Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Topluyorum
Alçak koltuk, yüksek tansiyon

 

Merhaba arkadaşlar, kışın bu soğuk günlerinde yine bir araya gelmiş bulunuyoruz. Küresel ısınma dolayısıyla kış neredeyse hiç gelmeyecek sandık, ama nihayetinde o da karlı yüzünü gösterdi bize. Geçtiğimiz ay ülke gündemini meşgul eden konuları yine değerli fikirlerinizle masaya yatıracağız. Her ay olduğu gibi ben bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum. İç siyasi gelişmelerde bu ay Kürt sorunu bağlamında açılım tartışmaları biraz geri planda kaldı. Balyoz Darbe Planı’nı, erken seçim ve oy oranı tartışmalarını, Anayasa Mahkemesi’nin askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına izin veren düzenlemeyi iptal etmesini, kozmik odadaki aramayı, ekonomide yeni yıla girerken emekli maaşlarına ciddi zamların yapılmasını, bu artışların karşılanması için de benzinden sigara ve benzeri birçok ürüne yüksek oranda vergi getirilmesini konuştuk. Dış politikada ise en önemli olay, İsrail’le yaşanan “alçak koltuk” tartışması oldu. Bunun yanında Kıbrıs konusunda yeniden hareketlenen görüşmeler, Başbakan’ın Rusya ve Suudi Arabistan ziyaretleri, Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin ziyareti ve bu ülkeyle vizelerin kaldırılması, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin iki ülke arasında imzalanan protokoller ile ilgili kararı, Mısır’da Gazze’ye giden yardım konvoyuna yönelik saldırı gibi başlıkları tartıştık. Bunun yanında Haiti’de meydana gelen deprem, dikkatleri Batı Yarımküre’nin bu en fakir ülkesine çekti. Her zaman olduğu gibi iç siyasi gelişmeleri değerlendirerek toplantımıza başlayalım isterseniz.
Geçtiğimiz ayın başlarında uzun bir süre kozmik odada devam eden arama konuşuldu. İlk başlarda herkesin çok yakından takip ettiği incelemeler, zaman içerisinde gündemden düştü. Aramaların başlangıcında “devletin yatak odasına girildiği” iddiaları ileri sürüldü hatırlarsanız; bunun bir yansıması olarak “devlet sırrı” kavramı da yeniden tartışılmaya başlandı. Aramalar sonucunda dava konusu olacak bir bulgu ortaya çıkmasa da, bu aramanın “devlet sırrı”nın tartışılmasına yol açması bile başlı başına ülkemizin demokratikleşmesine katkı niteliğindeydi. Unutmayalım ki demokrasinin bekleme odası yoktur. Yani bir yerde uzun süre bekleyerek demokratik olamazsınız. Süreç içerisinde bazen ilerleyerek, bazen yalpalayarak gelişen bir süreçtir demokratikleşme.
Yalpalama derken kastettiğin nedir, biraz açıklar mısın?
Şöyle ifade edeyim. Bunu biraz da gelgit anlamında söyledim. Demokratikleşme süreçlerinde bazen atılan olumlu adımların ardından daralmalar gerçekleşebiliyor. Veya günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi “sivil dikta” türünden absürt suçlamalar yapılabiliyor. Uzun süre bir partinin iktidarda kalmasının getirdiği rahatsızlıkla, siyaset mücadelesinin bir başka yolu olarak bu türden iddialar dile getirilebiliyor. Tüm bu gelişmelere rağmen, ben demokratik uygulamaların avantajlarını gören insanların eski hale dönüşün önüne geçmek için emek harcayacaklarını, içselleştirdikleri özgürlükleri korumak adına çaba sarf edeceklerini düşünüyorum. Ama dediğim gibi bu, geri gidiş yönünde bazı çabaların olmayacağı anlamında gelmez.
Geçtiğimiz ay içerisinde ortaya çıkan bazı planları, hazırlıkları görünce ben de açıkçası Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin sürekli bir testten geçtiğini düşünmeye başladım. Gerek “Kafes” gerekse “Balyoz” kod adlı planlar çerçevesinde ortaya çıkan resim, Türkiye’de bazı kişilerin genlerine işlemiş duyguların değişmesinin kolay olmayacağını gösteriyor. “Can çıkmayınca huy çıkmaz” misali, darbe heveslerinden vazgeçmeyen kişiler var. Ortaya yeni yeni belgeler döküldükçe, nasıl böyle belgelerin hazırlanabildiği sorusuna cevap vermekten çok, bu belgelerin ortaya çıkması nedeniyle uzun yıllardır harcanan emeklerin boşa gittiği şeklinde açıklamalar yapılabiliyor. Bazen öylesi açıklamalar yapılıyor ki ben kendimi saf yerine konulmuş hissediyorum. İnandırıcılıktan gayet uzak, açıklamayı yapanların kendilerinin bile inanmayacağı sözler söyleniyor. Birileri milletin verdiği vergiler ile aldıkları maaş karşılığında, başka işleri olmadığı için milletin seçtikleri yöneticilere karşı darbe hazırlıkları yapıyorlar. Sonra da ilgili bilgi ve belgeler ortaya dökülünce bunları ortaya çıkaranları devlet sırrını ifşa etmekle suçluyorlar.
Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış.
Bana göre bunlar tümüyle, Türkiye’de son yıllarda yaşanan siyasal ve toplumsal dönüşümden rahatsız olan, ellerindeki avantajlarını kaybettiklerini düşünen bazı kesimlerin vuruşarak geri çekilme politikasının bir göstergesi. Ekonomik ve siyasi olarak yükselen kesimin karşısında bürokratik güçleri ile durmaya çalışan bu insanlar, Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında oynadıkları rol dolayısıyla, “fetih hakkı” olarak değerlendirilen, sürekli ayrıcalıklı konumda olmaları gerektiği şeklinde bir düşünceye kapılıyorlar. Bu anlayışa göre onların istediklerinin olması, başka kişilerin ise ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar bazı haklardan mahrum kalmaları gayet doğal, ne de olsa “fetih hak”ları var. Bu türden düşünceler dikkat ederseniz belirli zamanlarda dile getirilir. Özellikle bu kesimlerin avantajlarının sınırlanması ile ilgili bazı hazırlıklar duyulursa, devleti kimin kurduğu ve hangi çizgiye oturttuğu hatırlatılır.
Bu düşüncelere tamamen katılıyorum. Bu bağlamda son dönemde Hükümet’in çeşitli şekillerde kıskaca alınmaya çalışıldığını düşünüyorum. Bir yandan yargı bürokrasisinin tutumu ve Ergenekon Davası’nda yavaşlama işaretleri, diğer yandan Hükümet’i sivil dikta kurmakla suçlamalar ve erken seçim iddiaları… Tüm bunlar 2007 öncesindeki kadar olmasa bile Hükümet’e karşı girişimlerin hız kazandığını gösteriyor. Burada amaç, açılım sürecinde ve demokratikleşme yönünde diğer adımların atılmasını engellemek veya geciktirmek, ekonomik krizin etkilerinin hissedildiği şu dönemde Hükümet’i zorlamak gibi geliyor bana.
Anayasa Mahkemesi’nin aldığı son karara ne diyorsunuz? Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına imkan veren düzenlemeyi iptal eden mahkeme, devam eden Ergenekon yargılamalarını da etkileyecek bir karar verdi. Belki bu da hayırlı bir gelişme olur ve Anayasa’da çeşitli değişiklikler yapılmasına yönelik bir sürecin başlamasına vesile olabilir. Hükümet’in şu durumda Anayasa’yı değiştirecek bir çoğunluğu yok Meclis’te. Ama bir referanduma gidilmesi ihtimalini ciddi ciddi düşündüklerini gösteren işaretler geliyor. Böylesi bir süreç ortaya çıkarsa son dönemde yürütülen oy oranı tartışmaları da sona erer gibi geliyor bana.
Herkes boyunun ölçüsünü alır diyorsun yani!
Bu ay son dönemlerde ihmal ettiğimiz ekonomiye biraz eğilelim diyorum. Malum yeni yıla girdik, ekonomik krizin sonlarına geldiğimiz konuşuluyor. Ayrıca geçtiğimiz ay en fazla dikkatimiz çeken şeylerden birisi de işçi eylemleri oldu. Emekli maaşlarına zam yapıldı; ama benzin ve sigaraya da ciddi zam yapıldı. Bu yılın ekonomik görünümü ile ilgili fikirlerinizi almak isterim.
Türkiye’nin krize diğer bazı ülkelerden daha geç girdiğini düşünüyorum. Özellikle ihracat yaptığımız ülkelerdeki ekonomik durgunluğun yansıması biraz gecikmeli olduğu için bizim krizden etkilenmemiz de biraz daha sonra oldu. Ama şunu itiraf etmeliyiz ki, biz krizden pek çok ülkeden daha fazla etkilendik.
Teğet geçmedi mi!
Pek öyle söyleyemeyiz. Büyüme rakamlarına baktığımızda geçtiğimiz yıl ülkemizin %6 oranında küçüldüğünü görüyoruz. Bu oldukça büyük bir rakam. Yüksek miktardaki bu küçülmeye rağmen bu yılın ekonomik beklentilerine baktığımızda Türkiye’ye yönelik öngörülerde %5’e kadar büyüme tahminlerinin yapıldığını görmekteyiz. Yani fazla küçüldük ama hızlı büyüyeceğiz gibi gözüküyor. Bir de küçülme oranlarının büyüklüğüne rağmen, dünyanın farklı ülkelerindeki ekonomik sorunlarla karşılaştırıldığı zaman ülkemizin ekonomik görünümünün gayet iyi durumda olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada Türkiye’nin en önemli avantajları olarak bankacılık sektörünün krize hazırlıklı girmesini, geniş iç pazarı ve kamu borcunun düşük olmasını verebiliriz. Dikkatlerinizden kaçmamıştır sanıyorum, geçtiğimiz ay içerisinde uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin notunu yükselttiler. Aynı zamanda kesinleşmiş olmamakla birlikte IMF ile de anlaşma yapılacağı haberleri gündemi meşgul ediyor. Dünyanın diğer kesimlerine göre daha erken krizden çıkma ihtimalimiz yüksek. Bu bağlamda ekonomik gelişmemiz sadece dış pazar bağlantılı olmadığından, geniş çaplı iç pazarımızın hızlı büyüme için önemli bir avantaj sağlayacağını düşünüyorum.
Dış politikadaki gelişmeleri de ele almayı unutmayalım. Öncelikle Haiti’de yaşanan depremi konuşalım. Dünyanın en fakir ülkelerinden birisi olan Haiti’de meydana gelen 7 şiddetindeki deprem tam bir insanlık trajedisine dönüştü. Dünyada geniş çaplı yardım kampanyaları düzenlendi ama bu yardımların ulaştırılması noktasında ciddi koordinasyon sorunları yaşandı. Bu trajedide insanı en çok üzen şey ise cesetlerden sokaklarda barikatlar yapılması idi. Yardım kampanyalarında bölgeye yakınlığının da etkisiyle ABD başı çekti. Türkiye’den de gerek Kızılay gerekse insani yardım kuruluşları bölgeye hem kurtarma ekibi hem de yardım malzemesi gönderdiler.
Yardım demişken, geçtiğimiz ay en fazla konuşulan konulardan birisi de Gazze’ye düzenlenen yardım konvoyu oldu. İngiltere’den yola çıkan ve Türkiye’den de geçen konvoyun Gazze’ye girmesi biraz sorunlu oldu. Eğer Türkiye’nin girişimleri olmasaydı bu yardım konvoyu yerine ulaşamayacaktı. Özellikle İsrail’in baskısından çekinen Mısır’ın tutumu ciddi eleştiri konusu oldu. Konvoyun geçişi sırasında engellemeler ve bazı kişilerin tutuklanması gibi sorunlar yaşandı.
Bu noktada bazı yorumcuların da konvoya katılanları eleştirdiklerini unutmayalım. Konvoyun amacı sadece geçtiğimiz yılki saldırıların ardından bir yıldır abluka altında tutulan Gazze’ye yardım malzemesi ulaştırmak değildi. Bu amaç önemli olmakla beraber bu ablukaya tüm dünyanın dikkatini çekmek de öncelikli hedeflerden birisi idi. Büyük ölçüde bu amaca ulaşıldı; ama özellikle Mısır hükümeti ile yaşanan sorunlar, bazı yorumcuların bu konvoya katılan örgütlerin esas amaçlarının insani yardım olduğunu hatırlatarak, bu kadar siyasi hale gelmenin bu örgütlerin temel fonksiyonlarını icra etmelerine olumsuz etki yapacağını dile getirmelerine neden oldu.
Gazze’de son bir yıldır yaşananlar aslında Filistin sorununun geldiği aşamayla ilgili olarak önemli ipuçları veriyor. 2006 parlamento seçimlerinde kimsenin beklemediği bir başarı kazanması sonrasında Hamas’a karşı bir izolasyon siyaseti işlemeye başladı. Amerika önderliğindeki bazı ülkeler Hamas’ı muhatap kabul etmedikleri için onu başarısızlığa mahkum etmek amacıyla çeşitli kısıtlamaları devreye soktular. Ayrıca Filistin içerisinde Hamas ile el-Fetih arasındaki iktidar mücadelesi de Filistin siyasetini ciddi şekilde etkilemeye başladı. Taraflar arasındaki mücadele çoğu zaman silahların da kullanıldığı bir hal aldı. 2008 sonu ve 2009 başında yaşanan Gazze saldırısına giden süreç ise Hamas ile İsrail arasında varılan ateşkesin sona ermesi ile başladı.
Gazze saldırıları ile ilgili olarak dikkatleri çeken diğer önemli gelişmeler de İsrail’in eylemleri dolayısıyla ciddi eleştirilere maruz kalması ve diplomaside zorluklar yaşaması idi. İngiltere’de alınan bir mahkeme kararı ile dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni hakkında insanlığa karşı suç işlemekten tutuklama kararı çıkarıldı. Bazı Avrupa ülkelerinde de İsrailli siyasetçilere eleştiriler geldi ve benzeri talepler gündeme getirildi. Hatırlarsanız geçtiğimiz aylarda İsrail’i zor durumda bırakan diğer önemli gelişme de, Gazze’de yaşananları incelemek üzere BM tarafından oluşturulan komisyonun yazdığı ve hâkim Richard Goldstone’un başkanlık yapması nedeniyle onun adıyla anılan raporda da savaş suçu işlemekle suçlanması oldu. Kendisi de Güney Afrikalı bir Yahudi olan Goldstone’un bu raporu BM Genel Kurulu’nda kabul edilmişti. Genel Kurul’da kabul edilmesi dolayısıyla bağlayıcı olmasa da raporun Güvenlik Konseyi’ne gelme ihtimali dahi İsrail’i rahatsız etti. Ayrıca BM tarafından görevlendirilmiş bağımsız bir komisyonun Hamas’ın yanında İsrail’i de suçlu bulması terörle mücadele ettiği argümanını ileri süren İsrail için önemli bir sorun kaynağı oldu. Özellikle saldırılarda kullanılan silahların özellikleri, fosfor bombası iddiaları, sivil hedeflerin bilinçli bir şekilde vurulması gibi eleştiriler ve İsrailli yetkililerin yeterince işbirliği yapmaması gibi konular dikkat çeken noktalardı.
Farkındaysanız son dönemde İsrail, dünya kamuoyunda uygulamalarını savunmakta bazı zorluklar yaşıyor. Artık eskisi gibi bir barış süreci de yok. Filistinliler belki barış istiyorlar ama kendi aralarında o denli bölünmüş durumdalar ki, Filistin halkını kimin temsil ettiği noktasında tartışmalar sürüp gidiyor. İsrail de karşısında barış için bir muhatap olmadığı iddiaları ile barış görüşmelerini erteliyor. Zaten mevcut İsrail yönetiminin Filistinleri muhatap almak gibi bir siyaseti de yok. Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman seçim sürecinde dile getirdiği bazı açıklamalarında sorunun topyekun çözümü için toplu göç seçeneğinden bahsediyordu.
Bu Lieberman şu son koltuk krizi öncesinde ve sonrasında Türkiye’yi eleştiren ve İsrailli diplomatlara Türkiye’ye karşı yeterince sert olmadıklarını söyleyen bakan değil mi?
Aynen öyle. Şu anda koalisyon ortağı partilerden birinin lideri. Üçlü koalisyon içerisinde ne Netanyahu’nun ne de Lieberman’ın barışa niyeti var. Sadece Barak’ın böyle bir niyeti olduğunu söyleyebiliriz. Koltuk deyince, bu ay yaşanan ve Türkiye ile İsrail arasında son dönemdeki krizler dizisine eklenen “alçak koltuk” krizini de değerlendirmek gerekir sanırım.
Bu kriz şunu gösteriyor ki, İsrail makamları Türkiye’nin son dönemde Ortadoğu’da oynadığı rolden hiç de memnun değil. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın bulduğu her fırsatta İsrail’i eleştirmesinin ardından Türkiye’ye bir ders vermek gerektiğini düşünüyorlardı muhtemelen. Geçtiğimiz aylarda yaşanan Ayrılık dizisi krizine benzer bir şekilde bu defa Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde yer alan bazı görüntüler nedeniyle İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisi’ni protestosunu bildirmek için çağırıyor ama asıl niyeti istiskal etmek. Bu nedenle kendince bir mizansen hazırlıyor; ama sonucunda yaşananları hepimiz gördük ki, küçük duruma düşenler kendileri oldu. Türkiye, Cumhurbaşkanı’nın ağzından oldukça kararlı bir tutum izledi ve İsrail tarafının özür dilemesini sağladı.
Yine şeytanın avukatlığını yapacağım kusura bakmayın. Başbakan Erdoğan böyle her seferinde İsrail’i eleştirmek zorunda mı? Araplardan daha fazla Arapçı olmanın, kendimize düşman kazanmanın âlemi ne? Zaten takip ediyorsunuzdur, Ermenistan ile ilgili protokollerde sorun yaşanacak gibi görünüyor. Yahudi lobisini tamamen karşımıza almanın gereği var mı?
Klasik ulus-devlet mantığı açısından bakarsak ve çıkar temelli bir analiz yaparsak haklı görünebilirsin. Ama unutmamak gerekir ki, Erdoğan’ın bu açıklamaları daha çok insani kaygılarla bağlantılı. Başbakan, dünyada pek çok kişinin rahatsızlık duyduğu bir konuyu gündeme getirmekten çekinmiyor. Bana sorarsanız başarısı da bir ölçüde buradan geliyor. İzlenen siyaset de pür bir çıkar siyaseti değil, belirli değerlere dayanıyor. Bu noktada Başbakan’ın söylemine yansıyan duygular hem Türkiye kamuoyu hem de dünya kamuoyu tarafından paylaşılıyor. Zaten Erdoğan’ın söylemi bölge kamuoyunun taleplerini de yansıttığı için, Arap dünyasının Nobel’i olarak kabul edilen Uluslararası Kral Faysal Ödülü, Suudi Arabistan tarafından bu sene Başbakan Erdoğan’a verildi. Unutmayalım ki demokratikleşmenin dış politika ile ilgili bir boyutu da var. Buna göre politikanızı geliştirirken halkın taleplerini dikkate almak zorundasınız.
Başbakan bu ay içerisinde Rusya’yı da ziyaret etti. İki ülke arasında artık çok yakın bir temas var. Özellikle enerji alanında işbirliği projelerinin bir kısmı uygulamaya kondu, bir kısmı ise yakında gerçekleşecek. Vizenin kaldırılması gündeme gelse de Rus tarafının bu konuda ne kadar istekli olduğu pek net değil. Bu girişimin sonucunu yılın ortasında gerçekleşecek iade-i ziyaret sırasında göreceğiz. Ekonomik konularda, enerji projelerinde işler iyi gidiyor; ama Türkiye Rusya’dan siyasi konularda tam olarak istediğini alabiliyor mu, bilmiyorum. Mesela BM’deki Kıbrıs Raporu konusunda tam anlamıyla Rusya’yı ikna ettiğimizi düşünmüyorum.
Kıbrıs demişken Ada’da son dönemde hızlanan görüşmeleri unutmayalım. Türkiye AB ile ilişkilerinde bu yıl ciddi sorunlar çıkarması muhtemel bu sorunun aşılması için yine süreci zorlayan taraf oldu. Bir dizi öneri ile yoğun müzakereler yapılıyor. BM Genel Sekreteri de sürece dâhil edilebilirse çözüm için yeni bir umut doğabilir. Aksi takdirde çözümsüzlük kesinleşebilir ve birleşme ihtimali iyice ortadan kalkabilir. Adanın kuzeyinde yapılacak seçimlerden çıkacak sonuç bu bakımdan oldukça belirleyici olacak. Ama İngiltere’den gelen meşhur Orams Davası’nın temyiz kararı da KKTC ekonomisini olumsuz yönde etkileyecek bir gelişme. Kuzey’de yabancıların mülk satın almasını ciddi şekilde engelleyecek bu karar, zaten pek parlak olmayan ekonomiye zarar verecek.
AB’ye girdikten sonra iyice uzlaşmaz bir tutum izlemeye başlayan Rumların süreci mümkün olduğunca sulandırmaya çalışacağını düşünüyorum. Her seferinde zaman sınırlaması olmaksızın görüşmelerin yapılması gerektiğini söylemeleri, takvim istememeleri aslında zaman kazanmak amacına matuf. Türkiye diğer tarafın da sürece angaje olması için çaba harcıyor ama Güney’de birleşme yönünde bir arzu pek gözükmüyor. Zaman geçtikçe, ortak yaşam tecrübesi olan kişilerin hayatlarını kaybetmeleri ve yeni neslin de birbirleriyle irtibatlarının zayıf olması dolayısıyla beraber yaşama arzusu gitgide azalıyor. Bu da ortak bir devlet çatısını güçlü bir ihtimal olmaktan çıkarıyor. Tüm bu olumsuzluklara rağmen görüşmelerde bazı noktalarda ilerlemeler sağlandığı, bazı noktalarda ise henüz kat edilmesi gereken mesafeler olduğu dile getiriliyor. Türkiye geçtiğimiz yıllarda ortaya koyduğu çözüm için her zaman bir adım önde olma formülüne sadık kalmaya devam ediyor.
Diğer sorunumuz olan Ermenistan ile ilişkiler konusunda da gelen haberler pek hoş değil. Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin iki ülke arasında 10 Ekim’de imzalanan protokollere getirdiği yorum Türkiye’nin tepkisini çekti. Türkiye, Ermenistan’ı attığı imzaya sadık kalmaya davet ederken, ABD ve İsviçre gibi sürecin destekçisi ülkelerin de devreye girerek bu konunun takipçisi olmalarını istedi.
Bu noktada bazı yorumcular Türkiye’nin yan çizdiği, Azerbaycan-Ermenistan arasında sorunların aşılması yönünde istenen ilerlemenin sağlanamaması dolayısıyla Azerilerden gelen baskıların da etkisiyle bir çıkış yolu aradığı söyleniyor, bunlara ne diyorsunuz?
Sürecin tam anlamıyla Türkiye’nin istediği gibi geliştiğini söylemek mümkün olmasa da süreci akamete uğratmak için ayak sürüdüğünü söylemek çok gerçekçi değil. Her iki ülke de sürecin zor olacağının farkında ve mümkün olan en az şeyi vererek en fazla şeyi almaya çalışıyor. Diplomatik metinlerin yorumlanmasında her zaman farklılıklar olduğundan, Türkiye bu yorumlar konusundaki kendi tutumunu kayıtlara geçirmeye ve özellikle Tarih Komisyonu konusunda pozisyonunu netleştirmeye çalışıyor.
Öyle anlaşılıyor ki bahar aylarında gerek Kıbrıs gerekse Ermenistan konusu havaların ısınması ile birlikte ısınacak ve biz de hararetli bir şekilde bu konuları tartışacağız. Bakalım Türkiye ile İsrail arasında artık neredeyse olağan hale gelen ve geçtiğimiz ay koltuk krizi şeklinde tezahür eden konular önümüzdeki aylarda ne şekil alacak. Bu ayki toplantımızı burada bitiriyoruz. Ele alamadığımız konuları da önümüzdeki aya devrediyoruz. Hepinize teşekkür ediyorum.

Paylaş Tavsiye Et