Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2010) > Dünya Ekonomi > Post-Washington konsensüsü ne kadar post?
Dünya Ekonomi
Post-Washington konsensüsü ne kadar post?
Mithat Madran
SON yıllarda neoliberal düşünceyi temsil eden yaklaşımların, devletin ve kurumların kalkınmadaki rolüne yaptıkları vurgu hiç de gözden kaçacak gibi değil. Özellikle kurumların uzun süreli gelişmeye katkıları ve devletin, kalkınmayı destekleyen kurumların tesis edilmesindeki önemine yapılan vurgular aslında 1970’lerin sonu ile 1990’ların başına kadar süregelen neoliberal yaklaşımla şekillenen Washington mutabakatının çıkmazlarıyla doğrudan ilişkili. 1970’lerin sonuna doğru ulusal kalkınmanın, devletin ekonomideki rolünü artırmasından geçtiğine olan inanç, ithalatı teşvik ve finansal baskı politikalarının başarısızlığıyla sonuçlandı ve bu politikaları takip eden birçok gelişmekte olan ekonominin yaşadıkları krizlerin ardından gözden düştü. Yapısal kalkınma stratejilerinin yerini, devleti halkının çıkarları için çalışan bir yapı gibi gösteren nahif yaklaşımlara karşı çıkan neoliberal görüşler aldı. 1980’lerde neoliberal görüş, devletin aslında kendi çıkarlarını düşünen politikacılar ve bürokratlar tarafından idare edildiğine yaptığı vurguyu daha da artırdı. Washington mutabakatı olarak da anılan ekonomi politikalarıyla devletin ekonomiye doğrudan müdahalesinin önüne geçilmesi hedefleniyordu. Bu amaçla mutabakat, gelişmekte olan ülkelerde kalkınmanın yolunun özelleştirmeden, mali disiplinden, finansal ve ticari liberalleşmeden ve vergi reformu gibi bugün de sıkça tekrarlanan hazır ekonomi politikaları kılavuzundan geçtiğine vurgu yaparak son yirmi yıla damgasını vurdu.
Son yıllarda ise Washington konsensüsü gerek çevreden, gerekse merkezden yönelen saldırıların odağı haline geldi. Temel tenkit noktası ise bu mutabakatın gereklerini uygulayan birçok ülkenin kalkınma başarılarının hiç de iç açıcı olmamasıydı. Birçok Latin Amerika ülkesi 1990’larda neoliberal politikalar benimsemiş, fakat 1980 öncesindeki büyüme rakamlarına bile yaklaşamamıştı. Son yıllarda 90’ların başarı simgesi olarak görülen Arjantin ekonomisinin de çökmesiyle konsensüs, Latin Amerika’da son mevziini kaybetti. Türkiye de benimsenen neoliberal politikalarla 1980’lerde yüksek büyüme oranları yakalamayı başardı. Ancak 1990’lar boyunca ve 2000’li yılların başında mutabakatı sonuna kadar izleyen Türkiye hiç de olumlu neticeler alamadı. Dünya’ya baktığımızda da, son yirmi yılda hızlı ve sürekli büyümeyi başaran ülkelerin bu mutabakata hiç de uymayan ülkeler olduğunu görüyoruz. Çin, Vietnam ve Hindistan pazar ekonomisine yönelik reformlar yaparlarken Washington konsensüsünü takip etmediler. Serbest piyasalara yönelik yenilikleri ve kurumları kendi iç dinamiklerinden çıkarmayı başarabildiler. Bütün bu gelişmeler ise, Washington konsensüsünü üzerinde tekrar düşünülmesi gereken bir konuma getirdi.
 
Yeni Bir Mutabakat mı?
Post-Washington (Washington-sonrası) mutabakatı olarak bilinen bu görüş Washington konsensüsüne biçimsel olarak bir takım değişiklikler getirse de gelişmekte olan ülkelere yaklaşım açısından özde bir değişiklik içermiyor. Post-Washington mutabakatını savunanlar Washington konsensüsünün aslında doğru olan prensiplerinin, yönetim (governance) reformu olmadan uygulamaya konulduğunu öne sürüyorlar. Neoliberal düşüncenin hükümetlere ve bürokratlara olan güvensizlikleri de düşünüldüğünde, yeni mutabakatta kurumların ekonomik kalkınmadaki rolüne yapılan vurguyu anlamak hiç de zor değil.
Post-Washington konsensüsü sadece kurumların önemine vurgu yapmakla kalmayıp arzulanan kurumlara nasıl ulaşılacağına dair politika tavsiyelerinde de bulunuyor. Örneğin, Türkiye’de; makroekonomik istikrarın sağlanması, kalkınma için bir ara amaç olarak ortaya konuluyor ve bu amacı sağlamak için sağlıklı kurumlara gerek duyulduğu vurgulanıyor. Buraya kadar problem yok. Fakat yeni mutabakat, burada da kalmayarak “Bu amaç, ancak bağımsız merkez bankasından ve enflasyon hedeflemesinden geçer” diyor. Ülkelerin kendi özel şartları düşünülmeden veya bu ülkelere, kendileri için hangi kurumların faydalı olacağına dair karar verme hakkı tanınmadan bazı kurumlar belirleniyor. Daha sonra da bu kurumlar, İMF ve Dünya Bankası aracılığıyla gelişmekte olan ülkelere dikte ettiriliyor. Kısacası gelişmekte olan ülkelere yaklaşım açısından Post-Washington mutabakatı, Washington konsensüsüyle özde bir farklılık arz etmiyor.
Yeni mutabakatın bu çıkmazı aslında kurumları nasıl algıladığımızla alakalı. Kurumların önemi son zamanlarda çokça vurgulansa da kurumların algılanışı konusunda bir birlik olduğunu söylemek hayli zor. Başka bir deyişle birinci problem, kısmen kurumların önem sırasını doğru tespit edememekten kaynaklanıyor. Kurumları doğru anlayabilmenin yolu ise kurumları ve kuruluşları (organizasyonları) birbirinden ayırt edebilmekten geçiyor. Veya kurum- organizasyon farkı yapmadan, kurumların derece olarak farklı olabileceğini görebilmemiz gerekiyor. Örneğin mülkiyet hakkı, kanun üstünlüğü kendi başlarına birer kurum olarak görülseler de, bunlar aslında başka alt kurumların oluşturulmasıyla varlık kazanan kurumlar. Mülkiyet hakkının ve kanun üstünlüğünün yerleştiği toplumların kalkınmayı daha hızlı gerçekleştirdikleri konusunda hemfikir olmak hiç de zor değil. Ama bu kurumların gerçekleşmesi için alt kurumların ille de şu veya bu biçimde şekillenmesi gerektiğini öne sürmek çok büyük bir yanlış. İşte Post-Washington konsensüsü kurumların önemini kavrayarak ne kadar doğru yapıyorsa, bu kurumları gerçekleştirmek için “mutlaka şu alt kurumlara ihtiyacınız var” demekle de o kadar yanlış yapıyor. Bu özelliğiyle de eski mutabakata çok büyük bir açılım getiremiyor.
 
Olumlu Yönleri de Var Ama…
Elbette Post-Washington konsensüsü, öncesine kıyasla çok daha kapsamlı. Yeni kalkınma kılavuz kitabına; eskilerine ek olarak iyi yönetim, yolsuzlukla mücadele, finansal kod ve standartların geliştirilmesi, sermaye piyasalarının daha ihtiyatlı bir şekilde serbestleştirilmesi, yoksullukla mücadele gibi konuların girdiğini görmek güzel. En azından, kalkınmanın sadece kişi başına düşen gayri safi milli hasıla ile özdeşleştirilmemesi ve kalkınmanın farklı boyutlarının tasdik edilmesi olumlu bir gelişme. Fakat bu anlayışın gelişmekte olan ülkelere bir açılım sağlayabilmesi, bu sorunların çözümüne nasıl yaklaşıldığından geçiyor ve bunun için de yukarıda değindiğimiz metot sorunu önem kazanıyor.
Peki bu açılım nasıl sağlanır? Tarihi örnekler bize bu açılımın, ülkelerin kendilerinden kaynaklanması durumunda daha başarılı olabileceğini gösteriyor. Başka bir deyişle bir ülke öncelikle kendi şartlarını anlayabiliyorsa, kendi kurumlarını dünya şartlarına göre değiştirebilir. Tabii bu hiç de kolay değil. Kurumların değişmesi uzun zaman içersinde gerçekleşiyor ve birçok güç ilişkisini içinde barındırıyor. Belki de bu yüzden ülke içindeki ve uluslararası sistem içindeki güç dengelerini aşamayan İMF, Dünya Bankası gibi Post-Washington konsensüsünü temsil eden kuruluşlara hazır ekonomi politikalarını içeren kılavuz kitapçığı izlemekten başka bir çare kalmıyor.
 
Türkiye Nerede?
Türkiye, Washington kaynaklı bütün mutabakatların her daim müşterisi gibi gözüküyor. 1950’lerin liberal politikaları, 1960 ve 70’lerin planlama stratejileri, yapısal kalkınma uğruna girişilen dışa kapalı büyüme modelleri, 1980’lerin serbest piyasa modeli, 90’ların serbest sermaye hareketleri ve şimdilerde izlenen İMF politikalarıyla Türkiye her dönemde Washington ile mutabık kaldı. Washington’daki konsensüsleri, her dönemde, bizim için en iyi alternatif oldukları için mi benimsiyoruz? Yoksa daha iyi ekonomi politikaları üretecek duruş ve anlayıştan uzak olmamızdan mı? Veya daha iyi ekonomi politikaları üretsek de bunları uygulayacak kadar gücümüz olmadığından mı bütün hakim görüşlere müşteri oluyoruz? Bütün bu soruların cevapları sağlam bir anlayıştan geçiyor. Yani, başka sayılarda buluşmak üzere…  

Paylaş Tavsiye Et
Dünya Ekonomi
DİĞER YAZILAR