Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
İdeolojik savaş başladı (mı?)
İhsan Fazlıoğlu
ARNOLD Toynbee, XIX. yüzyılın ilk yarısında, Batı’nın “var-oluş” savaşında çağdaşlarını, özellikle İslam dünyasını ekonomi-politik ve askeri açıdan yendiğini, kendi ağları içerisinde hapsettiğini; ancak bütün gücüne karşın İslâm dünyasını kendisine has “kültür”ünden koparamadığını, Müslümanların “çok zor durum”da olmalarına rağmen “ruhlarını” korumaya devam ettiklerini söyler ve ekler: “... Bu da ideolojik savaşın henüz başlamadığı anlamına gelmektedir”.
Son zamanlarda, özellikle 11 Eylül 2001’den sonra, cereyan eden olaylar, Batı’nın “ideolojik savaş”ı başlattığını gösteriyor. Artık Batılı güçler, sağ ve sol kanatlara hücum etmiyorlar; tersine merkeze, “otağ-ı humâyun”un bulunduğu merkeze saldırmaya başladılar. İslam’ın tevhid ilkesinin çoğulcu bir siyasi rejime engel olduğunu söyleyen Latin Amerikalı yazar ile Müslümanların “şehit” inancının savaşı [terörü!] körüklediğini iddia eden Hintli-Amerikalı yazarın maksadı aynı: İslam’ın temel ilkeleri ve kavramlarını vurmak... Buna bir de doğrudan Hz. Peygamberi hedef alan karalama kampanyaları eklenirse, ideolojik savaşın “aniden” ve “doğrudan” başladığı rahatlıkla söylenebilir.
Düşünce, tarihiyle birlikte yürür; bugünü idrak etmek için düne göz atmak gerekir. Saint Pierre, “Muhammetçi hataya karşı eyleme geçmek yani yazmak gerekir” demişti XII. yüzyılın ilk yarısında... XVII. yüzyılın ikinci yarısında ise Alman asıllı ancak Fransız siyasi erkine hizmet eden ünlü filozof-bilim adamı Leibniz, henüz 26 yaşında iken XIV. Louis için İslam’ı, bahusus İslam’ın o günkü temsilcileri olan Türkleri “tarihten tasfiye etme projesini” geliştirmişti. Fransızlar için bu yabancı bir “istek” ve “hedef” sayılmazdı. Çünkü Fransız hariciyesinin önemli adlarından, bilim-casusu G. Postel daha XVI. yüzyılda Türkleri önce “ikna etme”ye çalışmayı, olmazsa “icbar etme”yi, en nihayetinde de “yok etme”yi önermişti. Ona göre, “öteki-olan” Türkleri önce tanımayı, bulundukları durumu bilmeyi, oldukları hali idrak etmeyi; akabinde Batı Avrupa’nın menfaatlerine göre “yeniden tanımlama”yı, kısaca olması-gerekene uygun hale getirmeyi; en nihayetinde direnirlerse de “yok etme”yi göze almak gerekirdi. Bossuet’in “Hıristiyan Avrupa’nın Dünya üstündeki egemenliğini kurmada tek engel olarak gördüğü Türkleri”n ne yapılacağı sorusuna Careil ciddi (!) bir cevap buluvermişti: “Türk ırkının tamamen ortadan kaldırılması ve Osmanlı denen rezil güce bir son verilmesi”....
Yakın tarihimiz Saint Pierre’den başlayıp Postel, Leibniz ve Careil üzerinden devam eden fikirlerin tatbikine yeterli bir örnektir. Siyasi-askeri açıdan bütün bir İslam Dünyası’nın tarihten tasfiyesi, içeriden ve dışarıdan, hep birlikte gerçekleştirildi. Gerçi ideolojik-kültürel tasfiyenin, “ateşli savaş” seviyesinde olmasa da, çeşitli bilimsel(!) tekniklerle uzun zamandan beri yürürlükte olduğu bir gerçek... Gibb “Onların herşeyini mahvettik: Felsefelerini, dinlerini.... Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. İçlerinde sonsuz bir boşluk açıldı. Anarşinin ya da intiharın eşiğindeler” derken bu durumu tasvir ediyordu; yani gelecekteki ateşli bir savaş için, direnci kırmak, ruhu esir almak. Bu hedefi gerçekleştirmek için de Müslümanların kendilerine yani tarihlerine olan güvenlerini kırmak birinci hedefti. Nitekim Massignon bunu şöyle dile getirir: “Onları kendi vicdanları önünde küçük düşürdük”. İfade açık: Biz başkalarına karşı değil, kendimize, yani tarihimize karşı küçük düştük. Çünkü “vicdan tarihtir”.
Şimdiye kadar söylenenenler “min-vech” şöyle “min-vech” böyle yorumlanabilir. Ancak açık olan bir şey var: Metafizik üstünlük ile tarihi üstünlüğünü his seviyesinde bile kaybetmiş bir kalabalık, bir yığın İslam dünyası... XIII. yüzyılda Bağdat’ta elinde kılıç olan bir Moğol kadının önünde arkalarına bakmadan kaçan bir düzine Müslüman erkeğin durumu ile bugün, ruhumuzun ve kültürümüzün inşa edildiği Bağdat tarumar edilirken binbir türlü bahaneye sığınan (yani kaçan) bin düzine erkeğimizin durumu arasında mahiyetçe bir fark yok... Her ikisi de kaçıyor. Kimden? Kendisinden, yani vicdanından, yani tarihinden...
Büyük medeniyetler dini, siyasi ve iktisadi emellerini tevhid edebilen, sentezleyebilen medeniyetlerdir. Roma’da, Abbasilerde, Selçuklularda, Osmanlılarda, hatta İngilizlerde bir eylemin gücü, o eylemin üçlü yani dini, siyasi ve iktisadi özelliklerinin hemhal olmasından kaynaklanır. Bugün ABD’nin –henüz büyük bir medeniyet değilse bile, iddiaları itibariyle- herhangi bir eylemi ne tek başına dine, ne siyasete ne de iktisada indirgenebilir. Dolayısıyla Bağdat, ne yalnızca petrol, ne de ABD’nin siyasi amaçları için bombalandı, tersine aniden ve doğrudan başlayan ideolojik savaşın hedefidir Bağdat: Herşeye rağmen kendisinden koparılamadığımız kültürümüzün, herşeye rağmen ele geçirilemeyen ruhumuzun inşa edildiği Bağdat...
Bir Kızılderili bilgesi, beyaz-adamın (Anglo-Amerikalının) bir milleti “kesin yenilgiye uğratması” için geliştirdiği taktiği şöyle özetler: “Bir milletin sevdiği, uğrunda savaştığı, kendisi için varolduğu güzellikleri yok etmek; suyunu zehirlemek, hayvanlarını katletmek, kadınlarını kirletmek, çocuklarını boğazlamak, hasılı o milleti, o millet yapan bütün değerleri bir daha geri döndürülemeyecek şekilde ortadan kaldırmak... Uğruna yaşadığı, kendisi için savaştığı güzelliklerin yok edildiğini gören savaşçı-kişi ise iki seçenekle karşı karşıyadır: Ya intihar etme ya da bilincini uyuşturma. Biz Kızılderililer her ikisini de yaşadık”. İşte Anglo-Amerikalının niçin Bağdat’la ideolojik savaşı başlattığını gösteren neden: Bağdat bizim güzelliklerimizin tecessüm ettiği şehrin adıdır: “Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz”. Bağdat’ın işgal edilmesi, yok edilmesi, medeniyetimizin, kültürümüzün, ruhumuzun, sevdiklerimizin “Ana”sının işgal edilmesi, yok edilmesidir; kısaca İstanbul’un “ikiz-kardeşinin” işgal edilmesi ve yok edilmesi... Bağdat’taki yazma eser kütüphanelerinin tarumar edilmesi Süleymaniye Kütüphanesi’nin ana kaynağının yok edilmesidir: Yani hafızamızın yok edilmesi... Anglo-Amerikan medeniyeti bir “kan medeniyetidir”; bundan dolayıdır ki periyodik aralıklarla taze kana ihtiyaç duyar; kana, yani yok edilecek, öldürülecek Kızılderililere, yerlilere... Bağdat’lara... Yoksa Anglo-Amerikalının Türkiye’yi, Sultan Ahmet Camii’ni bombalamakla tehdit etmesi başka türlü nasıl açıklanabilir?
Türklere gelince; Machiavelli “Türkler zor ele geçirilir; ama bir kere ele geçirildiler mi elde tutulurlar” demişti. “Türkleri ele geçirmek” ne demek? Bu sorunun cevabı Temmuz 1098’de Antakya’da Türklere karşı savaşa katılan bir papazın günlüğünde mevcut: “Kesin yenildikleri zaman”. Anglo-Amerikalıların bütün derdi I. Dünya Savaşı’nda “kesin yenemedikleri”, İstiklal Harbi’nde topraklarından kovuldukları bir milleti kesin ve nihai olarak yenmek. Dirençleri kırılan, ruhları “kesin” yenilen içimizdeki “Gavurlar: Anglo-Amerikanlaşmış devşirmeler” bu duruma çok güzel bir örnektir... Ancak son zamanlarda yaygınlaşan gelişmeler ister istemez insana şunu düşündürtüyor: Yoksa kesin yenilmeye mi başladık?

Paylaş Tavsiye Et