Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Kurban: Sınıra yakın durmak
İhsan Fazlıoğlu
EMNİYET sözcüğü ile iman sözcüğünün aynı kökten gelmesinin işaret ettiği üzere, din, her şeyden önce, insan aklının metafizik güvenliğini sağlar. Bu nedenle, Tanrı inancı, aklın en-üst sınırı; bir manzume olarak din de aklın terbiyesidir. Güvenlik sözcüğü, ilk elde, ya dışarıdan gelen ya da içeriden kaynaklanan tehlikelere karşı tedbiri çağrıştırır. Tersine, din, öncelikle aklı terbiye ederek, insanı, kendisinden, nefsinden korumayı amaçlar; çünkü bir birey olarak kendisiyle barışık olmayan bir kişinin dışarıdan ya da içeriden korunmasının mantıkî bir anlamı yoktur. Bu nedenledir ki, iman kişiseldir; bireyseldir; herkes tek ve yalnız başına iman eder; başka bir deyişle, iman ederken, kişi, yapayalnızdır (amentu). Bir birey olarak insan aklının terbiyesi, bir tür olarak insanın; hatta canlı-cansız tüm Evren’in insandan korunmasını sağlar; çünkü iman eden emindir; emin olan temin eder; etmelidir. Terbiye, Türkçe karşılığı olan eğ-itim sözcüğünün de imlediği üzere, aklın belirli sınırlar dâhilinde iş görmesini, davranmasını sağlamaktır. Haram sözcüğünün sınırlamak, sınır koymak; helal sözcüğünün de (-sınırdan) içeri girmek anlamı olduğu dikkate alındığında denilenler daha iyi anlaşılacaktır.
Yeri gelmişken, ayraç içinde, belirtilmelidir ki, dinde bazı özel sınırlamalar bu genel sınırlama için hazırlık mahiyetindedir. En küçük ve en büyük maddî yapıların, dolayısıyla tüm Evren’in bir din üzere olduğunun söylenmesi, bu anlamda, her şeyin kendi sınırında durması ve o sınır içerisinde iş görmesi demektir. Nitekim kulluk, en temelde, her şeyin sınırını bilmesi, yaratılışı üzere iş görmesi ve davranmasıdır. İnsan hariç, Evren’de, şimdiye değin bildiğimize göre, her şey doğal yeri ve işleyişindedir; insan ise aklı ile doğal yer ve işleyişini aşar; başka bir deyişle yalnızca insan, doğal yer ve işleyişinin sınırlarını aklıyla çiğneyebilir. İnsan aklını sınırında, yaratılışı üzere tutmak; hayr, ihtiyar eylemesini sağlamak, insandan, bizatihi kendisinden, öncelikle yine kendisini, sonra öteki insanları ve tüm Evren’i korumak için elzemdir.
Din’de biçimsel özellik gösteren ibadetler (kulluklar), insan aklının terbiyesi, büyük kulluğun, insan olmaklığın, doğru yol (sırat-i müstakim) üzere yani sınırında seyretmesi için son derece önemlidir. Bir örnek vermek gerekirse, urefa, namazı, genel anlamıyla insan nefsinin terbiye edilmesi olarak görür: Kıyam, insanın en önemli özelliği, ufka bakmasını mümkün kılan dik durma (kebed)’yı, dolayısıyla, tüm Evren’in bir hülasası olarak, maddî, bitkisel, hayvanî ve aklî özellikleri birlikte içeren bir yapıyı temsil eder. Rukû, yani eğilmek, Tanrı karşısında, hayvanî olanı, hayvanî nefsin özelliklerini, secde yani toprağa düşmek, sürünmek ise bitkisel olanı, bitkisel nefsin özelliklerini -yok etmek değil- terbiye etmek, sınırında tutmak, anlamına gelir; iki secdeden sonra kazanılan hâl terbiye edilmiş nefistir yani kelime-i şehâdet getirerek teslim olmuş (barışa, emniyete ermiş), dolayısıyla sükûnet bulmuş, ihtiyar yeteneği kazanmış akl-i selimdir. Bu nedenledir ki, insana (dik durana), en zor gelen şey başkasının karşısında eğilmek, önüne düşmek, hatta yerde sürünmektir.
Tüm biçimsel kullukların, hem bireysel hem de türsel anlamda insan nefsini terbiye etmeye yönelik olduğunun en güzel örneklerinden birisi hac ve kurbandır. Haccın hayat ve âhireti/kıyameti birlikte içeren ilahî bir senaryo olduğu söylenebilir. Bu senaryoda başrolleri, bir erkek (Hz. İbrahim), bir kadın (Hz. Hacer) ve bir çocuk (Hz. İsmail), kısaca bir çekirdek aile üstlenir. Kadının, kendisi ama daha çok Çocuğuna ilişkin, daha genel anlamıyla yaşamaya ilişkin telaşı, kaygısı ve korkusu, Sefa ve Merve arasındaki koşuşturması, yardım edecek ötekini araması, Hayata tutunma arayışını temsil eder. İnsan türünün çoğalma ve sürekliliğini temsil eden Çocuğun, suyu bulması, yaşamın kaynağı olarak suyun merkezî yerine yalnızca bir işarettir. Kısaca denirse, Çöl, Hayat, bir telaş, bir kaygı, bir korku, bir koşuşturmadır; yaşamak için bir arayıştır; türü -çocuğu- devam ettirmek için verilen bir uğraşıdır ve ancak ötekisiyle mümkündür. Erkeğin, Babanın bu sahnedeki rolünün kısıtlı olması, hayatın, yaşamanın iç yapısının kadın tarafından yürütüldüğünün bir göstergesi olarak okunabilir. Kıran haccında hayatı temsil eden bu sahnenin ihram ile yapıldığı, ihramın da, haram sözcüğüyle aynı kökten geldiği dikkate alınırsa, sınır koymanın, sınırlı olmanın hayatın her anında geçerli olduğu rahatlıkla anlaşılır; o kadar ki Zilhicce’nin dokuzuncu günü Kıyamet sahnesine giderken bile tekrar ihram giyilmesi, sınır kavramının ne kadar belirleyici olduğunu gösterir; insan kıyamette bile sınırını, insanlığını bilmelidir; zaten insana kıyamette sınırı, insanlığı hatırlatılacak, sahip olduğu iradeyi -ihtiyarı değil- kullanarak, sınırından, insanlığından ne kadar uzaklaştığı önüne konulacaktır.
Hac’da şeytan taşlama olarak bilinen ritüel, nefis terbiyesinde zirve noktayı temsil eder. Küçük, orta ve büyük cemre’nin anlamlarına dikkat edildiğinde ilk göze çarpan, cemre’nin “kor(köz) halindeki ateş” olmasıdır ki, nefse ateşin temsilî bir hatırlatılmasıdır. Küçük cemre, nefsin bitkisel, orta cemre hayvanî, büyük cemre ise insanî tarafını temsil eder. Bu nedenle, aslında herkes kendi şeytanını/şeytanlarını taşlar. Öte yandan Kurban’ın birinci gününde yalnızca büyük’ün taşlanması; ikinci, üçüncü ve dördüncü günler her üçünün taşlanması; insanî nefisteki iradenin, aklî ihtiyara dönüştürülmesi sürecinin öteki nefsî güçlerin terbiyesinden daha zor olduğunu gösterir. Daha da ilginç olanı, ulemanın taşlama esnasındaki uyarısıdır; insan taşları/közleri “öfke” ile atmamalıdır; çünkü öfke iradenin bir dışavurumudur; ihtiyarın değil. Tüm bu süreci, kurban keserek, yakınlaşarak bitirmek, hayata ilişkin hareketin ilahî olana teslim olması ve sükunete kavuşmasıdır. Bir çocuk olarak, türün bekasını, süreklilik arzusunu, hâkimiyet duygusunu, kısaca çokluğun kendisini temsil eden Hz. İsmail’in yerini alan kurban, aslında insanın nefsi’dir ve mecazî anlamda, kesilerek, yaşamasına son verilerek, aklî olanın maddî-bitkisel ve hayvanî olana galebe çalmasını imler. Ulema’ya göre, Hac’da ev sahibi Tanrı olduğu için, O’na takdim edilecek en değerli şey bizatihi insanın kendisi, yani nefsidir; insan da bu takdimi nefsini temsil eden bir kurbanla gerçekleştirir; bu nedenle kurban, mecazî anlamıyla nefsin ilahî terbiyesi yani sınırını bilmesinin bir itirafıdır.
Nasıl ki, bilinenin tersine, asıl oruç, iftar saatiyle; asıl Ramazan da bayramdan sonra başlarsa -ki Ramazan, oruç, nefsin terbiyesine ilişkin bir eğitimdir-, asıl Hac da bizatihi Hac’dan sonra başlar. Kişi, nefsini/şeytanını hafife almamalı; sınırında durmalıdır; çünkü maddî ihram eğitimi, insanın nefsine manevî bir ihram giydirmek, yani sınır koymak; insanlığı içinde tutmak içindir. Heidegger’in dediği gibi, “sınır/insanlık bir kere çiğnendi mi, çiğnenecek başka bir sınır kalmaz”.

Paylaş Tavsiye Et