Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Kocamışın evladı olmaz modern zamanlarda
Nazife Şişman
BABASI bir gün iş dönüşü oğlunu, elinde bir tahta parçasını çakısıyla oymaya çalışırken görür. Ne yaptığını sorar. “Yaşlanınca size yemek koyacağım tabakları yapıyorum” cevabıyla sarsılır. Kendi babasına, ayrı sofrada, tahta tabaklarla yemek verişi gerçeğini adeta yüzüne çarpmıştır oğlu. Yaşlılarla ilgili empati geliştirmeye dönük bu hikayeyi, bizim neslimiz ilkokul kitaplarından hatırlayacaktır. Bugünkü okuma parçalarında buna benzer temalar işleniyor mu bilmem. Ama günümüzde yaşlılığın, sadece empati geliştirerek çözülemeyecek bir toplumsal ve iktisadî ‘sorun’ olarak ele alındığını söylemek mümkün.
Fransa’da yaz döneminde ‘cehennem sıcakları’ olarak adlandırılan iklim durumundan en fazla etkilenen kesim, tek başına yaşayan yaşlılar oldu. Sayıları resmî makamlar tarafından 11 bin olarak ilan edilen, fakat gayrı resmî olarak 15 bine ulaştıkları da iddia edilen yaşlılar, yapayalnız veda ettiler hayata. Sosyal hizmet uzmanının elindeki dosyadan eksilen isimler olarak... Belirli aralıklarla kontrole gelen sağlık görevlilerinin yükünde de 15 bin kalemlik bir azalma oldu. Ama asıl önemlisi, artık ödenmeyecek emekli maaşları nedeniyle, doğrudan devletin maliyesini, dolaylı olarak da vergi ödeyenlerin bütçelerini ‘olumlu’ yönde etkiledi bu eksilme.
Bugün hayatta olan insan nesli, tarih boyunca bu oranda yüksek yaşa ulaşan ilk kesim. Bu demografik değişim (buna devrim demek bile mümkün) öyle derin ki, sosyal hayatın hemen her yönü bu değişimden etkileniyor. Bu durumun bireyler, aileler ve kamu politika yapıcıları açısından çeşitli ekonomik sonuçları mevcut. 2001 rakamlarıyla dünya genelinde 420 milyona ulaşan yaşlı kesim, yeni bir dönemin öncüleri olma özelliği taşıyor. Ve artık yaşlılar, sosyal ve ekonomik politikanın konusu.
Nitekim yaşlı insanlar, Birleşmiş Milletler’in 1999’da düzenlediği Yaşlılar Konferansı’nda kabul edildiğine göre, bağımsızlık, katılım, bakım, insan onuru gibi bir takım ilkeler çerçevesinde tanımlanan haklara sahipler. Fakat BM’nin Uluslararası Yaşlılık Eylem Planı’na göre, bu ilkelerin gerçekleştirilebilmesi için yaşlıların bir toplumsal grup olarak kimliklerine sahip çıkmaları ve kendi haklarını savunmaları gerekiyor. BM’nin 1970 sonrası teşvik ettiği sivil haklar politikasının bir örneği bu. Çocuk, kadın, özürlü gibi insanları belirli kimliklere hapsederek marjinalleştiren yaklaşım, yaşlılar için de öngörülüyor. Her kültürel kimlik, diğerlerinden bağımsız bir varlık alanına hapsediliyor. Kadın, çocuk, özürlü ve yaşlı, bir hanede, ailenin sarıp sarmalayan yapısı içinde bir bütünün parçası olarak değil, atomize bir birey olarak ele alınıyor. Böyle olunca, zaten soruna neden olan durumdan çözüm çıkarmak gibi bir abesle iştigal ediliyor. Ninenizin, saygı görmek veya evinde bakım hakkı elde etmek için, elinde pankartla akranlarını toplayıp yürüyüş yaptığını hayal edin... Bu benim abartmam değil; söz konusu konferansın broşürlerinden birinde böyle bir ninenin fotoğrafı yer alıyor.
Oysa sorunun, yaşlıların örgütlenmesiyle çözüleceğini düşünmek kadar, sadece daha öncesine nazaran, daha fazla sayıda yaşlı olmasına bağlanması da zor. Zira asıl mesele yaşlı insanların artık doğal olarak topluma entegre olamamalarından kaynaklanıyor. Çünkü hakim yaşam kültürünün temellendiği gençlik, cinsellik ve tüketim gibi unsurlarla çatışma halinde olan bir durum yaşlılık. Yaşlılar ekonomik üretkenlikleri sona ermiş olduğundan, sosyal devlet olarak örgütlenen yapılarda ekonomi için bir yük olarak algılanıyor. Özellikle gelişmiş ülkelerde sağlık güvencesi yaygın bir örgütsel yapıya sahip olduğundan, devletin ödediği sağlık giderleri her geçen yıl artıyor. Ve genç vergi mükellefleri, bu artan yükten bir şekilde kurtulmak istiyor.
Diğer taraftan yaşlılar, Emir’ül-Müminin’in sakalına düşen ak misali, ölümü hatırlattıkları için günlük hayatta onlarla karşılaşmak istemiyor modern insan. Zira modern insan, ‘hayatımız bu dünya hayatıdır’ şiarını benimsediğinden, ölümü gerek bireysel, gerekse toplumsal hayatının dışında tutma çabası içindedir. Bu çabanın gereği olarak kişinin kendi yakınlarının ölümleri gözden ırak tutulur ve bellekten silinir. Ölümcül hastalar, profesyonellerin bakımına havale edilir. Evinde, yatağında, çoluğunun-çocuğunun gözü önünde ölmesine izin verilmez hastaların ve yaşlıların. Yaşlıların ebedî istirahatgâhları olacak mezarlıklara teslim edilmeden önce, gettovari dârülâcezelere, huzur evlerine kapatılmalarının en önemli nedenidir ölümü hayatın dışına atma çabası. Yine bu nedenle cenaze işlemleri mümkün olduğunca kamusal mekanlardan uzakta halledilir.
Ölümü hayatından uzaklaştıran modern insanın, yaşlıların yaşamasını anlamlı kılması mümkün değildir, diyor Bauman. İşte bu nedenledir ki, yaşlıların ya da hastaların, toplumun anlamlandırmak istemediği bir hayat yaşamaktansa ölümü tercih etme hakkı olduğu iddia ediliyor. Ötenazinin legal bir düzenlemeye tabi tutulması tartışmalarının arka planında, yaşlıların hayatının anlamsız olduğu kabulü ve iktisadi yük olmaları gerçeği en önemli rolü oynuyor.
Bunun yanı sıra yaşlılık, gençlik fetişizmi nedeniyle de asla istenmeyen bir durumdur modern insan için. Asıl yaman çelişki, modern insanın, bir taraftan yaşamı uzatmaya çalışırken, diğer taraftan yaşlılığı kabullenmeyerek uzun yaşayanları gözden ve dolayısıyla da gönülden uzaklaştırmasıdır. Böyle olunca yaşlı insanlara bir tek seçenek kalır: Anti-aging programlarıyla mümkün olduğunca genç görünümlü yaşlılar olmak. Oysa biz, genç görünmeye çalışan yaşlıların hoş görülmediği bir kültürün mirasçılarıyız. Ölümsüzlük isteği ta Hazreti Adem’den bu yana insanoğlunun fıtrî imtihanı olmuşsa da, Peygamber Efendimizin öldüğü yaşta ölümü beklemek, daha fazlasını zaid addederek ‘ölmeden ölme’yi temrin etmek şeklinde bir geleneğin de beşiğidir bu topraklar. Bu da gösteriyor ki, yaşlılığın anlam ve değerini belirleyen şey, insanların hayata ne anlam verdikleri, yani bütün değerler sistemidir.
Cinsiyet, yaşlı, çocuk, aile, ölüm... Bu meseleler sadece sosyolojik meseleler değil. Sadece sosyolojik veya iktisadi açıdan bakıldığında, nüfus artışı nedeniyle aile planlaması adı altında çocuk katline; kişinin hayatının ve ölümünün kendi elinde olduğu gerekçesi öne sürülerek, ama aslında yaşlıların hayatının anlamsızlığı ve iktisaden yük olmaları gibi bir gerçeğe dayanan ötenazinin teşvikiyle yaşlıların öldürülmesine; kişinin kendini gerçekleştirmesini engellediği gerekçesiyle neslin devamını örgütsel bir yapıya kavuşturan aile hayatını sonlandırmaya, hasılı pek çok şeye gerekçe bulmak mümkün. Ama tüm bu meselelerle ilgili, hayatta neyin önemli olduğu sorusuna farklı cevaplar veren insanlar, farklı yaklaşımlar sergilerler. Ahirete iman eden ve ‘emr olunduğun gibi dosdoğru ol’ hitabının muhatabı olduğuna inanan insan ile ‘hayatımız bu dünya hayatıdır’ diyen insanın aynı yaklaşımı benimsemesi elbette mümkün olamaz.

Paylaş Tavsiye Et