Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Demokrasi, Suriye ve Lübnan’ın neresinde?
Ahmet Emin Dağ
BİR ülkede seçimlerin yapılıyor olması tek başına nasıl demokrasinin garantisi değil ise, Batılı kurumların bulunmaması da tek başına diktatörlüğün işareti olmasa gerek. Demokrasinin ölçütleri olarak serbest ve adil seçimleri, sivil özgürlükleri, güçler ayrılığını, özgür medyayı vs. sayarsak, bu kriterlere göre Ortadoğu’daki manzara pek iç açıcı değil.
Bölgede yerleşik siyasi geleneğin otoriter rejimleri zorunluluk haline getirdiği algısı, Batılı çıkarları demokratik bir ülkeden ziyade otoriter bir devletin koruyacağı yönündeki anlayışla birleşince, ortaya Ortadoğu gerçeği çıkıyor. Sömürgecilik sonrası bağımsızlığını kazanan Ortadoğu ülkelerinde yönetici elitin çoğunlukla asker kökenli olması ve Batılıların müttefik olarak sivil güçler yerine bunları tercih etmeleri, bölgedeki rejimlerin doğasını belirledi. Bunlar içinde Suriye ve Lübnan’ın kendilerine özgü gelenekleri bölgenin demokrasi tarihinde bir istisna oluşturmuyor. Birbirlerine tamamen zıt siyasi ve toplumsal yapılara sahip olsalar da, Suriye ve Lübnan, sistemi belirleyen çizginin “diğerleri”ni ezmek üzerine inşa edilmiş olması noktasında benzeşiyor.
 
“Şam Baharı” Demokrasi Rüzgarı Bekliyor
İsrail’e karşı girdiği her savaşı kaybeden Suriye, bunun bedelini siyasetin militerleşmesi ile ödedi. 1946’da bağımsızlığına kavuşmasının ardından 1949’da başlayan darbeler süreci 1970’e kadar devam ederken; Batıcı, Nasırcı ve milliyetçi güçlerin kıyasıya rekabeti, karşıt güçlerin subayları aracılığı ile adeta meşrulaştı.
İsrail tehdidi karşısında Suriye, güvenlik ile demokrasi arasındaki ikilemde hep otoriter rejim altında güvenliği tercih etti. 1970’lerin başında Hafız Esad, taşra burjuvası ile değişik fikirlerdeki partilerin sisteme entegrasyonu için Baas Partisi’nin öncülüğündeki Ulusal İlerlemeci Cephe (NPF)’yi kurduysa da, 1973 Arap-İsrail Savaşı ve 1976’daki Lübnan müdahalesi ardından Filistinli ve sol gruplara karşı başlayan zıtlaşma siyaseti ulusal bütünlüğü sarstı. 1963’ten beri yürürlükte olan olağanüstü halin kaldırılması yönündeki baskılar, sendikalar ve sivil toplumdan gelen tepkiler NPF’yi zayıflattı.
Sovyetler ve İran’a yakın bir politik çizgi izlemesiyle Arap dünyasından dışlanan Suriye, 1982’de kendi denetimindeki Lübnan’ın İsrail tarafından işgali ile ciddi bir prestij kaybına uğradı. İçeride ise acımasız siyasal ve ideolojik çekişmede muhaliflerin şiddet kullanılarak sindirilmesi, otoriterleşmeyi kolaylaştırdı.
Ama ülkedeki yolsuzluk ve fakirliğin, hükümeti tarımsal üretimi arttırıp gıda güvenliğini garantiye alması konusunda zorladığı 1986’dan sonra sistem işlemez hale geldi. Resmî olarak karşı çıkılsa bile uluslararası finansal kurumlarla anlaşmalar çerçevesinde yapısal reform süreci gecikmeden geldi. Sovyetler’in dağılması, 1991’de destek verilen Körfez Savaşı ve Ortadoğu barış sürecine katılım, Şam’da yeni uluslararası düzene uyum için kaçınılmaz bir açılımı teşvik etti.
Haziran 2000’de Hafız Esad’ın ölümünün ardından oğlu Beşşar’ın başa geçmesi, Ortadoğu’da liberal dalganın öncüsü yeni nesil genç lider tipinin ve değişimin müjdecisi gibiydi. Ülke içinde ve dışında demokrasi konusunda beklenti büyüktü. 2001’de “Şam Baharı” olarak isimlendirilen süreçle, olağanüstü halin kaldırılması ve özgürlüklerin önünün açılması tartışılmaya başlandı. Ancak Baas’ın bizzat sanık sandalyesine oturtulması ve sürecin ufukta bir iç hesaplaşmaya işaret etmesi üzerine hâkim kadrolar daha ileri adımlara cesaret edemedi.
2003’te ABD’nin çıkardığı Suriye’ye ambargo yasası, Batı’nın demokrasi ile fazla ilgilenmediğini, Ortadoğu’da asıl amacın İsrail’in güvenliği olduğunu ortaya koydu. Suriye’ye uygulanan ticari ambargo, ülke ekonomisini istikrarsızlaştırmaktan ve Suriye’yi merkezden uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadı.
Anayasa uyarınca Baas’ın siyasi tekeli ve olağanüstü hal devam ettiği sürece, son Baas kongresinde yapılan reform tartışmaları, ulusal uzlaşma çabaları, İslamcı ve sol muhalefet ile diyalog konularında beklentilerin hayata geçmesi zor görünüyor. Suriye’de Baas Partisi ile birlikte aslında otuza yakın parti bulunsa da, bunların etkileri olmadığından, tek parti yönetimi yakıştırması çok da iğreti durmuyor.
 
Lübnan’da Sistem, Demokrasiye Engel
Ortadoğu’nun dinî açıdan en bölünmüş, siyasi açıdan en karmaşık ülkesi Lübnan’da resmî olarak on sekiz din ve mezhep, iktidarı güvensizlik üzerine bina edilmiş bir sistemle paylaşıyor. Lübnan’da siyasi ve kurumsal gücün farklı dinî gruplar arasında paylaştırıldığı yönetim sistemi (confessionalism), teoride “birbirinin haklarına saygı”ya dayansa ve demokrasinin garantisi gibi görünse de, paradoksal olarak demokrasinin önündeki en önemli engel.
Öncelikle, ülke siyasetindeki dinî ve mezhebî kota sistemi ciddi bir açmaz. Zira nüfus dengesi ile parlamento ve hükümette temsil arasındaki uçurum, farklı gruplar arasındaki güven bunalımını sürekli besliyor. Lübnan parlamentosu siyasi parti gruplarından ziyade etnik, yerel ve ailevi sadakatlerle işlediğinden siyasi kurumlar ikinci planda kalıyor; çözüm mekanizmaları etnik rekabete kurban gidiyor. Üstelik bugünün demografik dengeleriyle bağdaşmasa da, 1932’de Fransız işgali sırasında yapılan nüfus sayımıyla oluşmuş informel kurallar, devletin zirvesindeki iktidar paylaşımında hâlâ belirleyici.
Lübnan’da sağlanmış olan toplumsal uzlaşma, sağlam hükümet kurumları ile desteklenemediği için sistem yürüyemiyor ve iç çekişmeleri tetikliyor. Bu sebeble Lübnan’da her meclis ve cumhurbaşkanlığı seçimi bir krizin habercisi. Sistemi oluşturan tüm etnik ve mezhebî unsurların dış aktörlerle doğrudan bağlantısı bulunduğundan, uluslararası ve bölgesel gelişmeler Lübnan siyasetini doğrudan etkiliyor, yerel aktörler birdenbire dışarının sözcüsü durumuna gelebiliyor.
1975-90 arasında hemen tüm grupların birbirleriyle çatıştığı kanlı bir iç savaş yaşayan ülkede, görece istikrarlı geçen 1990’lı yıllardan sonra, 2000’ler yoğun bir iç hesaplaşmaya sahne oldu. Özellikle 2005’te eski Başbakan Refik Hariri’nin öldürülmesinden bu yana yaşanan gerilim, BM tarafından yürütülen soruşturma ve İsrail’in 2006’daki kanlı saldırıları gerilimi daha da arttırdı. Bu olaylar aslında yıllardır birikmiş olan yerel, bölgesel ve küresel hesaplaşmaların patlamasından başka bir şey değildi.
Arap milliyetçiliği akımının zirve yaptığı Cemal Abdünnasır döneminde Lübnan’daki siyasi dengenin Müslümanlar lehine dönmesi karşısında, 1958’de CIA tarafından Ordu Komutanı Fuad Şihab darbesine destek verilerek Hıristiyan-Müslüman dengesi garantiye alınmış ve ordu, “ülke partisi” gibi yıllarca Lübnan’ı sivil görünümle kontrol altında tutmuştu. 1970’lerde Müslüman grupların mevcut sistemin değişmesi yönündeki hamleleri nasıl ki iç savaşa giden süreci besleyen unsurlar olduysa, bugün de Batı’nın ve Körfez ülkelerinin Hizbullah ve İran nüfuzuna karşı hamleleri içeride yeni bir savaşı tetikliyor. “Lübnan’da demokrasi bu çekişmelerin neresinde?” şeklinde bir soruya ise olumlu bir yanıt vermek mümkün görünmüyor.

Paylaş Tavsiye Et