Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Söyleşiyorum
Ömer Tuğrul İNANÇER: “Hz. Âdem ilk mutasavvıftı...”
Söyleşi: Yalçın Çetinkaya
Ömer Tuğrul İnançer, bir “eski zaman insanı”dır. Onu dinlemeye başladığınızda, bizim geleneksel öğretim metodunun adeta yeniden hayata geçtiği düşüncesine kapılır ve kulaklarınızı daha fazla açma ihtiyacı hissedersiniz. Çünkü söylediği her şey, bilen bir kalbin, kalbi olan aklın ifadeleridir ve dinleyenin de kalbine ulaşır. O zaman da kalbinizle dinlemenin tadına varırsınız. İtiraf edeyim, Tuğrul İnançer ile yaptığım röportajları, kendisini dinleyebilmek bakımından güzel bir fırsat olarak görürüm. O yüzden, soruları her ne kadar yetersiz bulsanız da, siz en iyisi verilen cevaplara bakın.
Tuğrul İnançer, 1946 yılında Bursa’da dünyaya geldi. Orta tahsilini Bursa’da, üniversite tahsilini de İstanbul Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Muhtelif şirketlerde uzun yıllar müşavir-avukatlık yaptı ve 1991 yılında Kültür Bakanlığı Müzik Topluluğu’nda “Sanatçı-Müdür” olarak çalışmaya başladı.
Tahsili sırasında özel mûsiki dersleri de alan İnançer, çeşitli radyo ve televizyon programlarında misafir sanatçı olarak yer aldı. Şu anda sanatçı Ahmet Özhan ile birlikte TRT televizyonunda program yapmaya devam ediyor. Tasavvuf konusunda çok sayıda makalesi bulunan Ömer Tuğrul İnançer, birçok yurtiçi ve yurtdışı konserde yer aldı.
 
Efendim, bazı konuları konuşurken hep “bir zamanlar” diye söze başlarız. Bu konular da, geride kalmış iyi ve güzel şeylerdir genellikle. Tasavvuf bahis mevzuu olduğunda da “bir zamanlar” diye söze başlarız. Tasavvufu epey derinlemesine araştırıyoruz da, her nedense tasavvufu yaşamayı beceremiyoruz. Bir zamanlar hayatın merkezinde olan tasavvuf, neden şimdi hayatımızdan uzaklaştı? Veya biz neden tasavvufu yaşamaktan uzaklaştık? Halbuki bu çeşitlilik ve varlık içinde, insanın feda edebileceği, tasadduk edebileceği şeyler de çoğaldı. Mâsivâ çoğaldı. Mâsivâdan kurtulup Allah’a yönelsek, iş tamam. Neden bir türlü olmuyor?
Müessese olarak yaşatılmayan, âdet olarak günlük hayatın içinde yaşatılmayan kurumlar yaşayamazlar. Buna din de dahildir. Âdetler, din fenerinin camlarıdır. O âdetler kavi olursa, o cam da telli cam olur. Sapan taşı ile de kırılmaz. Ama cam olmazsa, bir nefeslik üflemeyle din bile söner. Hep şu misali vermeye çalışıyorum; ordunun vazifesi herhangi bir düşman tecavüzünü defetmek, eğer tecavüze teşebbüs eden varsa onları caydırmaktır. Onun için ordu 365 gün 24 saat talim eder, bayramlarda seyranlarda da, ayna gibi boyanmış ayakkabılarla, ütülü pantolonlarla, bando mızıkayla resmî geçit yapar. Hiçbir ordunun vazifesi resmî geçit yapmak değildir. Ama resmî geçit yapılmadan ordu olmaz. Çünkü bunlar ordunun varlığını, gücünü dost düşman herkese göstermek içindir. Hepimiz çocukluğumuzda Cumhuriyet bayramlarında, 23 Nisan’larda resmî geçit seyredip “büyüyünce paşa olucam” dedik, büyüklerimiz de “büyüyünce paşa olursun” dediler. Bu özentiyi sağlamak için merasim şarttır. Ve diploma merasiminden tutun da kumandanların birbirine vazife ve nöbet devrine kadar hep merasimler yapılır. Bunlar fevkalade önemlidir; zira teşviktir, yeni katılımlar sağlar, vs. Ancak tasavvuf, daha doğrusu din, bir düşünce değildir. Din bir yaşayıştır. Laik düşüncenin tesirinde kalarak dini günlük hayatın dışına çıkarırsak ve hele hele İslamiyet’i evde seccadenin üstüne, dışarıda cami duvarlarının arasına, zaman içerisinde Ramazan ayının sınırlarına hapsedersek; imbikten çekilmiş, süzülmüş ince Müslümanlık olan tasavvufu zaten yaşatamayız. Şimdiki araştırmalar “vaktiyle ne olmuş”tan ibaret. Araştırma dediğimiz şey, sadece latinize faaliyetlerinden ibaret; ayrıca çok da araştırma yapabildiğimizi sanmıyorum. Çünkü eski yazıyı bilen insanlar az; o eski yazıyı bilenler eski kaynakları günümüzün yazısına çeviriyor. Bu bir araştırma değildir.
 
Müesseseleri biraz olsun ayakta tutan da insanların arayışı ve o müesseselere yönelişleri değil midir?
Keşke insan ne aradığını bilse. İnsan ne aradığını bilmez ki… Sadece genel lâf olarak huzur, saadet aradığını zanneder; onların da nerede olduğunu bilmez. Bilenlerin öğretmesi lazımdır. Biz başımızın ağrıdığını biliriz. Tansiyondan mı, mideden mi, soğuk algınlığından mı, beyindeki bir urdan mı ağrır; bunları bilmeyiz. Her baş ağrısına da ağrı kesici ilaç alırız. Ahalinin seviyesi budur. Ne zaman doktora gider, o zaman baş ağrısının hakikî sebebi, mütehassıs tarafından ortaya konulur. Tasavvufun mütehassısı yasak. Bu durumda ne yapabilirsiniz? Şimdi çok basit bir misal vereceğim; televizyonlarda bile sadece reyting için, fakat doğrunun öğretilmesi için de değil, kadın semazen tartışması yapılıyor. Halbuki suali soran mevzuu bilmiyor ki, cevabının doğru olup olmadığını bilsin. “Değil” diyorsunuz, “kadın semazen işin prensibine aykırıdır” diyorsunuz. Hangi sıfatla söylüyorsunuz, diye sordukları zaman verilecek cevap ne?
 
Araştırmacı yazar...
Öteki de “ben araştırmacıyım” diyor. Bunun var olduğunu iddia eden de araştırmacı. Otoritesi yok, otoritenin müeyyidesi yok. Meclis-i Meşâyih zamanında olsaydı, Meclis-i Meşâyih, “yasaktı” derdi; biter giderdi. Ama şimdi? Size daha günlük bir misal vereyim. Bakınız ne Alevi semahı, ne Bektaşi semahı folklor değildir, oyun değildir. Ama folklor haline geldi. Bugün Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ciddi Alevi dedeleri var. Bu duruma nasıl üzülüyorlar, biliyor musunuz? Ama yapacak bir şeyleri yok. Sadece üzülmeyle kalıyorlar. Bizim gibi…
 
Bu üzülmeler ne kadar devam edecek?
Hz. Ömer yeni Müslüman olduğu zaman Efendimiz’e arz etti ki: “Yâ Resulallah, ben bu memleketin en kabadayı adamıyım. Buyurun Kabe avlusuna gidelim, namazları orada kılalım; cesareti olan size yan baksın da görelim.” Efendimiz çok enteresan bir cevap verdiler: “Henüz o hale gelmedik ya Ömer!” Bu –estağfirullah– Efendimiz’in korkaklığını mı gösterir? Hayır. Sadece doğru bir durum tespiti. Bunu söyleyen zat birkaç sene sonra o memlekete fatih sıfatıyla girdi. Demek ki bir şeyleri yapabilmek için, o şeyleri yapabilecek hale gelmek lazım. Cemiyet bazında biz doğruları yapabilecek duruma gelebildiğimizi söyleyemiyoruz. Onun için de bu yanlışlar böyle gidiyor.
 
Tasavvufun “dünyadan el etek çekmek” demek olduğu, ahalinin kafasına yerleştirilmiş. Tasavvuf bu mudur gerçekten?
Bir kere; tasavvuf “bir lokma bir hırka” diye ahalinin anladığı manada değil; “elin kârda, gönlün yârda” olması meselesidir. Bana bir tane, ahalinin anladığı manada miskin bir derviş göstermeniz mümkün değildir. “Miskin Yunus” demiş Yunus. Oradaki mana farklı. Yunus fevkalade bir çiftçi. Hepsinin, yani tasavvufta içtihat sahibi olmuş ve arkasına asırlardır milyonlarca insan takılmış zevat-ı kiramın bir mesleği var. Hz. Hüdaî kadı. Kadılık, bir meslektir. Çoğu müderris. Hacı Bayram-ı Veli büyük bir ziraat organizatörü. Hatta öyle bir hale gelmiş ki, mesela “hasat savtı” diye özel bir müzik tarzı var. Bayramî savtı. Hasat biçilirken ilahiler okuyorlar. Âdeta yürüyüşün marşa uydurulması gibi, orakları veya tırpanları aynı şekilde açmak kesmek için söylenen bir ilahi. Kimse Akşemseddin’in çok önemli bir tıp âlimi olduğunu bilmez. O kadar cahil, o kadar müeyyidesiz bir toplumuz ki, Akşemseddin hazretleri Fatih’le ilgili filmlerde bile sakalı göbeğinde ihtiyar bir zat olarak gösterilir. Halbuki hazretim kösedir. Hiç sakalı yok ki, göbeğine kadar uzasın!
 
O da bizim sinema pirlerinin tahayyülündeki Akşemseddin efendim. Fatih sakallıysa, onun hocası daha da sakallıdır, diye düşünülmüş olmalı.
Ama insan bir araştırır. Onu bile bilmiyoruz. Nerede kaldı ki, mikrop hakkında çok önemli bir risalesi olduğunu bilelim! Tıp ilmiyle, bu konuda kitap yazacak kadar ilgili bir zat. Dünya bağlantısına tepki demeyelim de, yanlışlığını, dünyanın faniliğini ve değersizliğini belirtmek için bu değere karşı olan tabirleri çok kullanmış tasavvuf ehli. Bu tabirleri çok kullanınca öyle zannetmişler. Mesela biz miskini bir köşede oturan, yüzüne sinek konsa kovamayacak kadar hareketsiz filan diye manalandırıyoruz.
Miskin nedir o halde? Kime “miskin” denirmiş?
Miskin, fakir dahi olamayacak derecede, hiçbir şeye sahip olmayan adam demektir. Bunlar için miskinler tekkesi vardı. Tekke aslında bir “lokal” demektir, filanca tarikatın tekkesi o tarikatın bir lokalidir; miskinler tekkesi de miskinlerin lokalidir. Bugünkü huzurevlerinden hiçbir farkı yoktur. Sultan Mahmut zamanında Üsküdar’da kurulmuş bir tekkedir. Hiç kimsesi, bir habbesi dahi olmayan, fukara dahi denmeyecek insanlar burada devlet ve hayırseverler eliyle bakılmıştır. Aktenler Tekkesi vardır. Yani cüzzamlılar tekkesi; bir nevi karantina. “Elin kârda, gönlün yârda” olması ise şudur: Bizim bir büyüğümüz, Allah rahmet eylesin, “Allah cebinizde çok, gönlünüzde yok etsin!” derdi. Cepte çok olması makbuldür, çünkü zekat vereceksin. Gönlünde var ise eğer, “Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak/Pâdişah konmaz saraya hâne mâmûr olmadan”. Gönlünde para sevgisi varsa, Allah sevgisini sokamazsın.
 
Bu çeşitlilik, çokluk bizi daha açgözlü yapabilir mi, diye düşünüyorum. Karnımız birkaç lokma yeyince doyuyor da, gözümüz doymak bilmiyor. Gözü doymayanın tasavvufla ne ilgisi olabilir ki?
Öyle. Mesele orada zaten. Toprağın karnı, insanın gözü doymaz. Şimdi, bunları doğru bilmek lazım. Tarihte tasavvufa karşı gelinmiş. Müsaadenizle bir ufacık anekdot anlatayım: Allah rahmet eylesin, Mustafa Nafiz Irmak’ı bilirsiniz. Fevkalade bir Tanburî Cemil Bey hayranı idi. Bazı genç ağabeylerimiz Mustafa Nafiz Bey’e, “Falanca adam var ya...” “Evet var…” “İyi de bir insandır; ama Tanburî Cemil için, öyle pek de âhım şâhım bir şey değil, diyormuş” deyip, üstada takılırlarmış. Mustafa Nafiz Bey’in çok basit bir cevabı vardı: “O da mı Cemil’i anlasın?” Cemil’i anlamak için bir şey olmak lazım. Tasavvufu anlamak için de bir şey olmak lazım. Her önüne gelen âlim anlamaz. Süleyman Çelebi hazretleri, Efendimiz’in teşriflerini anlatırken “Bu gelen İlm-i Ledün Sultanı’dır” diyor. İlm-i Ledün’den haberdar olmayan, tasavvuftan ne anlasın? Galile de dünya dönüyor dediği için Roma Kilisesi tarafından aforoz edilmişti, ama dünya dönüyor. Beyzadem tasavvufu kabul etmiyormuş. Tasavvufun da çok umurundaydı!
 
Bazıları tasavvufun Budizm ve Hinduizm gibi Uzak Doğu dinlerinden etkilendiğini ileri sürer ve İslamiyet’ten uzak kabul eder. Bazı görüşlere göre de tasavvuf pozitif bir şeydir, evrenseldir, İslamiyet’ten ayrı-gayrı değildir; hatta İslamiyet’in en güzel yorumlanış şeklidir. Dolayısıyla doğru olan, hakikate uygun olan her şeyi içinde barındırmaktadır. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Önce şu yanlış düşünceyi düzeltelim, izin verirseniz: İslamiyet, Muhammed A.S. ile başlamamıştır. Bunun öğrenilmesi lazım artık; Âdem A.S. ile başlamıştır. Hz. Âdem’e söylenen sözler ve onun tebligatının bir kısmı çocukları ve milleti tarafından kabul edilmiştir. Bir kısım insanlar bu tebliğlerden bir şeyler çıkarmışlar, bir şeyler ilave etmişler, bozmuşlar; bir başka peygamber gelmiş bu bozuklukları düzeltmeye çalışmış, bir başkası bu çıkartılanları koymaya, ilave edilenleri silmeye uğraşmış. Bütün peygamberler bu işlerle meşgul olmuşlar. “Lâ nüferriku beyne ehadin min’rusulih” ayeti bunu anlatır. Yoksa peygamberler arasında fark yoktur demek, lalettayin Kur’an’da ismi dahi geçmeyen bir peygamberle Muhammed A.S. aynıdır, demek değildir. “Faddaltüküm ‘alâ ba’d”, yani “bazılarının fazileti bazılarından üstündür” buyuruyor Allah. Onu o manada anlamamak lazım. Hz. Peygamber’e gelinceye kadar doğruların devam ettiği çizgiler de var, eğrilerin devam ettiği çizgiler de. Tasavvuf Hinduizm’den, Budizm’den almış. Peki Hinduizm, Budizm nerden almış? Hepsi Hz. Âdem’e dayanır.
 
Hinduizm’de de tasavvufta da ortak olan değerler, her şey aynı kaynaktan geldiği için ortaktır, diye düşünülmesi gerekiyor.
Ve halifetullah sıfatından, insan şeklindeki bütün varlıklar hissedardır; her insan halifetullahtır. Dolayısıyla Türkçemizdeki o güzelim “zât-ı âlîniz” tabiri… Bilâistisna her insanın zatı âlîdir. Sıfatı bozuktur. Sıfatını düzeltirse, zatına uygun hale gelir. Kafir bir sıfattır, mümin de bir sıfattır. Fasık bir sıfattır, sadık bir sıfattır. İyileri de vardır, kötüleri de vardır. Kötü sıfatlarını iyi sıfatlara kalbederse, zatı âlî olmak itibariyle terakki eder. Hz. Şeyh bir kış günü dervişlerinden üzüm istemiş. Bu mevsimde üzüm nereden bulunur, demişler; ama ne yapalım ki Efendi istedi bir kere, demiş, dağılmışlar. Herkes eli boş gelmiş. Derken bir papaz, bir küçük el sepetiyle sekiz on salkım üzüm getirmiş. Herkes hayret etmiş. Biraz sonra bir derviş baba sırtında büyük üzüm dolu bir küfe ile gelmiş. Hemen papaza dönmüş. Benim küfemden dökülenleri iade et, demiş. Bazen küfeler dökülür. Başkaları da istifade eder. Onları kendi malları diye satar. Veya biz öyle görürüz. Ama küfeden dökülür. Hak ve batıl Hz. Âdem’den beri vardır. Kıyamete kadar da devam edecektir. Tasavvufun sonradan çıktığını iddia eden, isminin başında Prof. sıfatı taşıyanlar da var. Bakınız şu perdenin arasından güneş zerresi geliyor. O kadarcık zerre bu odayı aydınlatıyor. Ufacık bir buğday tanesinde nice harmanlar gizlenir. Denizden alınan bir fincan suda nice deryalar gizlenir. Bir fincan suda deryayı görmek, bir buğday tanesinde harmanı görmek lazım. Orada kalmamak lazım. Bünyeleşmeden, taazzuv etmeden, organize olmadan tohum halinde, zerre halinde, habbe halinde hem Hz. Âdem’de vardı tasavvuf, hem Asr-ı Saadet’te vardı.
 
Bu varoluşu biraz izah eder misiniz?
Kur’an-ı Kerim’de Allah, “Ben Âdem’i yarattım, O’na Esmâ’yı verdim” diyor mu, demiyor mu? Tasavvuf hayatının başlangıcı da insanın dünya hayatının başlangıcı gibi, anasının rahminden ilişkisini kestiği, yani göbek bağının kesildiği andır. Doğduktan sonra dahi bitmez iş. Göbek bağı kesilecek. Tasavvufî hayat da mürşid önünde diz çöküp biat müessesesi ile, esmâ almakla başlar. Doğum yapmamış bir hekimin çok iyi bir jinekolog olması mümkün ama, doğum yapmadığı için anam kadar bilmez, doğum yapmanın ne demek olduğunu. Diğer tasavvufî hayata biatle dahil olmamış zevat-ı kiram iyi birer jinekolog gibidir, ama doğum yapmamıştır. Gülün koklanmadan kokusu, fasulye yenmeden tadı bilinmez. Hz. Âdem’e Allah esmâ verdi mi? İlk derviş Âdem, ilk şeyh Allah’tır. Gelelim Asr-ı Saadet’e… Efendimiz’in 124 bin ashabı var. Ashab-ı Suffe kaç kişi? Efendimiz’in biat aldığı zevat kaç kişi? Akabe biatinde herkesten biat almadı. Ve herkes Ashab-ı Suffe’den değil. İşte Ashab-ı Suffe, yani ilk dervişler Efendimiz’in evinin karşısında -evi dediğim, bir oda zaten-, bir tümsek üzerinde o ne verirse yiyor, o ne verirse içiyor, o ne verirse giyiyor, o ne derse yapıyorlar. Diğerleri yapmıyor mu? Yapıyor ama onların kendi işleri-güçleri de var. Malûm Abdurrahman ibn Avf (r.a.) hazretleri Medine’ye geldiği zaman, Resulullah herkesi birbiriyle kardeş yapıyor. Abdurrahman, “Yâ Resulallah benim için üzülmeyiniz, biri bana çarşının yerini göstersin kâfi!” diyor. Çünkü öyle bir karakteri var ki, Allah ona ticaretten öyle bir kısmet vermiş ki, toprak alıp satıyor, para kazanıyor. Keza malûm Hz. Ebu Bekir Efendimizin dükkanı var. Efendimiz kırk yaşından önce de o dükkanda çok sık vakit geçiriyordu. Herkesin bir işi gücü var. Bunlardan bir tanesi yine aşere-i mübeşşereden olan Sa’d bin Ebî Vakkas diyor ki: “Efendimiz hepimize ayrı ayrı esmâlar okutuyor idi. Ayrı ayrı adetlerde. Ben parmak hesabı yaparken, parmak boğumlarını sayarken şaşırıyor idim, uzunca bir ipe 33 tane düğüm attım, onunla sayıyordum.” İlk tesbih odur. Şimdi efendim Budistler de tesbih kullanıyor diye bir zat kalktı “tesbihleri kullanmayın!” dedi. Ne ilgisi var?
 
Bir Budist’in tesbihi kullanış maksadı ile bir Müslüman’ın kullanış maksadı da aynı değil zaten.
Orası öyle. Ayrıca tesbih, benim Türk sanatımın bir ince habbeden, imbikten geçmiş halidir. Ben bir hesap makinesi olan tesbihe dahi sanat kıyafeti giydirebilmiş bir milletin evladıyım. Niçin tesbihi atayım? Budist de kullanıyor. Budist kimden almış? Hıristiyan da kullanıyor. Hıristiyan kimden almış? Niye ben Müslümanlık sonradan gelme ve birtakım şeyleri kendinden önce mevcut olanlardan aldı, iddiasına eyvallah diyeyim? Bütün müesseseler İslamiyet’ten sonradır. Çünkü İslamiyet, Hz. Âdem’ledir. Hicrî 5. asırda tarikatların taazzuv ettiğini söylerler, kurulduğunu söylerler ki bu fevkalâde yanlıştır. Bugünkü manasıyla müesseseleşme ve organize olma bakımından bu söz doğru olabilir. Kâdirî’siydi, Mevlevî’siydi, Rifâî’siydi, Şâzelî’siydi, şusuydu busuydu tamam… Peki ondan önce nereden geldi? Hicrî 5. asırdan önceki tearruh dönemi neden konuşulmuyor? Müesseseler, zamanın icabına göre şekil değiştirir, faaliyet değiştirmez. Ashab-ı Suffe ne ise, bütün tekke erbabı da aynı şeydir. Ama efendim, asr-ı saadette yoktu… Peki bütün mushafları kaldırın lütfen o zaman, asr-ı saadette mushaf yoktu. Mezhep de yoktu. Niye arıyorsun? Sahib-i Şeriat orada. Kim ne suali varsa soruyor, cevabını alıyor. Sonra ahalinin âdet meselesi girince, adaptasyon meselesi girince, içtihat oluşuyor. Şeriatta içtihada cevaz var da, tarikatta içtihada niye cevaz olmasın? Hangi sıfatla kaldırıyorsun sen bunu? Dolayısıyla şahsî âdetler Nâs’a muhalif olmadığı müddetçe Allah indinde geçerlidir. Niçin bütün insanların Allah tarafından tornadan çıkmış gibi olmasını istiyorsunuz? Allah’ın, parmak izine varıncaya kadar farklı yarattığı halifesini, niçin manevî olarak aynı tornaya sokuyorsunuz?
 
Seküler düşüncenin veya laikliğin tasavvuf hakkındaki olumsuz fikirleri, ahalinin de tasavvufa olumsuz bakmasına yol açmış olabilir mi?
Laikliğin tasavvuf hakkındaki değil, din hakkındaki davranışı dinî bir müessese olan tasavvufa bakışı da elbet olumsuz etkilemiştir. Yasağın meşrulaştırılması için iftira ve karalama da dahil, antipropaganda bombardımanı devam etmektedir. Son yıllarda ortaya çıkan ve ehli tarafından “provokatör” oldukları şüphesi bulunmayan sahte mürşid nâmı altındaki heriflerin medyaya intikali, medyadan ahaliye de nasıl intikal ettirildiği malûmdur. Hatta bir gazeteci, “Hadi bunlar sahteymiş, hakikîsi de mi olurmuş ki!” şeklinde bir yazı yazmıştı. Ama aynı gazetecinin, hakikîsi olan Hz. Mevlâna hakkındaki sitayişkâr yazıları da ortada. Böyle cahillerin, Hz. Mevlâna’yı övmesi, onları ne yazık ki cahillikten kurtarmıyor.
 
Maalesef her şeyin aslının kaybolup gittiğine yavaş yavaş şahit oluyoruz. Aslı gidiyor, yerine sun’î olanı çıkıyor. Garip olan şu ki, asıl olanı tanıyıp bildiğimiz halde, sun’î olanı sevmeye başladık. Neden oluyor bu? Ne tarafa doğru gidiyoruz?
Hiçbir yere gitmiyoruz. Hiçbir toplum hiçbir dönemde hiçbir tarafa gitmez. Her şey Merkez Efendi’nin dediği gibi “yerli yerinde”dir. Demin söze başlarken, insanların feda edebilecekleri şeyler daha çoğaldı dediniz. Dünyada Karun var mı şimdi?
 
Karun tabiatlılar var ama...
Onlar Karun kadar değil. Kudret sahibi olmak itibariyle, Firavun gibi kimse yok. Hiç kimse hiç değilse Tanrılık iddia etmiyor. Yalancı peygamber, yalancı mürşid çok da… Her devirde her şey olmuştur. Zuhurları değişmiştir. Şu misali veriyorum: Ecdadımız mumla, çırayla, kandille aydınlanıyordu; şimdi artık ampullerle de değil, lazerle aydınlanıyoruz. Ve bu “ilerilik” diye ortaya konuyor. Bu, rahatlık ve tembelliktir. Aydınlanma değişmemiştir, sadece aydınlanma malzemeleri değişmiştir.
 
Evet, ama malzeme değiştikçe ve zenginleştikçe ona olan sevgimiz ve bağımlılığımız da arttı.
O kadar çok günübirlik yaşıyoruz ki, o kadar uzak görüşten mahrumuz ki… Daha doğrusu Resulullah Efendimiz’in buyurduğu “mü’min basireti”nden o kadar uzağız ki, bir şey göremiyoruz. İçinde bulunduğumuz problemi çözmeye çalışıyoruz ve problemi başka bir problem yaratarak çözüyoruz. Bu, gönlümüz bakımından da böyle, maddî ihtiyaçlarımız bakımından da böyle.
 
Yunus, “Dervişlik dedikleri hırka ile tâc değil/Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâc değil” diyerek, dervişliği biraz tarif etmiş. Dervişlik nedir? Kime “derviş” denir?
Dervişin muhakkak terakki etmek için çalışması lazımdır. “Ben tembellikten, korkaklıktan ve faydasız ilimden sana sığınırım yâ Rabbi!” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Kazaya rıza başka bir şeydir, tembelliğini rıza gibi göstermek başka bir şey. Derviş, evvela nasıl göbeği kesilmekle dünya hayatına doğuyorsa, müessese olarak biat ederek tasavvuf hayatına doğar. Cenab-ı Hakk’ın esmâsının tekrarından hasıl olacak feyizle nefsini terbiye eder. Nefis kendi içinde tekrar yediye bölünmek kaydıyla yedi mertebede izah edilir. Bunlar hiçbir zaman kat’î sınırlarla birbirinden ayrılmış, bu odadan öbür odaya geçilir gibi, bu kattan bir üst kata geçilir gibi değildir. Bir binadır. Bazen en alt kattaki helaya inilir, bazen en üst katta terastan manzara seyredilir. O binanın içinde yaşanır; nefis binasının içinde. Ama bunun yükseltilmesi lazımdır. Emmâre’den levvâme’ye, levvâme’den mülhime’ye, mülhime’den mutmainne’ye çıkmak lazımdır ve bunun için yaratılmışızdır. Bu, sadece maddî makamlarda yükselmek demek değildir. Manevî olarak da terakki etmek gerekir. Ancak okuma yazma bilmek (ki ilim öğrenmenin evvelidir), ilim öğrenmenin aracıdır, onu bile öğretmesini bilenden öğreniyoruz. Sonra mektebe gittiğimizde istediğimiz kitabı okumuyoruz. Hocamızın tasvip ettiği kitabı okuyoruz. Ama kitap okuyarak ilim öğrenmiyoruz, ders dinleyerek ilim öğreniyoruz. O zaman öğretmenin fonksiyonu nerdedir? Ki bunlar maddî ilimler. Peki maddî ilimleri öğrenmede böyle bir öğretmenin ihtiyacı hiç tartışılmıyor iken, manevî ilimlerin öğrenilmesinde kişiyi olgunlaştırmak demek olan irşad faaliyetinde mürşidi niye inkar ediyoruz?
 
İnsan ateşin yakıcı olduğunu bilir ama ne zaman ateşte yanarsa gerçeği o zaman görür ve ateşin yakıcı olduğunu idrak eder. İdrak bir mertebe midir?
Tabii mertebedir. Bilmenin de kademeleri var. İlme’l-yakin, hakka’l-yakin, vs. Öğrenmek için pahalı fatura ödememek lazım. İlle yanmadan ateşin yakıcılığını öğrenmek lazım. Yanmadan da olur. Yandığın zaman çok pahalı öğrenmiş olursun. O zaman yandığına, inandığına teslim olursan, işte dervişlik hayatındaki teslimiyet denen şey budur. Mürşidin sana yanacaksın dediği zaman yanmış kadar canın acır. Ama hakikaten yanmazsın. Ve dolayısıyla hakikaten yananlardan daha ucuz bir fatura ödemiş olursun.
 
Bütün mesele o teslimiyeti elde etmek değil mi efendim?
“Kula kul olmam!” derler. Bir kere sen mahlûk olarak kulsun. Kula kul olma, peki. O zaman nefsine kul olursun! Nefsine mi kul olman güzel, Allah’ın halifesine mi kul olman güzel? Kendi kendine kalırsan, nefsin sana mutlaka galebe eder. En azından karnın acıkır, susarsın. O zaman karnının acıktığının telafisi için nefsine tâbi olursun. Gerekirse çalarsın. Ama çalmaman icap ettiğini öğreten mürşide tâbi olursan hem karnın doyar, hem çalmazsın. Hayatta en hakikî mürşid ilimdir, denir. Değildir. Hayatta en hakikî mürşid âlimdir. İlim bir mefhumdur, kavramdır. Allah insana verir, insandan tecelli eder, kitaptan değil. İnsanı ortadan kaldıramazsın. Bu söz, insanı kaldırıyor ortadan. İlim değil, âlim! Bu kasıtla söylenmiştir veya söylenmemiştir, orası beni alâkadar etmez. Ama bugün mürşidin inkarı için kullanılıyor.
 
İlimden önemli şeyler var: “Aşk” mesela. Kendisi için “kıyl ü kâl” sıfatı kullanılan bir şey, nasıl mürşid olabilir?
Beni aşk meselesine doğru sürükleyecekseniz, peşinen söyleyeyim, aşkı konuşmak sabahı bulur.
 
Aşkın konuşulmaktan çok, yaşanması gereken bir şey olduğunu biliyorum. Onun için konuşmayacağım. Zaten herkes hiç yaşamadan bir “aşk” tutturdu gidiyor.
Çok haklısınız. Çünkü meyli, hevesi, arzuyu, iştiyakı, hasreti aşk zannediyoruz. Aşk, bu değildir. Peki nasıl bir ölçü kuracağız? Yine maddî bir misal vereyim. Aşk öyle bir sudur ki, içtikçe susuzluğun artar. Herhangi bir duygunun Rahmanî mi, nefsanî mi olduğunun ayrımı budur. Nefsanî olan duygularda doyum vardır, tatmin vardır. Rahmanî olanlarda yoktur, vuslatında hasret gizlidir. Diğeri öyle değildir, vuslat vuslattır. Kavuştum, dersin. Kavuştuğun zaman bile hasret duyduğun şeyler varsa, o zaman sende biraz ilahî aşktan nebze var demektir.
 
Bizleri aydınlattığınız için çok teşekkür ederim.

Paylaş Tavsiye Et