Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Dünya Ekonomi > Şok tedavi ile enflasyon düşmez
Dünya Ekonomi
Şok tedavi ile enflasyon düşmez
Mithat Madran
GELİŞMEKTE olan ülkelerin en önemli problemlerinden birinin enflasyonla mücadele olduğunu söylemek mümkün. Özellikle Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye, enflasyonla mücadele için çeşitli istikrar programlarını hayata geçirmeye çalıştılar ve hala da bu istikrar programlarının değişik formlarını uygulamayı sürdürüyorlar. Ancak bu programların başarıya ulaştığını söylemek bir hayli zor. Söz konusu istikrar programları, dünyanın birçok ülkesinde ilk başlarda ekonomik büyümeyi arttırdıysa da genelde büyük krizlerle son buldu. Mesela 1970’lerin başında uygulamaya konulan istikrar programları 70’lerin sonunda ve 80’li yıllarda borç krizlerine dönüştü. Özellikle Latin Amerika ülkelerinin bu krizlerden çıkmaları uzun zaman aldı. Hatta bu yüzden Latin Amerika ülkeleri için 80’ler kayıp yıllar (lost decade) olarak anılmaya başlandı. Daha sonraki Meksika krizi, Brezilya krizi ve son olarak da Arjantin krizi ile bu krizlerin bölgedeki ve gelişmekte olan diğer ülkelere etkileri düşünüldüğünde, enflasyonu düşürmek amacıyla tasarlanan istikrar programlarının başarısızlıkla sonuçlandığı görülür. Türkiye de enflasyonla mücadele açısından Latin Amerika ülkelerinin tecrübelerini aratmamaktadır. 1980, 1994, 2000 ve 2001 krizleri derken, uluslararası iktisat literatüründe sürekli gündemde kalmayı başarıyoruz.
Yukarıda ismi geçen ülkelerin asıl dertleri, hızlı iktisadi kalkınmayı sağlamaktır. İktisadi kalkınmanın yolu ise yüksek büyüme oranlarından geçer. Yüksek büyüme oranlarını gerçekleştirmek ise gerek parasal politikalar, gerekse de mali politikalar vasıtasıyla ekonomiye daha fazla müdahale edilmesini beraberinde getirir. Hızlı büyüme talepleri sonunda enflasyonu hiç de istenmeyen rakamlara tırmandırır ve oyun tekrar başlar. Bu sefer görünen amaç enflasyonu düşürmektir. Çünkü enflasyon sürdürülebilir büyümenin önündeki bir engel olarak görülür. Enflasyonu düşürme çabaları ön plana çıksa da asıl amaç yine büyümedir. Gelişmekte olan ülkeler en azından son yüz, yüz elli yıldır bu oyunun kalkınma boyutunu hayata geçirmenin savaşını veriyorlar. Oyunun enflasyon boyutu ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra ve daha çok da Bretton Woods sisteminin ilga edildiği 70’li yıllarda öne çıkmaya başlar.
 
Gözde Makro-Ekonomik Politikalar: Tarihsel Süreç
Krizlerin ve yüksek enflasyon oranlarının halihazırda devam ettiğini düşününce, “Acaba yaşadığımız tecrübeler enflasyona çare bulmak için yeterli değil mi?” demeden edemiyoruz. Aslında yaşanan tecrübelerden ders aldığımız ve uygulanan makro-ekonomi politikalarını değiştirip günümüz şartlarına uydurduğumuz bir gerçektir. Mesela 70’lerin ve hatta 80’lerin genel ilgi gören ekonomi politikasının, bir ülkenin yerli parasını daha güçlü bir ülkenin para birimine sabitlemesi olduğu göze çarpar. Buradaki amaç, ekonomide nominal bir hedefin seçilip parasal politikaların bu hedefe uygun olarak belirlenmesi, piyasalarda güvenin sağlanması ve enflasyonist beklentilerin etkilenmesidir. Aynı dönemlerde başka ülkeler, özellikle de gelişmiş olanlar parasal hedefleme yöntemini benimsemişlerdir. Bazı ülkelerse bu iki politikayı aynı anda uygulamayı tercih etmişlerdir. Bunun en belirgin örneği İsrail’dir. İsrail enflasyonu düşürmek için döviz kurunu sabitleyip aynı anda parasal daralmaya gitmiş ve enflasyonla mücadelede oldukça başarılı olmuştur.
90’lı yıllara gelindiğinde döviz kurunu sabitleme politikası gözden düşmeye başladı. Bunun başlıca sebebi, döviz kurunun sabitlenmesinin ekonominin hareket alanını daraltması ve beklenmeyen şoklara karşı direncini kırmasıydı. Ayrıca merkez bankalarının finans hareketlerinin arttığı 90’larda döviz oranlarını sabit tutmak için uyguladıkları politikalar maliye politikalarıyla desteklenmeyince, ülkeler şiddetli krizlere maruz kalıyorlardı.
Parasal hedefleme, özellikle finans hareketlerinin arttığı, hızla liberalleşerek küreselleşen ülkelerde pek uygun bulunmaz. Çünkü finans hareketleri paranın dolaşım hızındaki dalgalanmaları arttırarak parasal hedeflerin belirlenmesini, takip edilmesini ve tutturulmasını zorlaştırır. Döviz kurunun ve parasal büyüklüklerin hedeflenmesindeki bu zorluklar sebebiyle günümüzün gözde ekonomi politikası, enflasyon hedeflemesi olarak beliriyor. Geçtiğimiz yıllarda birçok ülke İMF’nin de yönlendirmesiyle dalgalı kur sistemine geçti ve enflasyonu (açık veya örtülü) nominal çıpa olarak benimsedi. Örneğin, Brezilya 1999’da enflasyon hedeflemesini uygulamaya koyarak enflasyonu 2001’de %2 ile %6 arasında tutmayı amaçladı. Brezilya’nın 2001 enflasyon oranı %6.9’la belirlenen hedefe yakın gerçekleşti. Meksika da 2001’de enflasyon hedeflemesini bir ekonomi politikası olarak kabul etti. İMF’nin verilerine göre şu anda 18 ülke enflasyon hedeflemesi politikasını benimsediğini resmi olarak ilan etmiş durumdadır. Enflasyon hedeflemesini benimsediğini resmen duyurmayan ama bu politikayı aşağı yukarı uygulayan ülkeler de hesaba katıldığında, bu ülkelerin sayısı 40’a çıkmaktadır.
 
Aynı Anda Uygulanan İki Uç Politika: Dalgalı Kura Karşı Dolarizasyon
Enflasyon hedeflemesi politikalarının başarılı olduğu söylense de bazı iktisatçılar aynı görüşte değillerdir. Bu iktisatçıların iddiaları şöyle sıralanabilir: Öncelikle geçtiğimiz yıllar dünya ekonomisinin ciddi olarak enflasyonist bir eğilim göstermediği, tam tersine deflasyonist baskıların arttığı bir dönemdi. Bu sebeple enflasyon hedeflemesi politikaları ciddi bir testten geçmedi. Calvo ve Reinhart gibi iktisatçılar, gelişmekte olan ülkelerin gerçekten dalgalı sisteme geçip kur dalgalanmalarına izin verip vermediklerini sorgulamakta ve güvenilirlik problemi sebebiyle birçok ülkenin aslında ilan ettikleri dalgalı kur ve enflasyon hedeflemesi politikasını benimsemediklerini öne sürmektedirler.
Yine bir Latin Amerika ülkesi olan Ekvator’da ise dalgalı kur ve enflasyon hedeflemesi politikasının tamamen zıddı olan dolarizasyon politikası uygulanmaktadır. Ekvator kendi para birimini ilga edip doları para birimi olarak kabul etmiştir. Amacı güvenilirliği arttırarak büyümeyi sağlamaktır. Bu amaçla da merkez bankasının özerkliği, maliye politikalarının düzenlenmesi gibi tartışmalara girmeden son İMF yardım paketinden hemen sonra dolarizasyona geçme kararını almıştır. Bu gelişme Washington’daki birçok kurumu, özellikle de İMF ile FED’i kızdırsa da Ekvator’un ekonomisi son yıllarda pek de fena gitmemektedir. Dolarizasyon tartışmaları ayrı bir yazının konusu olacak kadar geniştir, ancak burada önemli olan nokta genel eğilimin tersi yönde gidenlerin de olduğudur.
 
Enflasyonu Düşürmek İçin Seçilen Şok Tedavi Yöntemi Kendi Sonunu mu Hazırlıyor?
Türkiye, İMF’nin sözünü dinleyen ülkeler arasındadır. Tam olarak olmasa da Türkiye’nin enflasyon hedeflemesi politikasını benimsediği bir gerçek. Türkiye, enflasyonu kısa bir sürede düşürmeyi amaçlıyor. Birkaç yıl içerisinde enflasyonu tek haneli sayılara indirmek şeklindeki bu yöntem soğuk hindi (cold turkey) politikası olarak da biliniyor. Ancak, art arda geçirdiğimiz krizler göz önüne alındığında Türkiye’de bu tarz şok tedavilerin işlemediğini görmek zor değil. Bu tür şok tedavi yöntemlerinin, hiper enflasyon şartlarında işlediğini görüyoruz. Türkiye ise yüksek enflasyonun hiper enflasyon haline gelmediği ancak sürekli olduğu bir ekonomiye sahip.
Peki, neden Türkiye aşamalı olarak enflasyonu düşürmek yerine şok tedavi yöntemini seçmiştir? Türkiye’yi bu karara iten iki sebep olabilir. Bunlardan birincisi enflasyonun zararları ile ilgili ön kabullerimiz. İkincisi ise bu politikayı benimseyenlerin karakterleri ve pazarlık güçleridir.
Enflasyonla mücadele ile ilgili kararlar genel olarak üç grup tarafından alınıyor. Bunlardan birincisi hükümet. İkincisi ise bürokratlar ve Merkez Bankası. Ekonomi politikalarını belirleyen son, ama bir hayli güçlü faktör ise İMF. Krizler nedeniyle İMF ile pazarlık gücü azalan diğer aktörler İMF’nin tavsiyelerini büyük ölçüde istikrar programı olarak benimsemek durumunda kalıyorlar. Bu açıdan şok tedavi yöntemi önerisinin İMF’den geldiğini düşünebiliriz.
Ancak enflasyonun zararı, iktisadi kararları alanlar tarafından yanlış anlaşılıyor gibi gözüküyor. Merkez Bankaları fiyat istikrarını sağlamayı amaç edinmiş kurumlar. Fiyat istikrarının olduğu yerde belirsizlik azalıp ekonomik büyümenin sağlanacağı kabul ediliyor. Bizce yanlış bir düşünce olarak fiyat istikrarının önündeki engelin enflasyon olduğu düşünülüyor. Bu yaklaşımın en büyük hatası fiyat istikrarının mutlak değerler halinde algılanması. Bu yaklaşım fiyatların mümkün olduğu kadar istikrarlı olmasını öngörüyor. Oysa bizim gibi enflasyonun sürekli ve yüksek olduğu ülkelerde fiyat istikrarını daha farklı anlamakta fayda var. Uzun süren enflasyona ekonomi zaten uyum sağlamış durumda. İnsanlar bir şekilde enflasyonu içselleştirip, gündelik işlemlerinde hesaba katıyorlar. Böyle bir ülkede asıl belirsizlik enflasyon oranının dalgalanmasında yatıyor. Başka bir deyişle büyümeyi engelleyen, ekonomik maliyeti olan enflasyonun kendisi değil, enflasyon oranındaki dalgalanmaların meydana getirdiği belirsizlik. Türkiye’de iktisat politikalarını belirleyenler aslında enflasyonu düşüreceğiz derken enflasyondaki dalgalanmayı arttırarak ekonomik belirsizliği çoğaltıyor, kaş yapacağız derken göz çıkartıyorlar. Enflasyondaki dalgalanma ise hazırlanan programa olan güvensizlikten kaynaklanıyor. Güvensizlik sonucu ilk başlarda düşen enflasyon beklentileri daha sonra tekrar artıyor ve hükümete devalüasyondan başka seçenek bırakmıyor. Bu durumda ortaya çokça yaşadığımız kriz süreci çıkıyor ve enflasyon oranları çok artıyor. Soru şu: Acaba hangi politika daha çok belirsizlik oluşturuyor? Birinci durumda enflasyon ilk yıl %20, sonraki yıl ise krizle beraber %100. Diğer durumda ise enflasyon iki yıl üst üste %60 olarak gerçekleşiyor. Tabi ki ikinci durum fiyat istikrarı açısından daha iyi ve belirgin. Bu noktada, istikrar programları yapılırken krize girilmesi ihtimalinin neden hesaba katılmadığı düşünülebilir. Bu ihtimal özellikle de yaşadığımız tecrübeler ve makro ekonominin çok bilinen güvenilirlik sorunu çözülememişken, hesaba daha en başta katılmalıdır.
Şok tedavi yönteminin benimsenmesinin bir diğer sebebini “iktisadi kararları alanların karakterleri” şeklinde ifade etmiştik. Ekonomik kararların alınmasında etkili olan kurumlar; Hükümet, Merkez Bankası (bürokrasi) ve İMF. İstikrar paketinin şeklini büyük ölçüde İMF belirliyor. Ama bu kurumlar arasındaki oyun sadece istikrar paketinin hazırlandığı dönemle sınırlı değil. Paket kabul edilip ekonomi canlanmaya başladığında hükümetin gücü artmaya başlıyor. İMF verdiği borcu taksit taksit vererek kontrolü elinden bırakmamaya çalışsa da, paranın büyük bir kısmı istikrar paketinin açıklanmasıyla veriliyor veya İMF anlaşmayı imzalayıp, piyasalara güven vererek ekonominin canlanmasını sağlıyor. Ekonomi canlandıkça uygulama sürecinde toplumsal baskıların da etkisiyle hükümet İMF politikalarından sapmaya başlıyor. İMF politikalarından sapmak ise sonuçta sonraki İMF anlaşmaları için çok da büyük problem oluşturmuyor; çünkü İMF ile yapılan anlaşmalar çoğunlukla Amerikan hükümetinin desteği alınarak yapılıyor.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığına sıkça vurgu yapılsa da bunu pratikte görmek çok kolay değil. Merkez Bankası daha çok programın hazırlanması sırasında ve daha sonra hükümete verdiği tavsiyelerle sürece katılıyor. Burada alınan yanlış kararlardan sadece İMF’yi sorumlu tutmak kolaycılığına da gitmemek lazım. Eğer hükümetler ve Merkez Bankası daha gerçekçi istikrar paketleri ile gelmiş olsalar, istikrar programlarını uygulamak bu kadar zor olmayacaktır.
Sonuç olarak Türkiye kendi iktisadi kararlarını vermeyi öğrenmelidir. Türkiye’den binlerce kilometre uzakta belirlenen politikaları ciddi bir tartışmaya tabi tutmaksızın uygulamak, yanlış iktisadi politikaların benimsenmesine sebep olmaktadır. Aslında bu problemler bir bakıma Türkiye’de sivil toplumun güçsüzlüğünün ekonomideki yansımaları olarak görülebilir. Türkiye modernleşme tecrübesine yukarıdan (yöneticilerin, bürokratların) etkisiyle girdi. Bu modernleşme tecrübesinin bir yansıması sivil toplumun Türkiye’de çok da güçlü olmaması olarak gerçekleşti. Sivil toplum kuruluşları iktisadi politikaların benimsenmesinde çok daha etkili olup bir tartışma zemini oluşturabilirlerse Türkiye çok daha sağlıklı iktisadi kararlar alabilir. Bunun bir diğer olumlu etkisi de halkın istikrar programlarını daha çok sahiplenmesi olacaktır.

Paylaş Tavsiye Et
Dünya Ekonomi
DİĞER YAZILAR