Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Laiklik ve yorgunluk
Ahmet Okumuş

LAİKLİĞE ömür biçenler, çok çok Avrupa din savaşlarına kadar geri giderler. Bir fikir, bir doktrin için erken sayılabilecek bir tarih. Lakin genç yaşına rağmen laiklik yorgunluk emareleri gösteriyor. O kadar ki, laikliği yeniden tanımlamaya dönük çağrılar, yalnızca Türk siyasasının derin kıvrımlarında yankılanmıyor. Laiklik çoktandır öz yurdu Batı’da dahi yeniden tartışılıp yorumlanıyor. Yoran ve yorulan bir mefhum artık laiklik.
Laik bir muhayyilenin Türkiye’de yerleşik hale gelmesi için tasarlanan politikalar başından beri kendi iç yetersizliklerinin mahkûmu oldu. Bu noktada zikre değer ilk mesele, yeni rejimin esaslı ve kapsamlı bir ethos oluşturmadaki zafiyetidir. Hiç kuşku yok, Kemalist modernleşme projesi belirli yapısal-toplumsal dönüşümleri gerçekleştirebildi. Kimi noktalarda Osmanlı modernleşme süreçlerini tamamladı, kimi bakımlardan ülkeyi yepyeni ve radikal istihalelere açtı. Fakat bir modernleşme projesi olarak sosyo-normatif dokusu daima zayıf kaldı. Şerif Mardin’in tabiriyle “toplumun daha derin tabanı ve etik temeli” kıyasıya ıskalanıyordu. Kimine göre bu topraklarda yüzlerce yıl en azından “gevşek ve heterojen bir bağ” olarak toplumsal hayatı hâleleyen İslam, otoriter laiklik uygulamaları ile zorlanıyordu.  Cumhuriyet’in yaşadığı açmaz, bir yandan bu bağı işlevsiz kılmaya çalışırken, diğer yandan açılan boşluğu dolduracak doyurucu bir yaşam kültürü, derinlikli bir ahlaki hayat kuramamasıydı. Kadim bilgeliğin diliyle söylersek mesele, “doğru yaşam nedir?” sorusuna hep cılız yanıtlar verilmesiydi.
Yeni rejimin etik altyapıyla yüzleşirken yaşadığı problemin bir benzerini siyasalın yeniden inşasında da izlemek mümkün. Modernleşmeyle gelen sosyal dönüşümün siyasi tazammunları, seçkinler katında hiçbir zaman tam kabul görmedi. Sosyal modernleşme ile toplumsal enerjilerin harekete geçirilmesi, kaçınılmaz olarak siyasalı da dönüştürecekti. Bu, yeni sosyal aktörlerin siyasi kurguda umulmadık etkiler yapabileceği anlamına geliyordu. Mesela Kemalist politikalar elinde büyüyen erken Türk burjuvazisi, 50’li yıllara gelindiğinde CHP’nin başını çektiği tarihsel bloğu bizzat kendisi çözmeye yeltenecekti. Aynı gerilimin bugün bile AB’ye meftun Türk yüksek burjuvazisi ile şu ya da bu ölçüde aynı sürece direnç gösteren askerî-sivil bürokrasi arasında yaşandığı söylenebilir. Laikliği de aynı çerçevede değerlendirmek mümkün. O da aslında sosyal modernleşme politikalarının zaman içinde dolaylı olarak aşındırmaya başladığı bir ilke. Modernleşme sürecinde kente taşınan, okullaşan millet, hayat dünyasının derin tabanında yatan din kökenli tasavvurları politikleştirince, başlangıçta kurgulandığı biçimiyle otoriter bir laiklik siyaseti sürdürülebilir olmaktan çıkıyordu.
Cumhuriyet Türkiyesi’nde şu ikisi hep birbirine karıştı: Bir “kontrol rejimi” olarak laiklik ve bir “ayrışma doktrini” olarak laiklik. İlkine göre laiklik, dinî yapı ve süreçlerin handiyse total bir kontrolüne soyunur. En göze çarpan örneğini Fransa’da gördüğümüz bu tür bir laiklik anlayışı, din söz konusu olunca daimi bir teyakkuz haline işaret eder. İkincisine göreyse laiklik, esasen siyasî ile dinî arasına tam bir kurumsal set çekmek, net bir sınır çizmektir. Umulan, muhtelif dinî inanış ve cemaatler karşısında tarafsız bir kamu otoritesine alan açmaktır. Ayrışma doktrini olarak laikliğin ilk akla gelen örneği ABD’dir. Burada kurumsal ayrışma, din u devletin farklı bağlamlarda temasına mani değildir. Kilise ve devletin ayrışması, dinin siyasetten tamamen ayrıştığı anlamına gelmez. Türkiye’de ise kurucu elitler, Fransız modeline yaklaşarak, dini kontrol ettikleri ölçüde din ve devletin ayrıştığını düşündüler. Ayrışmayı, kontrol marifetiyle sağlayacaklardı. Fakat dinî hayatın laik müşahede altına alınması, siyaseti dinden tecrit edemediği gibi, dinin yeni kanal ve mevziler açmasına kadar vardı.
Aslında Cumhuriyet’in İslam’la ilişkisi salt negatif ve yalıtıcı bir muhalefet, sindirme, hükümsüz kılma ilişkisi olmamıştır. Cumhuriyet, bir yandan yeni bir din kurumsallaşmasının önünü açmış, bir yandan da daha genel sosyal dönüşüm politikalarıyla belki istemeden İslamî toplumsalın modern süreçler içinde yeni çehreler altında ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Son dönemlerde Türk sosyal bilim çevrelerinde giderek artan oranda vurgulandığı gibi, Kemalist modernleşmenin tetiklediği bazı süreçler, paradoksal olarak belli İslamîleşme vasat ve vasıtaları oluşturmuştur. Bu, aslında daha önce E. Gellner’in dikkatimize sunduğu bir husus. Kentleşme ve okullaşmanın daha kitabî, yüzü ilk-aslî kaynaklara daha dönük, belki daha püriten bir İslamî sosyalleşmenin taşıyıcısı olduğu tezi büyük ölçüde doğrulandı. Denilebilir ki, İslam dünyasında modernleşme, aynı zamanda “bir tür” dinîleşmenin önünü açtığı için, cumhuriyetçi inkılâplar beklenmedik ürünler veriyordu.    
Öyleyse bugün laik rejim kendi tetiklediği süreçlerle mi çatışmaktadır? Bu pek de yanlış bir iddia olmaz. Fakat kuşkusuz tüm bu süreçlerin Kemalizm’i ve Türkiye’yi aşan, belki cihanşümul bir boyutu da var. Artık modernlik ile sekülerliğin ilişkisini eskiden olduğu gibi doğrusal ve statik bir ilişki olarak okumak zor. Çoktandır sahanın uzmanları modernleşmeyi dinin düşüşü ile özdeş tutan tezlerden yüz çevirmeye başladı. Sekülerliği bir (dinî) düşüş meselesi olarak değil, bir dönüşüm meselesi olarak görmek daha bir revaçta. Modernlik dini bertaraf etmekten çok, yeni dinsellik biçimlerine uç verdi. Din erken modern tahayyülün ona tahsis ettiği özel alanın dışına sarkmaya başladı. Hatta artık post-seküler bir çağa girdiğimizi söyleyenler, Tanrının intikamından dem vuranlar, Weber’e inat dünyanın yeniden efsunlandığını (re-enchantment) dillendirenler, kutsalın geri dönüp (re-sacralization) sekülerleşmeyi çözdüğünü (de-secularization) iddia edenler var.
Din, en azından bir hissiyat olarak yükseliyor. Yakınlarda ülkemizi ziyaret edecek olan Papa’nın, Avrupa’da normalde sekülerleşmesini tamamladığı düşünülen toplum katmanlarında gördüğü hürmet bu açıdan anlamlı. Hiçbir amelî konuda Papa’ya riayet etmeyen Avrupalı gençler, bir kült, bir idol olarak cuş u huruş içinde onu selamlayıp tazim ediyorlar. Din, kurumsal tutamaklarını yitirse de, bir hissiyat olarak müphem bir derinlik kazanıyor, daha gri alanlara açılıyor; “orada ama değil” türünden bir varlık mertebesine yerleşiyor. Belki de Türkiye’de yaşadığımız bulanıklık, daha genel sekülerleşme meselesinin bir alt teması olan laikliğin, çok daha derinlikli bu yeni durumu anlamak hususunda kısıtlı bir kavram olmasından kaynaklanıyor.


Paylaş Tavsiye Et