Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Küreselleşen Türkiye’de işçi olmak
Sadık Ünay
TEKEL işçilerinin son özelleştirme dalgasına tepki olarak Ankara’nın orta yerinde aylardır devam eden eylemleri ile Bursa ve Balıkesir’deki madenlerde kısa aralıklarla yaşanan grizu patlamaları, dönüşüm sürecindeki Türkiye’nin en önemli sosyo-ekonomik meselelerinden birini, yani işçi kesiminin hal-i pür melalini yeniden gündeme taşıdı. Bu toprakların esaslı siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel sorunlarına bulunacak gerçekçi ve vicdani çözümler on yıllardır ideolojik konumlanmalara, önkabullere ve gerginliklere biteviye kurban edildiğinden, küreselleşme sürecindeki dönüşümlerden en fazla etkilenen işçi kesiminin problemleri serinkanlı biçimde bir türlü masaya yatırılamadı. Gündemdeki son örnek olan “Tekel işçileri vakıası” da Washington ve Post-Washington uzlaşıları ile şekillenen neo-liberal dönüşüm cereyanlarına otuz yıldır maruz kalan Türkiye’nin, sanayileşme-istihdam stratejilerini ve geleceğe dönük işgücü politikalarını derinlikli olarak ele almak için bir fırsattan ziyade, yaklaşan genel seçimler öncesi AK Parti hükümetini yıpratmak için kaçırılmaması gereken bir araç olarak değerlendirildi farklı çevreler tarafından.
Oysa Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından itibaren ortaya konan organik-sınıfsız toplum algısı bağlamında gerek girişimci kesimler ve özel sektör aktörleri gerekse organize işçi kesimlerinin, gerçek anlamda “sivil” bir harekete manevra alanı bırakmak istemeyen siyasi otorite tarafından “kamulaştırıldığı” gerçeği gün gibi ortada. Devlet güdümlü bir burjuvazi ve devlet güdümlü bir işçi kesimi ile ne rasyonel kalkınma stratejileri oluşturulabileceği ne küresel rekabet koşullarına ayak uydurulabileceği ne de sosyo-ekonomik kesimler arasında istikrarlı bir denge ve işbirliği ortamının yakalanabileceği yakın tarihimizdeki tecrübelerle sabit. Hem piyasa aktörlerinin hem de organize işçi temsilcilerinin sırtlarını siyasi otoriteye ve yeniden dağıtımcı bir tür devlet kapitalizmine dayayarak garanti altında olmak istemeleri, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkenin farklı konjonktürlerin gerektirdiği stratejik dönüşümleri bir türlü zamanında yapamayıp hep gecikmiş sorunlarla boğuşmak zorunda kalmasının da temel sebeplerinden birisini oluşturuyor.
Çok partili sisteme geçişten itibaren siyasilerin desteğini alan sendikalar ve işçi örgütleri, temsil ettikleri kesimlerin sosyal ve ekonomik çıkarlarını makro dengeler çerçevesinde koruyan aktörlerden ziyade çetrefilli siyasi ittifakların ve kimi antidemokratik planların vazgeçilmez katılımcıları olageldiler. 1950’lerde tarıma dayalı bir ihracat stratejisini benimseyerek yerli sanayicileri ve sanayi sendikalarını küstüren Menderes iktidarına karşı muhalefetin en etkin unsurları, 1960 ve 70’lerde içe dönük ithal ikameci sanayileşme hareketinin başlıca destekçileri, 1970’lerin sonunda radikalleşen 12 Eylül’e giden yolun mimarları, 1980 sonrasının ilk neo-liberal dalgasının mağdurları ve 28 Şubat döneminde “mahşerin atlıları” özellikle KİT’ler bünyesinde organize olan sendikalar ve işçi örgütleriydi. Cumhuriyet tarihi boyunca kendilerine özerk bir hareket alanı açıp güçlerini temsil ettikleri işçi kesiminden almak yerine siyasi/ideolojik angajmanlar yoluyla sisteme entegre olma yolunu seçen sendikaların, Reaganizm/Thatcherizm dalgalarının Türkiye’ye yansıdığı 1980 sonrasının fırtınalı şartlarına hazırlıksız yakalanıp adaptasyon sıkıntıları çekmelerine şaşırmamak gerekir.
İç piyasaya odaklanan özel sektör gruplarının konjonktürel değişimlerin de baskısıyla hızla dünya piyasalarına açılmaları, başta işgücü maliyetleri olmak üzere tüm maliyetlerin küresel rekabet koşullarına uygun seviyelere çekilmesini gerektirirken, yeni kamu yönetimi anlayışı da devletin üretim fonksiyonunun KİT’lerde kapsamlı bir özelleştirme ile devreden çıkarılmasını şart koşuyordu. Bu anlamda hem kamu hem de özel sektör nezdinde ciddi baskılarla karşılaşıp yeni verimlilik mantalitesini hazmedemeyen Türk sendikal hareketi, siyasi müttefiklerini de kaybettiğinden, hızla zayıfladı ve sendikalı işçilerin sayısında muazzam düşüşler yaşandı. İlk neo-liberal dönüşüm dalgasının yıkıcı etkilerinde ülkenin küresel finansal sisteme gereğinden hızlı ve kontrolsüz biçimde entegre olmasının yolunu açan siyasiler kadar yeni sosyo-ekonomik paradigmaya dair hiçbir somut hazırlık yapmayan işçi örgütlerinin de ağır sorumlulukları vardı. Zaten kapsamlı bir refah devletine sahip olmayan ve 1963-77 ithal ikamesi/ekonomik planlama döneminde iç piyasa ağırlıklı kalkınma stratejisini yapay bir yüksek ücret politikası ile yürütmeye çalışan Türkiye’de hızlandırılmış ekonomik liberalizasyon tercihinin en ciddi olumsuz etkilerinin siyasi koruma kalkanından mahrum kalan sanayi işçileri üzerinde görülmesi şaşırtıcı değildi.
Ekonomik rasyonalite ve verimlilik kaygılarından izole biçimde popülist siyasiler tarafından markaja alıştırılmış bir işgücü hareketinin esnek üretim biçimlerinin yaygınlaştığı; bilişim, finans ve hizmet sektörlerine doğru hızlı bir kaymanın yaşandığı 1980’ler sonrasında tam bir temsil ve varlık krizine girmesi kaçınılmazdı. Batı’daki muadillerinin tersine yeniden eğitim, vasıflı işçi geliştirme stratejileri, kamu ve özel sektörle piyasa şartlarında sürdürülebilir istihdam politikaları oluşturma konusunda işbirliği yapmayan Türk işçi hareketi, Soğuk Savaş ve ekonomik korumacılık dünyasının kalıpları ile düşünerek ülkenin hassas siyasi konjonktüründe kamu aktörlerinden tavizler koparma geleneğini sürdürdü. Ancak Türkiye’nin hem uluslararası yatırımcılar ve IMF hem de AB ile uzun vadeli istikrar odaklı muhatap olduğu bir süreçte mali disiplin ve kamuda verimlilik ilkelerine odaklanması “şark kurnazlığı” ve “siyasi oportünizm” eksenli sendikacılık tarzını boşlukta bıraktı. Yeni dönemde bu irrasyonel tarzda ısrar edilmesi, Anadolu sathına yayılmış işletmelerde çalışan işçilere acı çektirmekten başka bir işe yaramayacaktır maalesef.
1980’lerde “Washington Uzlaşısı”ndan yola çıkan radikal piyasacı söylemlere rağmen geniş kapsamlı özelleştirme programlarının hayata geçirilememiş olması ve 1990’lardaki ekonomi politik istikrarsızlık, “Post-Washington Uzlaşısı”na geçişi başarıyla gerçekleştiren AK Parti hükümetini yine gecikmiş bir hesaplaşma ile karşı karşıya bırakmış görünüyor. Son yıllardaki performansıyla küresel likidite bolluğunu da arkasına alarak hem doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını çekmede hem de büyük çaplı özelleştirmeleri gerçekleştirmede Cumhuriyet döneminde az görülen bir ivme yakalayan AK Parti için en hassas dönemeçlerden biri, hiç şüphesiz büyük çapta istihdam sağlayan ve ekonomik olarak sürdürülemez durumdaki sanayi KİT’lerinin özelleştirilmesi olacak. Şu ana kadar kamunun finansman ihtiyacını gidermede başlıca araç olarak görülen özelleştirmeler, olumlu uluslararası konjonktürü değerlendirmek ve bürokratik direnç gayretlerini kırmak gayeleriyle oldukça süratli ve yüzeysel altyapı hazırlıkları eşliğinde yürütüldü. Bu durumda sektörel dönüşüm, sınaî/teknolojik modernizasyon ve istihdam politikaları arasında tutarlı bir stratejik çerçeve oluşturmak pek mümkün olamadı. Ancak önümüzdeki dönemde gündeme gelecek emek yoğun işletmelerdeki özelleştirmeler, hem sosyo-ekonomik dengeler açısından büyük hassasiyet taşıyor hem de siyasi istismara oldukça müsait.
Gelinen noktada neo-liberal saplantılarla iyi dizayn edilmemiş bir özelleştirme programını alelacele dayatmak da, klasik devlet müdahaleciliğinde ısrar etmek de fayda getirmeyecektir. Türkiye’nin yaşamakta olduğu yapısal dönüşümü iyi analiz ederek özelleştirme süreçlerinin doğuracağı sosyal sıkıntıları minimize edecek çok yönlü ve uzun vadeli istihdam politikaları geliştirilebilir. Sadece mali disiplin ve dış kaynaklar ile finanse edilen düşük enflasyonlu büyüme Türkiye hacmindeki bir ülkenin kalkınma ihtiyaçları için yeterli görülemez. İnsani kalkınma ile ekonomik parametrelerin sosyal yansımalarının da makro stratejilerin merkezinde yer almaları şarttır.

Paylaş Tavsiye Et