Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Paradigma mı, perspektif mi?
İhsan Fazlıoğlu
HER düşünce hareketi, kurucularının kendilerini hayata karşı konumlandırmasıyla başlar. Konumlandırma en temelde hayata karşı hissedilen metafizik güvenlik kaygısıyla ilgilidir. Kaygı, hem aklî hem de hissî düzeyde tecelli ettiğinden yalnızca psikolojik ya da entelektüel bir durum olarak değerlendirilemez; tersine insanın duyu, duygu ve düşünce yapılarını kuşatan, bütüncül, canlı bir yapıdır. Bir metafizik terim olarak kaygının insan nezdindeki tezahürü, dışarıdan ya da içeriden kaynaklanan bir tehdit algısı olabileceği gibi, kişinin hayata karşı duyduğu korkudan da ortaya çıkabilir. Kullanılacak terim ne olursa olsun, kişioğlu söz konusu kaygıyı giderebilmek, içinde yaşayacağı haricî ve dahilî güvenlik alanını oluşturabilmek için bir arayışa girer; arayışı yönlendiren merak olsa da, merakın yalnızca insanî arayışın şiddetini belirleyen bir enstrüman olduğu göz önünde tutulmalıdır. Arayışın maddî, manevî ve metafizik kuşatıcılığı ve derinliği, kullandığı araç ve gereçler ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, sonuç olarak ulaşılan küre, kişioğlunun kendisini sarmalayan soru ve yanıt yumağının oluşturduğu güvenlik alanıdır. Söz konusu güvenlik alanı, insanın yalnızca metafizik arayışına değil, aynı zamanda maddî ve manevî hayatını sürdürebileceği arayışa da denk düşer. Daha da basitleştirilirse, soru, bir süreci başlatır; sürecin sonunda da bir yanıta ulaşılır; yanıt bir kere inşa edildi mi, insanın içinde ikamet edeceği (mukim), sakin olacağı, sükûnete ereceği, bir mesken yani bir çerçeve (paradigma) ve dizge (sistem) ortaya çıkar; bir prizma olarak dizge, kişioğlunun her türlü sorusunu kendisine göre yanıtlayacağı bir ölçüttür.
Bir düşünce hareketinde arayışın bitmesi, soru ile yanıt arasındaki ara-nın kapanması; arananın bulunması sonucunda dizgenin ortaya çıkması, aslında hareketin sükûnete ermesi anlamına gelir. Kurucu kuşağın inşa ettiği küre içinde devam edegelen hareket, artık büyük oranda bir derinleşmedir ve temeldeki sorulardan çok yanıtlar içinde cereyan eder. Başka bir deyişle, mevcuda ilişkin sorular, belirli bir süreden sonra, sorulara verilen yanıtlara yani malum(at)a ilişkin hale gelir. Mevcud (var-olan), yanıt verilmesi gereken soruların kaynağı iken malum(bilinen)un temellendirilmesi, gerekçelendirilmesi (tebrîr, justification) gereken yanıtların ambarıdır. Kurucu kuşağın inşa ettiği dizge, çerçeve içinde hazır soru ve yanıtların meydana getirdiği meskende sakin bir biçimde ikametini derinleştiren kişiyi bekleyen en büyük tehlike, sıradanlaşmadır (rutinleşme, normalleşme). Eğitim ve öğrenimini mevcut prizma içinde alan kişi, hayata karşı konumlanışını da aramaz; tersine öğrenir, kendisini bulduğu yerde nasıl konumlanacağına dair eğitilir, eğilir. Süreç içinde dizgenin, çerçevenin anlamsal dünyasının katılaşmasına (kurumsal katılaşma) paralel biçimde, mensuplarının da kişilikleri sertleşir (kimlik sertleşmesi). Kurumsal katılaşma ile kimlik sertleşmesi bir süre sonra sistem körlüğüne neden olur, eldeki mevcut prizma, belirli bir zaman ve mekândaki sorulara verilen yanıtların oluşturduğu bir yöntem olmaktan çıkıp, zaman ve mekândan arındırılmış anlamında mutlak bir değer halini alır. Bu durum içeriye dönük bir donmayı, donuklaşmayı, dışarıya doğru da bir kibri, mağruriyeti doğurur.
Bir düşünce hareketinde şimdiye değin betimlenen duruma düşmemek için ne yapılabilir? Söz konusu durum, tarihî örneklere bakılarak, bir kader yani düşülmesi gereken zorunlu bir durum olarak kabul edilse de, tedebbür edilerek tedbir alınabilecek bir durumdur çünkü her şeye karşın insanîdir. Sorunun en temelinde yatan, insanın hareketsizlik yani sükûnet arayışıdır; hareketsizlik, sükûnet, en basit deyişle değişmeden arınma ve ebedîliği, kısaca ölümsüzlüğü kazanmak demektir. Hem dinlerde hem de ideolojilerde ulaşılacak en nihaî sonuca ilişkin cennet tasvirlerinin mutlak sükûnet tasvirleri olduğu ve ebedîliği içerdiği (hâlîdine fiha) hatırda tutulmalıdır. Kısaca insan tahayyülünde mekânı yani mesafeyi ortadan kaldırmaya (anlık duygusu) ve zamanı tam anlamıyla elemeye dayalı bir beklenti içindedir. İnsan hem muhayyilesinde hem de aklında her türlü sıfatı eleyerek mutlakı düşünebilir; ancak mekân (cisim) ve zaman boyutunda, kısaca duyunun, duygunun ve düşüncenin birlikte bulunduğu bir yer-de, böyle bir eleme, mutlaklaştırma yukarıda değinilen durumu yaratır.
İster dizge (sistem), ister çerçeve (paradigma) isterse prizma denilsin, sorun, her türlü mutlaklaştırmaya karşı insanî yatay (mekanî) ve dikey (zamanî) boyutların, koordinatların içindeki konumlanışın, bakış açısının (perspektif) temel yöntem olarak alınmasıyla aşılabilir. Başka bir deyişle, varlıka (vucud) ilişkin yargılar ile var-olana (mevcud) ilişkin yargıları ve her ikisi ile onlara ilişkin bilgileri (malumat); kısaca mevcudiyetleri (var-olma) ile idraklerini (bilgi) birbirine indirgemeden yürünülecek yol, insanı mutlaklaştırmadan alıkoyabilir. Kudema bu meyanda “âlim-malum-ilim” ya da “âkil-makul-akl” denklemini kurarken vucud ve mevcudu değil; insandan başlayan ve biten bilgiyi kast etmiştir. Vucud ya da mevcuda ilişkin malum sürekli bir bakış açısından (perspektif) hareketle üretilir. Açı kavramının kadim Türkçede köşe ile karşılandığı dikkate alınırsa, açının yatay kenarı mekân ve dikey kenarı zaman boyutu olarak düşünülebilir ve her bakışın, ne kadar geniş tutulursa tutulsun, bu iki kenar arasında kaldığı, başka bir deyişle sınırlandığı kabul edilebilir. Bu nedenle bakmak için bir köşede konumlanmak ve iki kenar (mekân ve zaman) arasında durmak gerekir. Nazar kavramının bakma eylemini içerdiği düşünülürse, bakış açısı olarak anlaşılabilir; ancak her nazar için bir noktaya gereksinim duyulduğu açıktır. Nokta-i nazar deyişinin kadim düşünce geleneğimizdeki kullanılışı, bu duruma güzel bir örnektir. Bu nedenle her bakışın bir köşesi, iki kenarı, dolayısıyla bir açısı; her nazarın da bir noktası vardır. Öyleyse, bakan, bir köşeden ve iki kenar arasından, bir açıdan mevcuda bakar ve onu malum hâle getirir. Köşe, nokta değiştikçe, iki kenarın, açının açılımı farklılaştıkça, mevcud değil ancak mevcudun malum hale gelme seviyesi değişecektir. Bu nedenle tüm ilkeler, sabiteler, konumlanan noktaya göre bir anlama ve değere sahiptir; itibarîdir ancak izafî değildir. Yine bu nedenle çerçeveleri, dizgeleri de var-eden bakış açılarıdır. Çünkü, bakış açısının iki kenarını birleştirmek, bir çerçeve elde etmek paradigmadır ve bu anlamıyla paradigma kapalı bir dizgedir.
Kişioğlunun hiç değişmeyen sabit noktası insan olmaklıktır. Bunun dışındaki her durum bir köşede konumlanış, bir noktada duruştur. Bu çerçevede, vucuda ilişkin sabitelerimiz ile mevcuda ilişkin değişkenlerimizi dinamik bir ilişki içinde tutabildiğimiz, birini ötekinin yerine ikame etmediğimiz; kısaca açı (köşe) ile bakışı, nokta ile nazarı birbirine karıştırmadığımız sürece varlıka, var-olana ve insana ilişkin sahih, muhkem ve istikameti olan ilim üretebilir, onları maluma dönüştürebiliriz.
Metafizik güvenlik alanı mı? O insanın bitmeyen bir ara-yışıdır; geçici olarak giderilir ama tüketilemez; çünkü arayış bizâtihi ara-da olan insandır...
İrfanî geleneğimizde Hz. İnsan’a nispet edilen deyişle: “Bir peygamber olarak ben bile akıbetim hakkında emin değilim.”

Paylaş Tavsiye Et