Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Ateş hattında Orta Doğu
Hatice Boynukalın Şenkardeşler
ORTA Doğu bölgesi son aylarda yoğun bir biçimde, ABD hükümetinin ‘terörizme’ karşı savaş olarak nitelendirdiği süreci hızlandırma ve genişletme çabalarına sahne oluyor. Bugünlerde ABD tarafından Suriye ve İran’a yöneltilen ardı arkası kesilmeyen suçlamalar, ABD’nin bu ülkelere karşı savaş açmasını kendince haklı gösterecek uyarı işaretleri niteliğinde. Ancak terörizme karşı savaşta ABD’nin yanında saf tutan bir diğer devletin adı da şu günlerde Arap medyasında çok daha sıkça yer almaya başladı. Bu devletin adı, herkesin kolayca tahmin ettiği gibi İsrail.
El-Quds El-Arabi Gazetesinden Muhammed Kerişan’a göre, “Yakın zamana kadar İsrail’in düşmanlığı ve ABD’lilerin dar ufukluluğu hiç bu kadar yoğun olmamıştı. İsrail’de sağcı, eli kanlı bir iktidar; ABD’de ise İsrail’in her yaptığına bir gerekçe bulan, suçluyu değil kurbanı cezalandırıcı bir politika güden hükümet bulunuyor. ABD, Irak’taki rolü itibariyle işgalci durumuna düştükten sonra her iki yönetim daha da yakınlaştı ve yaptıkları her uygulamayı teröre karşı savaş olarak nitelemekten geri durmadı.”
 
İsrail ‘Sınır’ı Aştı
Bu gelişmeler ışığında dünyada ve Arap aleminde meydana gelen siyasî ve askerî olayları takip edenler için İsrail’in, Suriye’nin başkenti Şam’a 15 km uzaklıktaki ‘Ayn Sahib’ bölgesine düzenlediği saldırı pek de şaşırtıcı olmadı. Saldırının nedenleri hakkında günlerce yazılıp çizildi, çeşitli görüşler ileri sürüldü.
İsrail’in içinde bulunduğu çıkmazı Mısırlı yazar Hüseyin Fethullah, el-Ahram Gazetesindeki köşesinde, “İsrail Devleti, 3 yıl önce başlayan İntifada’dan itibaren hassaslaşmış ve yıpranmış durumda. Çünkü İsrail kuvvetleri genelde silahlı ordulara karşı koyacak bir biçimde eğitilmekte. Orta Doğu’daki hiçbir ülkenin sahip olmadığı 11 zırhlı birliğe, akıllı silahlara ve hava-kara kuvvetlerinden meydana gelen büyük bir askeri güce sahip olan İsrail, intifadanın yükselişinden sonra direnişi tasfiye etme amaçlı ek birimler oluşturdu. Ancak bu birimler, düzenli İsrail ordusunun şehirleri kuşatıp evleri yakıp yıkmasına ve insanları öldürmesine rağmen, amacına ulaşamadı. İşte bu başarısızlık nedeniyle, güvenliği önceleyerek başa geçen Şaron hükümeti, halktan istediği yüz günün dolmasından sonra bir yüz gün daha istedi. Buna rağmen başarısız olunca, ‘bütün renkler’ olarak adlandırdığı ve Filistinlilerin kanının akıtılmasını meşru gören bir planı uygulamaya koydu. Son olarak da, İsrail Başbakanı Ariel Şaron, koruma duvarı planını hayata geçirerek Filistin’deki örgüt liderlerini hedef almaya başladı. Tüm bu olanlar, Şaron’un İsraillilere verdiği güvenlik sözlerini tutmasına yetmedi” satırlarıyla ifade ediyordu.
 
Günah Keçisi Suriye
Bu yüzden strateji uzmanı ve askeri gözlemci Abdülmünim Katu’nun ifadesiyle, Ariel Şaron, meclis alt komisyonlarından birinde bakanlarıyla yaptığı görüşmede, Hayfa olayından sonra İntifada’yı alt etmekte başarısız olan düzensiz savaşları düzenli bir savaşa dönüştürmeyi, bunu da en yakın seçenek olarak Suriye topraklarında başlatmayı kararlaştırdı. Bu durum İsrail halkının ruh halini iyimser bir havaya büründürecek ve belki de bölge devletlerini -özellikle de Suriye’yi- Filistin’deki direnişi bitirmeye yönelik tedbirler almaya zorlayacaktı. Aslında bu saldırıyla İsrail hükümeti, halkına Suriye’yi günah keçisi şeklinde göstererek, kendi başarısızlığının faturasını bu ülkeye yüklüyordu.
Saldırının ertesi günü Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, el-Hayat Gazetesine yaptığı açıklamada bu durumun altını çiziyordu: “İsrail saldırısı, İsrail Hükümeti’nin içeride yaşadığı büyük sıkıntıyı aşmak için giriştiği bir göz korkutmadan ibarettir. Sadece savaş yapmak için bir araya gelmiş kişilerin oluşturduğu bu hükümetin amacı, Suriye’yi korkutmak ve Suriye ile bölge ülkelerini savaşa sürüklemektir.” Ayrıca Esed, bu kesimlerin niyetlerine ulaşamayacaklarının da altını çiziyordu.
 
ABD Parmağı Kuşkusu
Yine el-Ahram’dan Muhammed es-Seyid Said, olayın farklı bir boyutuna dikkat çekerek, “Suriye’yi etkisiz hale getirmenin ve ona baskı uygulamanın İsrail’in çıkarlarına uygun olacağı ortadaysa da, son saldırının nedenlerinin çok açık olmaması, akla hemen olayda ABD faktörünün var olup olmadığı sorusunu getiriyor. İsrail, Suriye’den hiçbir ciddi tehdidin gelmediğinin ve Filistin’deki direnişin, Suriye vurulsa da vurulmasa da, devam edeceğinin farkında. Zaten Suriye, 1967’den beri Filistinli direniş örgütlerinin İsrail’e yönelik saldırı düzenlemesini engelleme yolunu seçmişti. Bu sebeplerle Filistin direnişi de stratejisini kökten değiştirerek komşu Arap ülkelerinde faaliyet göstermekten vazgeçip, Filistin topraklarını bir üs olarak seçti” ifadeleriyle saldırının nedenlerinin aslında çok daha derinlerde olduğunu vurgulamaya çalışıyordu.
El-Hayat Gazetesi yazarlarından Abdülvehhab Bedirhan da buna paralel bir görüş bildirerek, olayda Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme amacı güden ABD’nin parmağı olduğunu belirtiyordu: “George Bush’un Suriye’ye yapılan saldırıyı desteklemesi İsrail’in geç de olsa Irak meselesine açıkça dahil olduğunu ilan etti. İsrail’in de olaya dahil edilmesiyle ABD yönetiminin Şahinler kanadı için tablo tamamlandı ve sıra, planın ikinci aşamasının uygulanmasına geldi: Bölge haritasını yeniden düzenleme!”
Sıra İran’da mı?
Bu bağlamda, tüm dünyanın endişeyle izlediği saldırının üzerinden henüz bir hafta geçmeden İsrail’in bazı adreslere nükleer saldırıda bulunabileceğine dair haberlerin yayılması tesadüf eseri değildi. Gözlemciler tarafından yakın zamanda meydana gelecek olaylara bir hazırlık olarak yorumlanan bu açıklamalar, daha sonra kendine adres olarak İran’daki nükleer tesisleri seçecekti.
El-Quds el-Arabî Gazetesinin yorumuna göre, “Şu anda Şaron’un, ABD’nin de desteğini alarak İran’ın nükleer tesislerini, tıpkı 1981 yılında Irak’ın nükleer tesislerini vurduğu gibi vurması çok uzak bir ihtimal değil.” İran’ın nükleer tesislerinin vurulmasının Tahran’da var olan düzeni yıkamayacağını da vurgulayan Gazete, “Ancak bunun gerçekleşmesi, altmış milyondan fazla İranlı’yı ABD ve İsrail hedeflerine karşı potansiyel bir tehlike durumuna getirir. Bundan da önemlisi ABD ve İsrail’e karşı tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde Arap-İran işbirliği gerçekleşebilir. Her ne kadar İran, İsrail’den gelecek bir saldırıya karşı koyabilecek yeterli askeri güce sahip değilse de intikam almak için bu ülkenin tüm gücünü seferber edeceği kuşkusuz. İran büyük bir insan kaybını göze alabilir; ancak İsrail bu çapta bir kayba tahammül edemez. İsrail tabii ki bu gerçeği biliyor; ABD de öyle. Bu yüzden terörizm silahını kullanarak İran’ı korkutmayı ve bu ülkenin nükleer gücünü bu yolla bertaraf etmeyi tercih ediyorlar” satırlarıyla ‘İran da bir askerî tehditle karşı karşıya mı?’ sorusuna cevap veriyordu.

Paylaş Tavsiye Et