Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Millet-i Sadıka’dan Vakıflı’ya giden yol
Murat Yeşiltaş
HATAY’IN Samandağı ilçesine bağlı Vakıflı köyü, bugün Türkiye’de Ermenilerin yaşadığı tek homojen mekân. Vakıflı’nın tek başına bir Ermeni köyü olarak varlığı, bu coğrafyanın kültürel zenginliğinin tarih içinde geçirdiği serüvenin aslında en trajik örneklerinden biri. Her iki toplumun zihin dünyasında başlangıçta kurulan karşılıklı algılar, hem tarihin hem de bugünün yeni söylemler ve pratikler tarafından yeniden inşası sonucu oldukça değişti. Gelinen nokta, Vakıflı’dan ve Türkiye topraklarında yaşayan bir avuç Ermeni halkından ibaret. Peki, Millet-i Sadıka’dan Vakıflı’ya nasıl gelindi?
Türkler açısından bakıldığında, Ermenilere ilişkin algının, Millet-i Sadıka gibi Osmanlı toplumuna en üst düzeyde eklemlenen bir düzlemden örtülü ırkçılığa kadar uzanan bir seyir izlediğini görüyoruz. Kuşkusuz bu algıyı tek bir sebebe indirgemek, hatta toplumsal düşünme biçiminin tamamına teşmil etmek oldukça anlamsız olur. Ama yine de bugün Türklerin zihninde Ermenilerin yer ettiği sorunlu alanları açıkça ortaya koymak, tarihle yeniden ama hakikatlice yüzleşmek gerekiyor.
Türk-Ermeni ilişkilerini Türklerin Anadolu’ya göç etmeye başladığı 1000’li yıllara kadar götürmek mümkün. Türklerin son bin yılda güçlü siyasi birimler kurması bölgede uzun asırlardır yaşayan Ermenilerin aleyhine bir süreci başlattı. 11. yüzyılda Selçukluların genişlemesi ve Ermeni halklarını kontrol etmesiyle başlayan süreç, 13-15. yüzyıllarda Memlüklerle devam ederken 16. yüzyılın ortalarında Osmanlı ile son buldu. Ermenilerin büyük kısmı bu tarihten itibaren çok kültürlü bir imparatorluk şeklinde organize olan Osmanlı hâkimiyetinde yaşadılar ve yaptıkları katkılar nedeniyle imparatorluğun en önemli unsurlarından biri haline geldiler. Öyle ki Osmanlı, Ermenilere Millet-i Sadıka, yani “sadık millet” unvanını verdi. Bunun yanı sıra Ermeniler, Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde Millet-i Mahkume kategorisi içinde de yer aldılar. Millet-i Mahkume ya da başka bir ifadeyle zimmîler, imparatorluğun asli unsuru olan Müslümanların yani Millet-i Hâkime’nin hükmettiği gayrimüslim unsurları içeriyordu. Toplumun bu şekilde düzenlenmesi daha sonraki süreçte Ermenilere yönelik algının şekillenmesinde derin izler bıraktı; fakat bu sistemin tek tip bir kimlik dayatmadığı da aşikâr. İmparatorluğun eklektik yapısı, yatay düzlemde topluluklar arasında, dikey düzlemde de iktidar ile Ermeni milleti arasında ilişkilerin sorunsuz sürmesini sağlayan bir barış ve istikrar ortamını kurdu.
18. yüzyılın sonlarında uluslararası sistemde etkin olmaya başlayan milliyetçilik akımı, diğer imparatorluklarda olduğu gibi Osmanlı’da da iç bütünlüğü ve dengeleri sarstı. Ulus bilincinin canlanmasıyla etnik ve dinî azınlıklar bağımsızlıklarını kazanmak için siyasi partiler altında örgütlenerek imparatorluk merkezine başkaldırdı. Bu bağlamda, 1890’larda kurulan partiler, başta devrimci-milliyetçi Hınçak ve Taşnak olmak üzere, bağımsızlık mücadelesinin platformu haline geldiler. Aynı zamanda, Ermeniler zamanın uluslararası güç dengelerini de kullanarak, Osmanlı’ya karşı Ruslarla işbirliği yaptılar.
Bu gelişmelere önlem olarak Osmanlı, 1839 Tanzimat Fermanı’nda diğer millet unsurlarıyla birlikte Ermenileri “eşit tebaa” olarak ilan etse ve vatandaşlığı esas alan bir anlayışla kendini yeniden inşa etmeye çalışsa da istediği sonuçları alamadı. Bu dönemde gayrimüslim unsurların ekonomik temelli sınıfsal ağırlığının Müslüman unsurlar aleyhine bozulması, 1853-56 Kırım Savaşı’yla Osmanlı’nın uluslararası sistem içinde zayıflaması ve süreçte Ermeni milliyetçiliğinin daha da sertleşmesi Müslüman unsurlarla Ermeniler arasındaki karşılıklı algılamaları derinden etkiledi.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve devamında imparatorluk merkeziyle Ermeni milliyetçileri arasında yaşanan mücadeleler önemli bir tarihî dönüm noktası oldu. Bu süreç, 1915 tehciriyle en zirve noktasına ulaştı. Bu dönemde Ermeni kimliği hem devletin hem de Türklüğün muhafazasında egemenlik damgasının işareti olan tehcir yoluyla tam bir “istisna hali”ne terk edildi. Türkler ve Ermeniler kendilerini hem kutsal hem de beşeri yasanın inayetinden yoksun tam bir ara bölgede birbirlerini boğazlar halde buldular. Ermeni nüfusunun büyük çoğunluğu böylece yerinden edildi. Erken Cumhuriyet döneminde takip edilen kimlik politikasıyla da, Türkler ve Ermeniler arasındaki psikolojik mesafe hiç olmadığı kadar genişledi. Osmanlı döneminin eklektik toplumsal yapısı ve bu yapının üzerine inşa edildiği topluluklar arası algılama, yerini seküler-milliyetçi tek-tip bir vatandaş anlayışını benimseyen ve dolayısıyla bu yapıya itiraz edenleri “öteki”leştirip dışlayan toplumsal bir düzene bırakarak tamamıyla ortadan kayboldu.
Ermeniler 1924 Lozan Antlaşması ile “azınlık” olarak kategorileştirilse de Türk insanının zihninde “hain” ve “kandırılmış” millet olarak yer ettiler. 1942’deki Varlık Vergisi Kanunu’yla Ermeni burjuvazisi devlet tarafından tıraşlandı. Bu dönemde Anadolu topraklarında kalan az sayıdaki Ermeni nüfusu toplumsal olarak daha da içe kapandı; bir kısmı ise Türkiye’yi terk etti. 6-7 Eylül olayları ise devletin “şiddet lisansı” olarak tanımlanabilecek örtülü politikası sonucu diğer azınlık kimlikleriyle birlikte Ermenileri de yeni bir şiddet sarmalına maruz bırakan süreci başlattı. Bu durum Türklük ve Ermenilik kategorileri arasındaki antagonizmanın körüklenmesine ve Ermenilerin daha fazla içe kapanmasına neden oldu. 1971’de gayrimüslim vakıflarına el konulması ise bunun bir devamı niteliğindeydi. 1973’te başlayıp 1980’lerin ortasına kadar devam eden ve aralarında diplomat, güvenlik görevlisi ve işadamlarının bulunduğu yaklaşık 40 civarında Türk vatandaşının başta ASALA olmak üzere Ermeni terör örgütlerince katledilmesi ve yine 1991-1994 yıllarında Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaş, Türklerin Ermenilere ilişkin olumsuz algısını ileri bir noktaya taşıyarak pekiştirdi. Ermeni algısının en trajik bir şekilde pratiğe döküldüğü anlardan birisi de Agos gazetesi sahibi ve yazarı Türkiyeli bir Ermeni olan Hrant Dink’in öldürülmesiydi.
Sonuç itibarıyla, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Türk-Ermeni ilişkilerinde yaşananlar, “düşman” algılamasını üretirken, bu algı üzerinden iki toplum ilişkilerinin düzenlenmesini de beraberinde getirdi. Özellikle, Türkiye cephesinden bakıldığında, ülke topraklarında yaşayan Ermeniler maruz kaldıkları fiziksel ve söylemsel şiddet karşısında sürekli olarak bir içe kapanma sürecine girdiler. Vakıflı köyü olgusu, bu sürecin somut halini gayet açık bir şekilde yansıtıyor. Günümüzde, iki toplum tarafından uzun süre benimsenen bu “düşman” algısı, Ermeni diasporası ve Ermenistan’da bulunan Ermeni milliyetçileri ile Türkiye’de özellikle milliyetçi-muhafazakârlar ve seküler-milliyetçi toplum düzenini savunanların tüm karşı koyuşlarına rağmen, yerini ilişkileri daha barışçıl bir düzeye çekmeye çalışan, ortak geçmişe vurgu yapan ve çıkar birliğini savunan yeni bir algıya bırakıyor. Bu değişimde hiç şüphesiz uluslararası stratejik ve kültürel şartların iki ülke ve toplum üzerinde oluşturduğu baskıların yanında, hem Ermeni hem de Türk tarafında siyasi karar alıcıların kararlılığının da payı var. Dolayısıyla bu değişim, “Şimdi Vakıflı’dan nereye?” sorusunu akıllara getiriyor.

Paylaş Tavsiye Et