Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Sinema da küreselleşmeden nasibini aldı: “Amerupa Sineması”
İhsan Kabil
İNGİLTERE’DE yayımlanmakta olan EuroBusiness dergisinin Haziran 2003 sayısında kapaktan konu edilen ve “Eğer Avrupa, Hollywood’un sinema devlerini alt edemiyorsa, neden onlarla birleşmesin?” başlığıyla, içeride dosya olarak yer alan yazıda, bu ikili ilişkinin ihtimali üzerinde duruluyordu. Yazı, her yıl Mayıs ayında Cannes’da yapılan Uluslararası Film Festivali’nden hareketle, Amerikan ve Avrupa sinemaları arasındaki işbirliğinin geçmişi, seyri ve geleceğini masaya yatırıyordu. 1950’li yıllarla beraber dikkatler, festivalin sanat değeri taşıyan ‘yarışma’ filmlerinden; parlak, milyonlarca dolarlık filmlerini tanıtmak üzere boy gösteren Hollywood yıldızlarına kaymaya başlamıştı. Bu kayış, Avrupa sinema sanayiinin bugünkü durumunu da açıklıyor. 1950’ler ve 1960’lardaki altın çağa rağmen, bugün Avrupa sineması çok az sayıda filmin kendi hudutlarının dışına çıkabildiği bir noktaya geriledi.
Günümüzde Amerikan sineması dünya gişe hasılatının %80’ine sahip. Büyük Hollywood stüdyoları olan Paramount, Warner, Disney, Fox, Dreamworks ve Universal’ın çıkardığı filmler, 100 milyon euronun altında hasılat elde ettiklerinde bunu zarar saymaktayken, az sayıda Avrupa filmi ancak 10 milyon euro kazanabiliyor. Hollywood artık Fransa’yla Danimarka arasındaki ülkelerin gişe hasılatının %60’ı ila 90’ını kendine çeken dev bir pazara dönüştü.
Dünyanın en büyük dağıtım şirketi olan United International Pictures (UIP)’ın genel müdürü Stewart Till’in 1990’lar boyunca başkanı olduğu Philips’e bağlı PolyGram, etkileyici bir filmler dizisi üretmekle kalmadı; aynı zamanda daha önce Avrupa’da hiç görülmemiş birşeyi de başardı: Amerikan stüdyolarının omuzlarının üstünden bakmak zorunda kaldığı, mesela, ‘Dört Nikah Bir Cenaze’ (Four Weddings and a Funeral), ‘Fasülye’ (Bean) ve ‘Aşk Engel Tanımaz’ (Notting Hill) gibi filmlerle, bir uluslararası pazarlama ve dağıtım düzeyini tutturdu. 1998’de ‘Bridget Jones’un Günlüğü’ ve ‘Correlli’nin Mandolini’ ilk yapım aşamalarındayken, Philips, PolyGram’ı Universal’a sattı. Till şöyle diyor: “PolyGram, dünya çapında bir yapım ve pazarlama şirketi meydana getirme yolundaki Avrupa rüyasını gerçekleştirmeye herkesten daha çok yaklaşmıştı. Sinema işinde başarılı olmak için muazzam bir paraya ihtiyaç var. Düşük bütçeli bir film 10 milyon dolar civarında, orta bütçeli ise 50 milyon dolar. Ayrıca bir 20-60 milyon dolar da pazarlama maliyetlerine ayırmak gerekiyor. Başarılı olsanız bile gelir çok yavaş geliyor. Sinema gösterimiyle, yatırdığınız paranın bir kısmını alırsınız; ama video ve televizyonla paranın çoğunun geri dönmesi için üç yıllık bir zaman gerekiyor.” Till, sinema partizanlığıyla bataklığa saplanmaktansa, Avrupalıların Hollywood’la daha yakın çalışmaları gerektiğini düşünüyor. Till’e göre bugün dünya büyük bir pazar yerine dönüştü. Bu büyük pazardaki başarılı Avrupalı şirketler ve şahıslar, yerel hareket eden ve küresel düşünenler olacak. PolyGram’dayken büyük stüdyoları eleştiren ve yapımcıların gidip onlarla çalışmaması gerektiğini savunan Till, artık Avrupalıların Hollywood’da daha etkili olmalarından büyük fayda temin edeceklerini düşünüyor.
İngiltere’de yayımlanan sinema sanayii gazetesi Screen Daily’nin uluslararası editörü Patrick Frater de benzer görüşlere sahip: “Amerika ve Avrupa sinema sanayilerini birbirine karşıt olarak düşünmek yanıltıcı. Öte yandan ‘Avrupa sinema sanayii’nden söz etmek de bütünüyle şüpheli. Geçen sene Hollywood stüdyo filmlerinin yapım maliyetinin %25’i vergiden muaf fonlar aracılığıyla Almanya’dan geldi.” Frater, Avrupa’yla Amerika arasında temel bir kültürel ayrım olduğu fikrini reddediyor ve şöyle devam ediyor: “ABD’de her yıl 500-600 film çekilmekte; bunların 200’ü büyük stüdyolar tarafından gerçekleştiriliyor. Bu, 300-400’ünün bağımsız yöntemlerle yapıldığı anlamına gelir ve bunlar birçok durumda kimi Avrupa ‘indie’ filmlerinden bile daha düşük bütçelerle ortaya çıkar. Ben festival jürilerinde bulundum ve kredi kartı üzerinden 30 bin dolar civarında bir maliyetle çekilen Amerikan filmleri hakkında hüküm verdim.”
Fransa’da olduğu gibi İngiltere ve İsviçre’de de dağıtım yapan Fransız medya kuruluşu Pathe dışında, çok bölgeli dağıtım yolu ile PolyGram’ı takip etmek isteyen herhangi bir Avrupa şirketinin emaresi yok. Çoğu, kendi bölgesinde çeşitlenmek istiyor; yapım ve dağıtım faaliyetlerinin yanı sıra sinema, video ve televizyon gösteriminde dallanıp budaklanmayı tercih ediyor. Diğer yandan DVD, tarihte en hızlı büyüyen ev eğlencesi ürünü olarak büyük bir yaygınlığa sahip. 2001’de Avrupa’da, 28 milyon evde DVD göstericisi vardı. 2006’da bunun 128 milyona yükselmesi bekleniyor.
Amerikan sinemasının dünya üzerindeki bu görünür hakimiyeti, gitgide canlandırma sinemasından bilim-kurguya, fantastik sinemadan modern hayatın Amerikan versiyonuna kadar sinemanın her türünü kuşatır hale geldi. Promosyonlarıyla, muazzam tanıtım kampanyalarıyla, gösterim sonrası geri beslemelerle Amerikan sineması dünya kültürlerine biçim verici, zihniyet oluşturucu ve tavır geliştirici bir konuma sahip artık. Sadece siyaset ve iktisat sahasında değil, toplumsal ve kültürel anlamda da bir dönüm noktası olması beklenen 11 Eylül Olayı (benim en azından sinema alanında belli bir sorgulama düzleminde gelişeceğini umduğum) Hollywood’da pek bir değişikliğe yol açmamış görünüyor. Halbuki Amerikan sinemasında görmek istediğim, “Olan nedir?” sorusundan sonra yeryüzündeki adaletsiz toplum yapıları ve yaşantı seçenekleri çerçevesinde belirli bir silkiniş, sorgulama, araştırma ve özeleştirinin yapılmasıydı. Ancak bu şekilde ahlaki manada yapıcı ve ilkeli bir tutuma giren film yapım anlayışı yerleşik Hollywood’un içinde baş gösterebilirdi. Bu anlamda ilk defa ciddi bir 11 Eylül şuuru gösteren ve bunu senaryoya yediren film, Spike Lee’nin yönettiği ‘25. Saat’ oldu. Ancak o da argo, hatta daha kaba diyalogları ve imgeselleştirmeleriyle, muhalif ve eleştirel bir yüklenişin getirdiği nihilizmi baş tacı ettiğinden, aslında bir yılgınlık ve bezginlik psikolojisi yaymaktan başka bir görünüm sergileyemedi. Ufak çapta kitlesel bir eleştirel anlayış hâlâ ufukta görünmedi; doğrudan ‘11 Eylül’ filminden ve ‘Benim Cici Silahım’ın dolaylı değiniminden başka. Gerçekte Amerikan sinemasındaki senaryo çalışmaları halihazırda diğer kültürlerin öz dinamiklerinden istifade ediyor; kimini dönüştürerek, kimini olabildiğince özüne sadık kalarak perdeye aktarıyor. Medeniyetimizin manevi karakterini bu senaryo birimleriyle paylaşma, onlarla ortak bir çalışma ortamı oluşturma yoluna gidilebilse, Amerikan sinemasının bugün geldiği teknik düzey ve söylem gücüyle bütün bir dünya sathı keşif, aşkınlık ve ruhi yükselme yönelimiyle parıldardı.

Paylaş Tavsiye Et