Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Türkiye’deki Balkanlar
Yunus Sönmez
ÜLKELER, askeri sınırlarının yanı sıra insan unsurunu temel alan kültürel bir sınıra da sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu, Rumeli’de topraklarına yeni yerler kattıkça buraları kendisine kazandıracak insan unsurunu bölgeye yerleştirmeyi ihmal etmedi. İmparatorluk Türkler ve Müslüman olan diğer halklar eliyle bölgede uzun süre hakimiyetini devam ettirdi.
Bizde göçmenlik kavramı imparatorluklar döneminin kapanmasıyla önem kazandı. Küçülen imparatorluk sınırlarının dışında kalanlar, eski düzenlerinin devam edemeyeceğini anladıkça, alıştıkları düzenin olduğu topraklara doğru hareket etmeye başladılar. 1700’lerin sonunda başlayan bu süreç, imparatorluk toprak kaybettikçe yoğun bir şekilde devam etti. İnsanlar sadece Balkanlardan değil, Kafkaslardan ve imparatorluğun diğer bölgelerinden de akın akın elde kalan topraklara geldiler. İmparatorluğun, askeri sınırlarıyla orantılı olarak, ama ondan çok daha uzun bir sürede kültürel sınırları da Anadolu’ya doğru çekildi.
 
Eve Dönüş…
İlk göçmenler için göçün rutin sıkıntılarıyla beraber teselli edici yanları da vardı. İlkin, geldikleri ülkeler Osmanlı hakimiyetinden yeni çıkmıştı. Böylece sonraki göçmen kuşaklarda rastlanan uyum sorunu daha az olmuştu. Bu kuşaklarda daha çok “eve dönüş” ruhunun yaygın olduğundan bahsedebiliriz. Ancak zaman geçtikçe göç veren ülke ile Türkiye arasında farklılıklar artmaya devam etti. Böylece yeni kuşak göçmenler geldiklerinde daha zor ve uzun bir adaptasyon süreci yaşadılar. İkinci olarak, Rumeli’den gelen ilk göçmenlerin genellikle daha önceki hayatlarında yönetici konumda olmaları, Türkiye’ye geldiklerinde benzer görevlere getirilmelerini kolaylaştırdı. Yıllar ilerleyip Balkanlardaki ulus devletlerle, Türkler arasında gerilim arttıkça, buradaki Türkler yönetici elit içine girmekte zorlandılar. Yeni nesil göçmenler içinde daha az elit ve eğitimli insan olduğundan Türkiye’ye göç ettikten sonra konumları ve yaşam standartları da pek yüksek olmadı.
Bu iki unsur, yerleşik halkla ilişkiler açısından da benzer sonuçlar doğurdu. Başta gelen göç dalgalarında kültür farklarının çok olmaması yerli halkla göçmenler arasında kaynaşmayı kolaylaştırdı. Ancak, Balkan ülkelerinde kültür değiştikçe, oradaki Türkler -her ne kadar direnseler de- bu değişimden nasiplerini aldılar. Özellikle komünist dönemde görülen değişimden sonraki göç dalgalarında bu sorun daha da açık bir hal aldı. Bu yüzden 1989 ve sonrasında gelen göçmenlerde uyum sıkıntıları yaşandı.
Aslında, ilk zamanlardan beri göçmen yerleşimleri devlet eliyle yapıldığı için yerleşim bölgeleri, eski yerleşimlerin içinde değil, kendine has bir alandaydı. Gelen göçmenlere şehir dışından verilen topraklar ve şehrin kenarına açılan yeni iskan alanları göçmenlerin kendi aralarında ortak bir yaşam tarzını devam ettirmelerine yardımcı oldu. Göçmenler bazı bölgelere daha kolay uyum sağlarken, bazı bölgelerde tutunamadı. Sonradan gelen göç dalgaları da, ilk gelen göçlerin barındığı bölgelerde yoğunlaştı. Hatta bazı bölgelerde padişahların has arazilerinden tahsis ettiği yeni yerleşim yerleri bile kuruldu. Bugün Sakarya sınırları içerisindeki Aziziye, Mahmudiye gibi yerleşimlerin dönemin padişahlarının ismini taşıması bu sebeptendir.
Çekilen bütün sıkıntılara rağmen Rumeli göçmenleri, mutfağından türküsüne kadar yaşadığımız toprakları etkileyen büyük bir birikimi de beraberlerinde getirdi. Rumeli ruhu, Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası oldu. Son yıllardaki göç hareketinde durum farklı olsa da, daha önceki dönemde göç edenlerin çoktan yerli halkla karıştığı görülüyor.
 
Göçmen Psikolojisinin Dışa Vurumu: Çalışkanlık ve Milliyetçilik
Göç eden insan bütün bir düzenini geride bırakarak gelir. Hayatı boyunca elde ettiği maddi kazancın büyük bir kısmını beraberinde getiremez. İşte bu yüzden, geldiği topraklarda ortalama bir hayat seviyesini tutturmak için normal bir insandan çok daha fazla çalışma ihtiyacı hisseder. Türkiye’de göçmenlik ve çalışkanlık kelimelerinin yan yana kullanılmasının bir sebebi de budur. Göçmenler geldikleri yere bir değişim rüzgarı da getirir. Bu her zaman olumlu sonuçlar doğurmayabilir. Yerleşik kültür birçok zaman bu değişim rüzgarına kuşkuyla yaklaşır. Başlangıçta yerleşik kültürle bir çatışma yaşanabilir. Ancak belirli bir düzen kurduktan sonra, örneğin üç-dört kuşak sonra yerleşik hayatın statik ruhuna alışılır.
Göçmenlerle bağlantılı olarak anılan bir diğer kavram da milliyetçiliktir. Farklı ülkelerde izlenen asimilasyon politikaları, burada yaşayan azınlıkları tepkisel biçimde bağlı bulundukları alt kimliğe daha sıkı bir biçimde sarılmaya iter. Nasıl ki Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Müslüman olmalarından dolayı Boşnaklara yapılan baskılar, Bosna’da Müslümanlığın yükselişine sebep olmuşsa, Türk soylu kişilere etnik kimlikleri sebebiyle yapılan baskılar da Balkan ülkelerinde benzer bir sonucu ortaya çıkardı. Bu sebeple özellikle son dönem Balkan göçmenlerinde milliyetçilik vurgusunun güçlülüğünü görmek mümkün.
2002 seçimlerinde, başkanının Balkan göçmeni olduğu Genç Parti’nin milliyetçiliğe yaptığı vurgunun altında da benzer bir psikoloji yatıyordu. Bu partinin seçimlerdeki (göreceli) başarısını açıklamak için gösterilen sebeplerden birisi de göçmenlerin partiye verdiği destektir. Somut ispatı yapılamasa da Genç Parti’nin %10’un üzerinde oy aldığı Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Sakarya, Eskişehir, İzmir gibi illerde göçmen nüfusunun yoğun olması bu tezi desteklemektedir.
Rumelilik kültür olarak etkinliğini sürdürmekle birlikte, anne ve babalarının tersine, göçmenlerin ikinci ve/veya üçüncü kuşakları ayrıldıkları ülke kültürüne daha uzaktır. Ayrıldıkları ülkenin dilini bilmemekte ve bu kültürü tanımamaktadır. Bunu Türkiye’de ulus-devlet bilincinin inşası bakımından bir başarı sayabiliriz. Ancak diğer yandan Türkiye’nin Balkanlarla olan irtibatı ve dolayısıyla etki kanalları da bu şekilde yavaş yavaş tıkanmaktadır. Yeniden Balkanlarda etkin olmaya çalışan bir Türkiye benzer kanalları oluşturmak için yüksek bir maliyeti üstlenmek zorunda kalabilir.

Paylaş Tavsiye Et