Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Bir adım ileri iki adım geri
Önder Bilgel
MEHTER Marşı temposuyla yürümek, pozitivist-ilerlemeci felsefenin ve tarihi kötülemeye dayanan eğitim sisteminin de etkisiyle olsa gerek, haksız bir biçimde kötü görülür. Meclis Başkanımız Bülent Arınç’ın 26 Haziran 2002’de AKP grup genel kurul toplantısında Ecevit hükümetini eleştirirken “mehter marşıyla bile gitmemiştir; hani, iki ileri bir geri gibi” diyerek ‘bile’ edâtını kullanmasında görüldüğü üzere, yavaş ve kararsız hareket eden süreçleri Mehter’e nispetle nitelemek yaygındır. Oysa, Mehter yürüyüşünde hiç geri adım atılmaz. (Sürekli ilerlemenin olumluluğunun felsefî düzlemde tartışılması gereğini saklı tutalım.) İleriye doğru iki adım atıldıktan sonra yarım bir dönüşle hem etraf kolaçan edilir, hem de biraz caka yapılır. Bunda, atılan son adımla gelinen mevkii koruma ve sabit kadem olma niyeti de hissedilir. Lenin’in 1904’te yazdığı ve parti öğretisi ile ilkelerini ortaya koyduğu kitabın adı ise “Bir Adım İleri İki Adım Geri”. Kitapta parti öğretisi ve ilkeleri ortaya koyulduğu, ilkeli hareket ve kararlılığa vurgu yapıldığı halde deyimin sözlük anlamından olsa gerek galat-ı meşhur olarak kararsız, belirsiz ve isteksiz davranış anlamında kullanılıyor. Kısacası ilerledikten sonra geri adım atmayı çağrıştıran tavırlar, asılları çok farklı manalar da taşısa olumsuz algılanıyor.
Mehter yürüyüşü yine de (toplamda ileriye doğru bir adım olduğundan) “bir ileri iki geri”den yeğdir herhalde. Dolayısıyla AKP hükümetinin icraatlarını nitelendirmek amacıyla “bir ileri iki geri” ifadesi basında kullanıldığında, kastedilen şüphesiz bir övgü olmasa gerek. Ama köşe yazarları tarafından; “İktidara geldiğinde bir süre ‘ille de benim programım’ dedi” eleştirilerine muhatap olan AKP’nin şimdilerde; “Hükümeti istediğimiz kadar eleştirebiliriz ama bir konuda haklarını teslim etmek gerekiyor ki, ben kendilerine yönelik ‘yapıcı’ eleştirileri bu kadar dikkatle dinleyen ve bu eleştirileri haklı bulduğu zaman geri adım atmaktan çekinmeyen bir başka hükümet veya iktidar görmedim. Ben bugünkü iktidarın bu ‘komplekssiz tavrı’nı çok beğeniyorum.” şeklinde övgüler alması da paradoksal bir biçimde “bir ileri iki geri” tavrıyla ilişkilendiriliyor. Acaba AKP bu nitelendirmeyi gerçekten hak ediyor mu? AKP’de ikircikli, isteksiz, ayak sürüyen bir tavır var mı?
 
İcraatlar İddiaları Doğruluyor
Aslında ilk örnek, hükümetin kurulmasından bir ay kadar önce yaşanmıştı. Ekonomik işlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Coşkun’un, faiz dışı fazlayı İMF ile yapılan program hedefinin de üzerine taşıyarak %9’a çıkaracaklarını söylemesine karşın Abdullah Gül, Reuters’e yaptığı açıklamada, %6,5 faiz dışı fazla hedefinin Türkiye için yüksek olduğunu, iktidara gelmeleri halinde bu oranı aşağı çekeceklerini açıklamıştı. Bunun hemen arkasından Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan, AB ülkelerinin büyükelçilerine, iktidara geldiklerinde “faiz dışı fazlayı artıracağız” dedi. Ama hükümetin kurulmasını takip eden ilk birkaç günde hem Erdoğan, hem Gül, hem de ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, İMF ile programı yeniden gözden geçireceklerini, sosyal politikaları ve reel sektörü ön plana alacak şekilde faiz dışı fazla hedefinde bir revizyon isteyeceklerini ifade ettiler. Hatta bu, Erdoğan tarafından açıklanan “Acil Eylem Planı”nda da belirtildi. Ama çok kısa bir süre sonra bu konudaki tavrın kökten bir biçimde değiştiğine şahit olduk. Kamuoyuna ardı ardına verilen demeçlerin değişmez maddesi, kesin bir vurguyla belirtilen “%6,5’luk faiz dışı fazla hedefine olan kesin bağlılık” oldu.
Benzer bir tavır değişikliğinin iç borç sorunuyla ilgili olarak yaşandığı neredeyse unutulmuş gibi. Acaba Başbakan Erdoğan’ın seçimden önce iç borçların yeniden yapılandırılması konusundaki görüşlerini hatırlayanımız kaldı mı? İlk olarak Türkiye İhracatçılar Meclisi’nde yaptığı konuşmada ‘öteleme’den söz eden Erdoğan’ın açıklaması, piyasalarda tedirginlik yaratınca, partinin ekonomi kurmayları ‘ötelemenin’ erteleme olmadığını anlatmaya çalışmışlardı. Ardından CHP lideri Deniz Baykal’la birlikte katıldığı bir televizyon programında “Otururuz, konuşuruz, alacaklılarla karşılıklı mutabakat sağlayarak, döviz bazında kura bağlarız ve karşı tarafı hiç bir şekilde mağdur etmeden bunu öteleyebiliriz” ifadesini kullanan Erdoğan’ın o dönemlerde bir yeniden yapılandırma projesi vardı. Ama başbakanlığının ilk günlerinde “Bu borcu biz üretmedik, bunların hepsini kucağımızda bulduk. ‘Ben bunu ödemiyorum’ deme hakkına sahip değiliz. Böyle bir popülist yaklaşımla da bunun altından kalkamazsınız. Onun için, tabii bu noktada tribünlere oynamanın anlamı yok. İşin hakikati var, gerçeği var ne yazık ki” demek durumunda kaldı. O tarihten beri de iç borç sorunu “piyasa dinamikleri çerçevesinde” çözülmeye çalışılıyor.
İlk günlerinde AKP Hükümetinin Kıbrıs sorununu ele alış tarzı, dış politikada belirleyici olan ve ‘mevcut durumu korumak adına çözümsüzlüğü çözüm haline getirmek’ olarak özetlenebilecek yaklaşımdan belirgin farklılıklar taşıyordu. Her alanda statükoyu ve tıkanıklıkları aşmak misyonuyla hareket eden Erdoğan, seçimin hemen ardından Belçika modeline atıfta bulunarak Kıbrıs’ta çözümden yana olduğunu, Annan planı zemininde çözüm aranması gerektiğini duyurdu. Ama önce aynı gün Genelkurmay tarafından “davetli basın mensupları”na verilen kokteylde Genelkurmay Başkanı Özkök’ün “Türk’ün Anadolu’ya hapsedilme süreci” nitelendirmesiyle, arkasından 27 Ocak’ta Kıbrıs’a giden Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın sert açıklamasıyla başlayan süreçte, bu çizgide de -180 derece olmasa da geniş bir açıda- değişiklik olduğunu gördük. Seçim öncesi adaya yapılan ziyaret ile Annan planının çözüm zemini olarak değerlendirilmesine ilişkin çelişik tavırlar bu konuda karışıklıkların sona ermediği şeklinde yorumlanabilir.
Nisan ayında Bağdat’ın düştüğü günlerde, Dışişleri Bakanlığı bambaşka bir gelişmeyle uğraşmak zorunda kaldı. Süreç Almanya ile Türkiye arasında imzalanan “Terörizm ve Örgütlü Suçlar” anlaşmasının gerekçesinde Milli Görüş Teşkilatı’nın da adının zikredildiğinin son anda fark edilmesiyle başladı. AKP’lilerin tepkileri sebebiyle gerekçe düzeltilerek yeniden hazırlandı. Ardından bu ‘hata’yı telafi etmek maksadıyla 16 Nisan tarihinde Avrupa’daki büyükelçiliklere gönderilen 3846 ve 3847 sayılı yazılarda Milli Görüş’ün zararlı bir örgüt olmadığı belirtilerek, yurt dışındaki bu ve benzeri cemaat kuruşlarının faaliyetlerine katılım gösterilmesi, Milli Eğitim Bakanlığı’nca desteklenen ve öğretmenlerinin de yine Milli Eğitim Bakanlığı’nca atandığı cemaat okullarını Dışişleri birimlerinin de desteklemesi istendi.
Bu listeyi farklı örneklerle uzatmak mümkün. Yüksek öğretim sisteminde köklü değişiklik öngören ve YÖK’ü Eşgüdüm Kurulu, ÖSYM’-yi de bağımsız hale getiren tasarı, Meslek Lisesi mezunlarının üniversiteye girişte kendi alanları dışındaki bölümleri tercih etmeleri durumunda puan kaybına uğramasını önlemeye yönelik tasarı, okullarda tek tip kıyafet uygulamasına son verilmesi, yoksul çocukların özel okullarda okutulması gibi girişimler hep akîm kaldı ve geri çekildi. Diyanet İşleri Başkanlığı Kuran Kursları ile Öğrenci Yurt ve Pansiyonları Yönetmeliği’nde 24 Kasım’da yapılan değişikliklerin 23 Aralık’ta tamamen geri alınması bu oyundaki son sahne oldu. Kamuoyunda 2B olarak bilinen orman vasfını kaybetmiş arazilerin satışına izin veren anayasa değişikliğinin, Cumhurbaşkanı tarafından referanduma götürülmesi riski dolayısıyla soğumaya bırakılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsis edilecek kadro sayısının 1.600’den 15.000’e çıkarılmasına ilişkin değişikliğin Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bekletilmesi gibi örnekleri de yine bu çerçevede sayabiliriz.
 
Neden?
Hükümetin söz konusu tavrına birkaç farklı açıklama getirmek mümkün. İyi niyetle çalışan, reform niteliğinde değişiklikler yapmak isteyen, özgürlüklerin alanını genişletmek isteyen hükümete statükocu bazı çevrelerin sürekli engel olduğu şeklindeki açıklama, en kolay olanı. AKP’nin bazı siyasi ve ekonomik güç merkezlerinin güvenini hâlâ sağlayamadığı bir gerçek. Bazı kesimlerde ve kurumlarda AKP’ye yönelik ciddi önyargılar ve güvensizlik var. Somut bir kanıta veya tavra dayanmayan bu güvensizlik pek çok konuda “bunu AKP yapıyorsa kabul edilemez” tarzı bir muhalefet doğuruyor. Yani güç merkezleri, normal şartlarda, başka bir hükümet hazırlasa itiraz etmeyecekleri tasarılara, AKP’ye güvenmedikleri için şiddetle muhalefet ediyorlar. Aslında AKP bu güvensizliği boşa çıkarmak için kurulduğu günden beri sürekli çaba harcıyor. Hatta bu odaklanmanın hükümeti yer yer kendi gündeminin ve köklerinin bir hayli uzağına sürüklediğine de şahit oluyoruz. Apolejitik/özür dileyici tavırla sürekli suçsuzluğunu ispat ve söz konusu çevreler nezdinde tezkiyesini düzeltme psikolojisinin yıpratıcılığını herhalde en çok AKP yönetimi yaşıyordur. Ama bu açıklama ile getirilen indirgemeci mantık kabul edilecek olursa, öncelikle AKP’nin bir iktidar olarak konumunu sorgulamak gerekecektir. Bu nokta saklı kalmak kaydıyla bile AKP, ancak söz konusu girişimlerde hiç bulunmamış olması durumunda mazur görülebilir ve bu açıklama kabul edilebilir. Her ne kadar beklentiler olsa da, konjonktürü göz önüne alarak AKP’ye bir süre tanındığı, teşkilatın ve seçmenin bütün mağduriyetlere rağmen hükümet üzerinde bir baskı oluşturmadığı görülüyor. Önce bir adım atıp sonra iki adım gerilemenin hem hükümette, hem daha geniş bir perspektifle siyasette ve hem de AKP’yi destekleyen kesimlerde yol açtığı yıpranma düşünüldüğünde bu açıklama geçerliliğini kaybediyor.
AKP’nin bu tavrını temelsiz bir çekingenlikle veya tecrübesizlikle açıklamak da en az yukarıdaki açıklama kadar kolaycılık olur. Hatta AKP’nin biraz ‘fazla’ tecrübeli olduğunu söylemek daha doğru. Gerek 28 Şubat sürecinde bizzat yaşananlar, gerek merkez sağ partilerde ‘devlet umuru görmüş’ kadroların aktardıkları birikim ile dilleri yanmış olanların ihtiyatlılığına şaşırmamak gerekir. Üstelik hükümetin kendi programı ve duyarlılıkları ile seçmen tabanının beklentilerine yönelik her girişimi “ülkeyi geriyorlar, gerginlik çıkarıyorlar” bağırtılarıyla karşılandı. Dahası, AKP’liler, belki de ‘ne kadar değiştiklerini’ sınamak amacıyla, yerleşik güç merkezlerinin girişimleri karşısında uyumlu ve esnek davranmaları yönünde baskıya maruz kaldılar. Çıkarılan toz-duman ve koparılan gürültü karşısında “ülkeyi geren”in niye hep kendileri olduğunu sormayı bile başaramadılar.
Daha derinliğine bir tahlil yapıldığında, AKP Hükümetinin değiştirmek istediği yapı ve değişimle ilgili planlarında hesaplama hatası yaptığı öne sürülebilir. Kendi gücünü ve değişime gösterilecek direnci doğru ölçemediği için deneme-yanılma yöntemi ile veya tabir caizse el yordamıyla hareket ettiği, bu ileri-geri tavrının da bundan kaynaklandığı söylenebilir. Ama saydığımız listenin uzunluğu ve çeşitliliği bu açıklamayı da geçersiz kılıyor. Bu durumda, tahlili bir adım daha ilerleterek aslında AKP’nin bu girişimlerini planlı bir biçimde yapmadığını varsaymak gerekecektir. Planlı değişme ile plansız değişme arasındaki temel fark, birincisinin değiştirme iradesini gösterenin kurguladığı bir üstyapı bütününü oluşturmaya yönelik özel ve sistemli çabalarının bir sonucu olmasıdır. Planlı değişme, yönetimin, gerçek durum ve istenen arasındaki farka gösterdiği doğrudan tepkinin bir sonucudur. Dolayısıyla yönetimin zihninde gerçekleştirmeyi istediği ideal duruma ilişkin kapsamlı ve tutarlı bir plan olması ön şarttır. İkinci olarak mevcut durumun doğru bir biçimde tespit edilmiş olması gerekir. Aksi takdirde ideal ile mevcut arasındaki farkı doğru ölçmek mümkün olmayacağı için harcanması gereken enerjide ve değişim aşamalarında hatalar ortaya çıkar.
 
Dengeli Gitmek Rotadan Çıkmayı mı Gerektirir?
İzlenen politika bilinçli ise yanlış; plansızlıktan kaynaklanıyorsa vahim. AKP’nin bu çerçevede kendini sorgulaması, planında ve programlarında yer alan hususlarla uygulamalarını, hatta bir adım geri giderek varlık sebepleri ve felsefesiyle planını ve programlarını karşılaştırması gerekiyor. Atılacak bu geri adım icraatta atılacak geri adımlardan daha işlevsel ve daha onurlu olacaktır. Aksi takdirde; “liberalleşmeyi ve değişimi savunan muhafazakar parti” tanımlamasında ortaya çıkana benzer kafa karışıklıkları, atılan adımlar geri alınmadığı durumda bile tutarsızlık ve başlangıçtaki hedeften uzaklaşma risklerini içinde barındıracaktır. Dahası; bir yılı aşkın bir süreyi geride bırakan AKP’nin bu süre zarfında gerçek manada iktidar ve hükümet olmayı ne ölçüde başardığı sorgulanmaya başlayacaktır. Batı dillerinde “hükümet (government, gouvernement)” kelimesinin kökü eski Yunanca’daki “kubernetes”tir. Bu kelime hem dümenci, hem de gemiyi mevcut hava ve deniz şartlarında dengeli bir biçimde rotasında tutmak anlamına gelir. Platon, devleti de bir gemiye benzeterek bu kavramı “hükümet etmek” anlamına kadar genişletir. Hükümet eden dengeleri gözetmek ve gemiyi karaya oturtmamak zorundadır şüphesiz. Ama rotasından ayrılan ve hedefine varamayan bir gemideki kaptan, dümen çevirse de hükümet etmiş olmaz.

Paylaş Tavsiye Et