Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
İslam dünyasının uluslararası ekonomi politiği üzerine
Sadık Ünay
HEM teorik bir düzlemde ele alınabilecek kavramsal niteliğinin özü, hem de siyasi-diplomatik, jeostratejik ve ekonomik alanlardaki somut gerçeklikler ışığında ne derece anlamlı bir bütünlüğe tekabül ettiği tartışma götürmekle birlikte, “İslam dünyası” kavramı dünya üzerinde yaşayan bir buçuk milyar civarında Müslüman nüfus ve bu nüfusu ağırlıklı olarak barındıran ülkeler topluluğunu betimleme noktasında genel kabul görmüş bir kavram. İnanç birliği noktasında odaklaşan ve ulusal-bölgesel sınırların çok ötesinde bir birliktelik şuuruna temel teşkil edebilen bu sosyo-kültürel ortaklık, acaba entegre bir yapıya dönüşmüş müdür? Bölgesel ya da ülkesel analizlere girmeden, İslam ülkelerinin devletlerarası karar alma mekanizmaları, uluslararası ekonomik kuruluşlar, bölgesel ekonomik entegrasyon girişimleri ile global ekonominin hızla genişleyen ticaret, üretim ve finans ağları içindeki pozisyonlarına bakalım ve bu soruyu aydınlatmaya çalışalım.
Batı akademi camiası ve politika üretim merkezlerinde İslam ülkeleri ile ilgili yapılan değerlendirmelerin önyargılı bir “Orta Doğu sorunu” algılamasından yola çıkan siyasi bir eksene oturduğu ve Filistin meselesi, petrol konusu ile 11 Eylül sonrası başlatılan “teröre karşı global mücadele” bir tarafa bırakılacak olursa, derin soluklu ve rasyonel ekonomi-politik değerlendirmelerin hızla azalma trendine girmiş olduğu açıkça görülüyor. Bu noktadan hareketle analizimize başlayacak olursak, sosyo-ekonomik kalkınma seviyeleri ve dünya ekonomisi ile entegrasyon biçimleri açılarından değerlendirildiklerinde Türkiye, Malezya, Endonezya, Mısır, İran, Suudi Arabistan, Fas, Libya ve Nijerya gibi İslam ülkelerinin, sanayileşmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında bir ara kategori kabul edilen Yeni Sanayileşen Ülkeler (Newly Industrialising Countries) grubuna dahil olduklarını söylemek mümkündür. Elbette ki siyasal rejimleri, jeostratejik konumları, dominant ekonomik aktiviteleri ve global güç merkezleri ile kurdukları ilişki biçimleri açısından hem sözü geçen ülkeler arasında, hem de genel olarak tüm İslam ülkeleri arasında radikal farklılıklar bulunduğu açıktır. Ancak, burada vurgulanması gereken ilk nokta, “İslam dünyası” olarak nitelenen bütünlüğün siyasi alandaki temsili yansımaları olan İslam ülkeleri arasında global siyasi ve ekonomik yönetim mekanizmalarına yön verebilecek, hatta birinci derecede müdahil olabilecek, Huntington’ın “merkezi devlet” (core state) tanımlamasına yaklaşan merkezî aktör ya da aktörlerin eksikliği meselesidir. Sonuç olarak, siyasi egemenliklerini emperyal yapıların çözülmesi ya da dekolonizasyon bağlamında dünya sisteminin hegemonik güçlerine borçlu olan pek çok İslam ülkesi İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sisteme ve Soğuk Savaş dönemine pasif ve marjinal elementler olarak dahil edilmişlerdir. Aynı şekilde, bu ülkelerin Bretton Woods Konferansı ile kurulan ve İMF, Dünya Bankası ve GATT gibi mekanizmalarla desteklenen yeni ekonomik düzenin oluşumuna da proaktif bir katkılarının olduğunu söylemek mümkün değildir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan global ekonomik büyümenin İslam dünyası açısından en önemli yansıması, Amerika ve Avrupa ekonomilerinin üretim mekanizmalarının can suyu olan petrolün stratejik öneminin gittikçe artması ve Arap-İsrail Savaşları sürecinde petrol fiyatının siyasi bir silah olarak kullanılmaya başlanmasıdır. Bu anlamda Arap Ligi ve OPEC’in imzasını taşıyan kararlarla 1970’lerin global piyasalarında petrolün varil fiyatının üç kata varan oranlarda artması, bir taraftan uluslararası petrol krizleri olarak bilinen kriz dalgasını ortaya çıkardı; diğer taraftan da ABD tarafından Bretton Woods’da kurulan uluslararası ekonomik sistemin kırılganlığını bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Sonuç olarak Amerikan dolarına endeksli sabit döviz kurlarına dayalı ve kısa dönemli sermaye akışlarının kontrol altında tutulduğu sıkı finansal mekanizma resmen yürürlükten kaldırılırken, günümüzde globalleşme olarak nitelenen sermayeyi genişletici süreçlerin önü açıldı. Bu bakımdan, uluslararası petrol krizlerinin (özellikle petrol ihraç eden) İslam ülkelerini dünya ekonomik sisteminin gelişimini etkileyebilen ve yapısal değişimleri zorunlu kılan önemli politik-ekonomik aktörler olarak ortaya çıkardığı söylenebilir.
Ancak Amerikan ve Avrupa ekonomilerinin krizde olduğu bir dönemde, sahip olunan önemli kaynakların üretken yatırımlara dönüştürülmesi yerine cazip “eurodollar” piyasasında ve yine batılı aracı kurumların mihmandarlığında, spekülatif kredi anlaşmalarında kullanılması, global ekonomi politiğin dominant aktörlerine karşı elde edilebilecek nispî bir özerkliği imkansız hale getirdi. Aksine bu kaynaklar, içinde pek çok İslam ülkesinin de bulunduğu gelişmekte olan ülkelere son derece yüksek faizlerle kredi olarak verildi. Bu durum da, 1980’lerin başında Latin Amerika’dan başlayıp tüm gelişmekte olan dünyayı saran uluslararası borç krizi sonucunda İMF ve Dünya Bankası’nca hazırlanan “istikrar ve yapısal uyum” paketlerine zemin hazırladı. Piyasa güçlerinin serbestiyetini ve makro-ekonomik istikrarı önceleyen bu programların pek çok ülkede kalıcı sosyo-ekonomik dengesizlikler doğurduğu ve uzun dönemli kalkınma süreçlerini hiçe sayarak global sermayenin nüfuz edici gücünü artırdığı artık yaygın kabul gören bir gerçektir. Buna ek olarak, çokuluslu şirketlerin dünya çapındaki operasyonlarının ve global entegrasyon trendlerinin hızlanarak devam etmesinin de hem uluslararası ekonomik kuruluşlar, hem de bu kuruluşlara en büyük desteği sağlayan hegemonik siyasi güçler tarafından desteklendiği açıktır.
Bugün gelinen noktada İslam Konferansı Örgütü ve İslam Kalkınma Bankası gibi global kapsamlı; ancak hem üye ülkeler, hem de global siyaset ve sermaye merkezlerindeki etkileri bakımından kısıtlı organizasyonal yapıların İslam ülkeleri arasında etkin sosyo-ekonomik işbirliği süreçlerine liderlik edemedikleri ayan beyan ortadadır. Tek tek veya dar gruplar halindeki İslam ülkelerinin Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin gibi global güçlerle kurmuş oldukları ya da kurmaya çalıştıkları ilişkilerin genellikle tek taraflı ve sağlıksız temellere oturması, kendi aralarında oluşabilecek ikili ya da bölgesel işbirliği oluşumlarını gölgede bırakmakta, hatta yer yer engellemektedir. Açıkça belirtmek gerekir ki, özellikle günümüzün amansız bir kapitalist sisteme ve durmak bilmeyen uluslararası rekabete yataklık eden dünyasında, salt inanç birliğine dayanan moral yakınlıkların diplomatik ve çıkar eksenli manipülasyonları aşarak somut sosyo-ekonomik işbirliğine dönüşmesini beklemek biraz hayalcilik, ya da popüler tabiri ile “hüsnükuruntu” olur. Ancak bu, rasyonel temellere oturan, ayakları yere sağlam basan ve global-bölgesel güç dengelerini göz önünde bulunduran sektörel işbirliği projelerinin hayata geçirilemeyeceği, ya da coğrafî ve sosyo-kültürel yakınlık temelinde özel sektörlerin artan bir hızla entegre olmalarının desteklenemeyeceği anlamına gelmez.
Son bir yorum olarak; İslam dünyasının uluslararası ekonomi politiğinde pozitif gelişmelerin sağlanması, nasıl hegemonik siyasi ve ekonomik güçlerin manipülasyonlarının kısmen de olsa aşılmasını ve ortak çıkarların objektif kriterler ışığında tespit edilmesini gerektiriyorsa, ülkelerin ulusal ekonomi politiklerinde nispî iyileşmelerin oluşması da halk iradesini dikkate alan ve sosyo-ekonomik gelişme ekseninde “kamu-özel sektör-sivil toplum” sinerjilerini oluşturabilen yönetimlerin sayılarının artmasını gerektirir.  

Paylaş Tavsiye Et