Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Ekonomi
Enflasyon hedeflemesi Türkiye için doğru tercih değil
Adnan Büyükdeniz
“ENFLASYON hedeflemesi” 1990’lı yılların başından bu yana bazı ülkelerin enflasyonu kontrol ve fiyat istikrarı sağlama konusunda kullanmaya başladıkları bir parasal rejimdir. T.C. Merkez Bankası, bu yılın Ocak ayında yaptığı açıklamada, şartların netleşmesine bağlı olarak 2003 yılı içinde enflasyon hedeflemesine resmi olarak geçmeyi amaçladığını belirtti. 2003 yılında enflasyon hedeflemesine geçildiği takdirde, Türkiye enflasyonla mücadelede –halen teorik olarak mümkün– üç farklı parasal rejimin hepsini, dört yıl gibi oldukça kısa bir sürede deneyen belki de ilk ülke örneği olarak iktisat tarihine geçecek.
Fiyat istikrarı ve enflasyonun kontrolü konusunda, bir Merkez Bankası’nın benimseyebileceği esas itibarıyla üç farklı parasal çerçeve (rejim) sözkonusu. Bunlardan “parasal hedefleme” ve “döviz kuru hedeflemesi” daha geleneksel ve halen çoğu Merkez Bankası tarafından kullanılagelmekte olan, enflasyon hedeflemesi de 1990 yılından beri bazı ülkeler tarafından uygulanan nispeten yeni bir yaklaşım. Enflasyon hedeflemesini diğer yaklaşımlardan ayıran temel özellik, Merkez Bankası’nın enflasyonu kontrolde başka herhangi bir ara hedef ya da hedefler kullanmaksızın, bizzat enflasyonun kendisini hedeflemesi, hedef enflasyon oranını “nominal çıpa” olarak kullanmasıdır.
 
Hangi Enflasyon Oranı?
Merkez Bankalarının temel problemlerinden birisi de “cari enflasyon oranı” üzerinde tam bir kontrol sağlamadaki güçlükleridir. Bu problemi çözmeye yönelik olarak, enflasyon hedeflemesi yaklaşımı, para politikası araçlarını geçmiş ya da cari enflasyon oranları yerine gelecekteki enflasyona dayandırır; gelecekteki enflasyonla ilgili olarak rastgele varsayımları değil sistematik değerlendirmeleri esas alır. Basitçe ifade edersek; Merkez Bankası, ileri dönük enflasyon tahminleri yapar, bu (ilan edilmeyen) tahminler ile ilan edilen enflasyon hedefi arasındaki farkı sistematik olarak izler, para politikası araçlarını nihai hedefe yaklaşacak şekilde ayarlar.
 
Türkiye’ye Uyar mı?
Öncelikle enflasyon hedeflemesinin, 1990 yılında Yeni Zelanda uygulaması ile literatüre giren oldukça yeni ve henüz tüm koşul ve konjoktürlerde sınanmamış bir parasal çerçeve olduğunu belirtelim. 1990’lı yılların başından bu yana, geçmişte enflasyonla mücadele konusunda OECD standartlarına göre pek de iyi performans gösteremeyen bazı küçük ve orta ölçekli sanayileşmiş ülkeler, para politikalarını enflasyon hedeflemesi çerçevesi içinde yürütmeye başladı. Bu ülkelerin enflasyon hedeflemesini, daha ziyade, diğer (alternatif) parasal çerçevelerle yaşadıkları zorluklara pratik bir cevap olarak benimsediklerini belirtmek gerekir. Son dönemlerde bazı gelişmekte olan ülkelerin de para politikalarını bu çerçeveyi esas alarak şekillendirdikleri görülüyorsa da, 2000 yılı sonu itibarıyla enflasyon hedeflemesini benimseyen ülke sayısı sadece 19 olup; ABD, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya vb. ülkeler halen “parasal hedefleme” türü yaklaşımları esas alıyor.
Enflasyon hedeflemesi yaklaşımını benimseyen ülkeler 1990’lı yıllarda enflasyonla mücadelede önceki dönemlere göre daha başarılı görülüyorlarsa da enflasyon hedeflemesi ile elde edilen performansın ihtiyatla yorumlanmasını gerektiren hususlar var. Bir kere, 1990’lı yılların dünya ekonomisinde hızlı ekonomik büyüme yanında düşük ve istikrarlı enflasyon oranlarının gerçekleştirildiği, yükselen piyasalarda (emerging markets) ortaya çıkan 1997-99 finansal krizi hariç, ciddi dışsal şokların yaşanmadığı bir dönem olduğu unutulmamalı. İkinci husus, enflasyon hedeflemesini benimseyen ülkelerin enflasyon oranlarını, bu politikayı uygulamayan sanayileşmiş ülkelerin altına indirememiş oldukları; diğer bir deyişle, enflasyon hedeflemesini uygulamayan sanayileşmiş ülkelerin aynı dönemde enflasyonu kontrol konusunda en az enflasyon hedeflemesi uygulayan ülkeler kadar başarılı olduğudur.
“Merkez Bankası bağımsızlığı”nın enflasyon hedeflemesine geçmenin önkoşullarından birisi olduğu genel kabul görür. Burada “tam bağımsız bir Merkez Bankası” ile “Merkez Bankası’nın para politikalarını uygulama konusunda bağımsız olması” arasındaki kavramsal ayrımı yapmamız gerekir. Merkez Bankası’nın bağımsızlığından kastedilen, mutlaka tam bağımsız bir Merkez Bankası’na sahip olmaktan ziyade belli bir nominal hedefin (enflasyon hedefi, döviz kuru hedefi vb.) tutturulmasına yönelik olarak para politikası araçlarını serbestçe tayin ve kullanma bağımsızlığıdır. Literatürde “araç bağımsızlığı” (instrument independence) olarak geçen bu bağımsızlığın “amaç bağımsızlığı”nı da (goal independence) zorunlu olarak gerektirdiği doğru değildir. Amaç (hedef enflasyon oranı) siyasi otorite tarafından tek başına ya da Merkez Bankası ile birlikte belirlenebilir. Türkiye’de Merkez Bankası uzun yıllar, yüksek kamu açıkları sebebiyle bütçe gelişmelerinden bağımsız para politikaları güdemedi. Bugün Merkez Bankası Hazine’ye kısa vadeli avans kredisi sağlamamak yoluyla bu anlamda bir bağımsızlık elde etmiş durumda. Ancak, yüksek iç borç stoku sebebiyle, kamu kesiminin yurtiçi fon piyasalarının en büyük alıcısı konumunda olması ve yurtiçi mali piyasaların kamu ve özel kesim borçlanma araçlarını massedecek derinlikte olmaması, Merkez Bankası’nın mevzuatla sağlanan “araç bağımsızlığı”nı kısıtlıyor. Kamu kesiminin yurtiçi fon piyasalarının en büyük alıcısı haline geldiği bir ortamda, bu piyasalarda oluşan fiyatları Merkez Bankası’nın yürüttüğü para politikalarının gereklerinden çok, kamu kesiminin borçlanma gerekleri belirliyor. Bu açıdan; enflasyon hedeflemesinin temel önkoşullarından birisi olan “araç bağımsızlığı” Türk ekonomisinin mevcut ve yakın gelecek şartları içinde yerine getirilmesi zor bir koşul.
Enflasyon hedeflemesi ile ilgili diğer bir ön koşul da Merkez Bankası’nın enflasyon oranı dışında, örneğin döviz kuru gibi başka hiçbir nominal değişkeni hedeflememesi, nominal bir çıpa olarak kullanmamasıdır. Çünkü bir ülkenin, örneğin döviz kuruna bir hedef koyması –para politikası üzerinde kontrolünün kaybolmasına sebep olacağından– başka herhangi bir nominal değişkeni (örneğin enflasyonu) kalıcı bir biçimde hedefleyemeyeceği anlamına gelmektedir. Türkiye, döviz kurlarının belirlenmesinde dalgalı kur sistemine geçmiş olduğundan, enflasyon hedeflemesi rejiminin gerektirdiği ön koşullardan birisi olan dalgalı kur sistemini yerine getirmiş bulunuyor. Türkiye’de geçmiş dönemlerde döviz kuru ile enflasyon oranı arasında güçlü bir ilişki ve karşılıklı etkileşimin olduğu biliniyor. Bu ilişkinin dalgalı kur sistemine geçişle bir miktar zayıfladığını, ancak tümüyle ortadan kalkmadığını tahmin ediyoruz. Böyle bir ortamda; Merkez Bankası’nın para politikasında yapacağı bir değişikliğin (örneğin enflasyonist bir baskıya karşın faiz oranını artırması) iktisadi aktörler arasında yanlış algılama ve kafa karışıklığına yol açması; gerçekte enflasyon hedefine yönelik olarak yapılan bu değişikliğin döviz kuruna yapılan bir müdahale gibi algılanması, ve bu yolla, enflasyon hedefinin terkedildiği –ya da önceliğini kaybettiği– gibi bir intibaı yaratması ihtimal dahilinde.
Enflasyon hedeflemesinin Türkiye’de enflasyonu aşağı çekme konusunda diğer rejimlere göre daha az maliyetli bir rejim olacağına dair hiçbir kanıt yok. Hatta, teorik olarak, büyük çaplı negatif arz şoklarının yaşandığı durumlarda enflasyon hedeflemesi yoluyla enflasyon kontrolü, parasal hedeflemeye göre daha sıkı para politikası gerektireceğinden, bunun daha büyük çaplı üretim ve istihdam kayıplarına sebep olması söz konusu. Enflasyon hedeflemesinin katı bir şekilde yorumlanması negatif arz şoklarında (örneğin petrol fiyatlarında meydana gelebilecek büyük çaplı artışlar vb.) enflasyonu daha sıkı kontrole yaramış olsa bile, büyük üretim dalgalanmalarına sebep olacaktır.
Enflasyon hedeflemesine geçen ülkelerin bu uygulamaya hangi enflasyon düzeylerinde geçtiği incelendiğinde, başlangıç enflasyon oranının 19 ülkenin 12’sinde yıllık %5 ve altında, 3 ülkede %5-10 aralığında, 2 ülkede %10-20 aralığında olduğu görülüyor. Enflasyon hedeflemesini benimseyen sanayileşmiş ülkelerin önemli ortak özelliklerinden birisi de, enflasyon hedeflemesi rejimine ılımlı ya da yüksek enflasyon ortamında değil, nispeten düşük enflasyon ortamında geçmiş olmaları. Diğer bir ifade ile, enflasyon hedeflemesine geçen ülkelerin çok büyük bir bölümü, bu parasal rejime, enflasyonu kontrolde belli bir başarı sağladıktan ve belirli bir kredibilite (itibar) elde ettikten sonra geçtiler. Türkiye’de ise yaklaşık 25 yıldır yaşanan yüksek ve istikrarsız enflasyon süreci, yüksek enflasyonu ekonominin adeta temel kurumsal özeliklerinden birisi haline getirdi. Türkiye’de cari enflasyon oranı 2002 yılı sonunda %30’lar düzeyine gerilemiş olmakla birlikte, para politikasının enflasyonu kontrolde henüz ne ölçüde kredibilite sağladığı son derece şüpheli. Merkez Bankası’nın bu yüksek enflasyon ortamında enflasyon hedeflemesine geçmesinin para politikasının mevcut kredibilite sorununu daha da artırma riski taşıdığı kanaatindeyiz. Bu sebeple; T.C. Merkez Bankası’nın eğer enflasyon hedeflemesine geçecekse, bunu mevcut yüksek enflasyon ve düşük kredibilite ortamında değil, enflasyon oranını daha kontrol edilebilir düzeylere çektikten ve para politikasına kayda değer bir kredibilite kazandırdıktan sonra yapması gerektiğini savunuyoruz.
Kanaatimiz; Türkiye’de mevcut ve yakın gelecekteki koşullar içinde;
(i) enflasyon hedeflemesi gibi bir parasal rejime geçmenin doğru bir tercih olmayacağı ve
(ii) dalgalı kur sistemi altında “parasal hedefleme”ye devam ederek taahhüt niteliği taşımayan enflasyon projeksiyonları ilan etmenin daha doğru tercih olacağı yönündedir.
Diğer yandan; Merkez Bankası’nın çeşitli sebeplerle çok uzun yıllardır elde edemediği kredibiliteyi, sırf enflasyon hedeflemesine geçmek ve resmi enflasyon hedefleri ilan etmek yoluyla hemen elde edeceğini beklemek de yanlıştır.
Yazımızı Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in günümüz ekonomi yönetimine hakim mantığı yansıtan bir tesbiti ile noktalayalım:
“İnsan, işsizliği sadece bir istatistik, bir ‘beden sayımı’, enflasyonla mücadelede ya da Batılı bankaların verdikleri kredileri geri almalarını sağlama konusunda ‘amaçlanmamış kayıplar’ olarak görmemelidir”. “Yüksek teknoloji ürünü savaşlar fiziki teması ortadan kaldıracak biçimde tasarlanmıştır: 50 bin feet (yaklaşık 15 bin metre) yükseklikten atılan bomba, bombayı atanın ne yaptığını ‘hissetmemesini’ sağlar. Modern ekonomi yönetimi de buna benzer bir şeydir: İnsan, lüks otelinde oturup, hayatını mahvettiği insanları tanımış olsa üzerinde bir defa daha düşüneceği politikaları hissizce dayatabilmektedir”. (Globalization and Its Discontents, sf 24).

Paylaş Tavsiye Et