürt halkının ekonomik refahının artırılması, hak ve hürriyetlerinin genişletilmesi gibi bir dizi açılım içeriyor bu paket. Öncelikle bunun zamanlamasına ne diyorsunuz?
Demin de konuştuğumuz gibi ben bunun uluslararası konjonktüre bağlı olduğunu düşünüyorum.
Bunu kabul ediyorum. Ama bence iç dinamikleri de göz ardı etmemek gerek. Galiba Kürt meselesinde bahsettiğiniz bu son noktaya gelişimizde 29 Mart yerel seçimleri bir kırılma noktasıydı. AKP Doğu’da (bence gereksiz bir şekilde) bir meydan okudu ve belediye seçimleri olmasına rağmen neredeyse tüm bölgede DTP kazandı. Hatta bir DTP’li vekilin “Bu seçimlerde Kürdistan’ın haritası çizilmiştir” sözü çok ilgi çekiciydi. AKP’nin diğer partilere nazaran Kürt halkına daha yakın olması ya da TRT Şeş gibi açılımlar da bir işe yaramadı. AKP’nin Doğu’da ne yapabileceğini bekleyip görmek isteyenler için de 29 Mart seçimleri net bir resim ortaya çıkardı. Mevcut araç ve yöntemlerle bir yere varılamadığı görüldü. İşler iyice içinden çıkılmaz bir hal almaktaydı. İşte Kürt açılımı bence bu noktadan sonra devreye sokuldu. Biliyorsunuz, seçimlerden bir hafta kadar sonra 13 ilde DTP’ye kapsamlı bir baskın düzenlendi ve aralarında genel başkan yardımcılarının da bulunduğu 70 kişi gözaltına alındı.
Bunu nasıl açıklıyorsun?
Galiba bu Kürt açılımının bir yönünü de DTP’nin dönüştürülmesi oluşturuyor. Şu anki yönetimi itibarıyla DTP tamamen İmralı’nın kontrolü altında. Bu da partinin PKK’dan uzaklaşmasını engelliyor. Eğer DTP, İmralı’nın etkisinden kurtarılabilirse PKK yalnız bırakılacak ve Kürt sorunu terör sorunundan ayrı bir şekilde ele alınabilecek. Başka bir deyişle DTP sistemin içine çekilecek.
İmralı’da Abdullah Öcalan’ın yanına birkaç mahkum daha yerleştireceklermiş. Bu şekilde Öcalan’ın canı sıkılmayacakmış. Bahsettiğiniz açılımın bir parçası da bu olsa gerek.
Zaten Ergenekon nedeniyle PKK, Kürt halkı arasında ciddi bir prestij kaybına uğradı. PKK’ya sempati duyan halkın, örgütün derin devletle yakın irtibatını gördükçe kafası karışıyor. Kürt açılımının zamanlaması belki bununla da alakalı olabilir.
Dış gelişmelerin, ABD’nin ya da AB’nin Kürt açılımında bir rolü olabilir. Ama ben bundan bağımsız bir şekilde Kürt açılımında çok geç kaldığımızı düşünüyorum. Hepimiz biliyoruz ki burada büyük bir haksızlık söz konusu. Kürt halkının malum sebeplerle Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile arası açılmış vaziyette. Hadi daha açık söyleyeyim, Türk milliyetçiliğine yapılan vurgu Doğu’da Kürt milliyetçiliğini tetikledi, büyüttü ve bazı dış mihrakların müdahaleleriyle de bugünlere getirdi. Devlet ise Kürt halkı ile arasındaki bu gerilimi zora başvurarak kontrol altında tutmaya çalıştı. Devlet zorun dozunu artırdıkça, Kürt halkının direnci de arttı ve gerilim içinden çıkılmaz bir sarmala dönüştü. Ben Doğu’ya birkaç kez seyahat ettim. Ankara’nın doğusu ile batısı arasında devasa bir fark var. Sanki iki ayrı ülke, iki ayrı dünya. Kürtler kendilerinin planlı bir şekilde ekonomik ve siyasal açıdan mağdur edildiklerini düşünüyorlar. O nedenle ben, bu açılım çoktan yapılmalıydı diye düşünüyorum. Kürtleri bu ülkeye bağlamanın araçlarını geliştirmeliyiz. Doğu kalkındırılmalı, Kürtlerin siyasi ve kültürel hakları artırılmalı. Mesela Eurovision’da bir Kürt, Kürtçe bir şarkıyla Türkiye’yi temsil edebilmeli.
Türkiye’de Kürt meselesine askerî olmayan bir çözüm önerisinde bulunanların zihninde genelde ekonomik kalkınma ile siyasi ve kültürel haklar var. Ben şunu sormak istiyorum. Tüm bunlar olsa, yani Kürtlerin ekonomik refahı artırılsa, kendilerine siyasi ve kültürel haklar sonuna kadar verilse ve hatta bir Kürt Eurovision’da Türkiye’yi bir Kürtçe şarkıyla temsil etse, Kürt milliyetçiliği sona erecek mi? Bu insanlar ayrılmaktan vazgeçecek mi?
Ben Kürt milliyetçiliğinin sona erdirilmesini de yanlış buluyorum. Neden sona erdirilsin ki? Kürtler rasyonel bir zeminde, çıkarları gereğince Türkiye’ye bağlı olarak yaşamaya devam edebilirler.
Eğer bu bağ sadece menfaat temelli bir bağ olacaksa Kürtlerin Türkiye’den ayrılması sadece zamana kalmış demektir. Böyle bir yapı her zaman dış manipülasyona açık olur.
Ben de senin gibi düşünüyorum. Milliyetçilik denen olgu öyle sıra dışı bir kolektif histir ki, bazen rasyonalite-dışı hatta bazen de rasyonalite-karşıtı bir hal alır. Bazen halklar milliyetçilik uğruna çıkarlarının aksine hareket edebilirler. Dolayısıyla, menfaat-temelli bir vatandaşlık bağı Kürt sorununu çözmez, belki sadece bu sorunu daha kritik bir zamana erteleyebilir. Hatta beklenenin aksine, ekonomik kalkınma ile siyasal ve kültürel özgürlükler milliyetçiliğin kurumsallaşmasını ve kökleşmesini de sağlayabilir. Geniş toplumsal kitlelerin ekonomik ya da sosyal mağduriyetinin giderilmesi de problemi çözmeye yetmez. Çünkü bu tür toplumsal hareketler genelde seçkin bir azınlık tarafından yönlendirilir. Kitleler bu seçkin azınlıkları takip ederler. Dolayısıyla kitlelerin rasyonel davranabileceği zannı üzerine hesap yapmamalıyız.
Peki ne yapmalıyız o zaman?
Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliğinin ötekisidir, muadilidir. Bu iki milliyetçilik söz konusu olduğunda kategorik olarak karşılıklı dışlayıcılık söz konusudur. Yapılacak tek şey bu iki milliyetçiliğin üzerine çıkabilmek ve ortak varlık tasavvurunda birleşmektir. Bu noktadan sonra Türkler ile Kürtleri ancak metafizik ve kozmolojik düzlemdeki anlayış birliği bir arada tutabilir. Bunun bir ütopya olduğunu da zannetmiyorum ben. Çünkü İslam dini Doğu’da hâlâ kimliğin en belirleyici unsuru olmaya devam ediyor. Dolayısıyla gerçek bir açılım için devletin Doğu’da İslam kartını dışlamaması gerekiyor.
Çok güzel konuşuyorsunuz, ama benim komplocu damarım tuttu yine. İzin verirseniz ben de meseleyi nasıl gördüğümü söyleyeyim.
Çok kısa lütfen, çünkü vaktimiz kalmadı.
Bir iki cümle ile özetleyeyim. Bence bu Kürt açılımı AKP’yi bitirme planının bir parçası. Seçimlerden önce Tayyip Bey milliyetçi bir söylem benimsedi. 29 Mart yerel seçimlerini bir meydan okumaya dönüştürdü. Kürt halkının bam teline bastı. Ya da oluşturulan hava ile Tayyip Bey bu şekilde davranmaya itildi. Neticede AKP Doğu’daki Kürt desteğini kaybetti. İkinci olarak yolsuzluklar ve ekonomik krizin olumsuz etkileri AKP’yi köşeye sıkıştırmak için kullanıldı. Deniz Feneri davası halen bu amaca hizmet ediyor. AKP’yi bitirmenin üçüncü aşamasını ise Kürt açılımı oluşturuyor. Bu açılımla Kürtlere geniş haklar verilecek. Ancak bu Türk milliyetçiliğini tetikleyecek ve AKP’nin karşısındaki sağ partiler yükselişe geçecekler. Yani AKP Kürtlerden sonra milliyetçi oyları da kaybedecek. Demirel’in Cindoruk vasıtasıyla DP’ye el atmasının ardında da bu beklenti yatıyor olabilir.
İlginç bir noktaya getirdin sözü. Buna önümüzdeki ay devam edelim inşallah.

Paylaş Tavsiye Et