Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Yavru vatana stratejik şefkat
M. Mücahit Küçükyılmaz
20 TEMMUZ 1974’ten bugüne neredeyse koca 30 yıl geçti; ama Kuzey Kıbrıs hâlâ “yavru” vatan olarak kalmaya ve gündemi meşgul etmeye devam ediyor. Bu zaman zarfında dünya, komünizmin çöküşüne, Orta Doğu’nun ABD-İngiltere-İsrail üçlüsü tarafından adım adım işgaline, AB’nin “birlik” olma çabalarına ve bir dolu olaya tanıklık etti. Türkiye’de istikrarsız koalisyon tecrübeleri, 12 Eylül darbesi, Özallı yılların göreceli ekonomik canlanması, post-modern darbe ve siyasî-ekonomik çalkantıların ardından AK Parti ile farklı bir dönem yaşanmaya başlarken; Yunanistan, Albaylar cuntasının devrilişinden sonra, PASOK ile YDP arasında gelip giden iktidarlar devrinde AB’ye üye oldu ve ekonomide hatırı sayılır ilerlemeler kaydetti. Bütün bunlar olurken ve Güney Kıbrıs’ın talihi de Yunanistan’la benzer bir seyir izlerken, adanın kuzeyinde değişen çok az şey vardı: 1968’deki Toplumlar arası görüşmelerin müzakerecisi Rauf Denktaş 1983’ten beri Cumhurbaşkanı ve tek müzakereci, ekonomik yaşam anavatanın himmetine muhtaç ve Türk kesimini Türkiye dışında tanıyan ülke yok. Daha kuzeyde, Ankara’da da askerî-sivil yönetimler gelip gitti; ancak izlenen politikalarda yavru vatan hep aynı müşfik duyarlılıkla, ana-yavru diyaloğu çerçevesinde ele alındı. Peki, başarılı 74 Çıkartması’nın ardından önümüze çıkan siyasî çıkmazlar niçin görülmedi ya da yok sayıldı? Bunu cevaplamak için, sanırım, Kıbrıs’ın limonu ve merkebi dışında çok daha önemli, bölgesel ve küresel dengeleri etkileyebilecek bir özelliğinden söz etmek gerekiyor: Jeostratejik konumu.
 
Bölgesel ve Küresel Stratejiler Çemberinde Kıbrıs
Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik adlı eserinde, adanın beşerî-demografik niteliğine vurgu yaptıktan sonra, Kıbrıs’a dair çarpıcı bir tespitte bulunur: “Orada tek bir Müslüman Türk olmamış olsa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs meselesi olmak zorundadır.” Zaten, tarih boyunca ne Fenikeliler, ne Romalılar, ne Hz. Osman’ın orduları, ne Venedik ve Cenevizliler, ne Lala Mustafa Paşa ve ne de 1878’de adayı Sultan Abdülhamid’den kiralayan İngilizler Kıbrıs’a soydaşları, vatandaşları veya dindaşları için gitmiş değillerdi. 2’nci veya 3’üncü jeolojik zamanlarda İskenderun Körfezi’nden koptuğu sanılan adanın en göze çarpan özelliği, insanoğlunun denize açılmaya başladığı tarihten beri jeostratejik bakımdan sabit bir parametre olarak yerini koruması. Coğrafî konum itibarıyla 34’33” ve 35’41” kuzey enlemleri ile 32’17” ve 33’35” doğu boylamları arasında yer alan, 9.251 kilometrekarelik bir “uçak gemisi” olan Kıbrıs Türkiye’ye 70, Suriye’ye 98, Lübnan’a 221, İsrail’e 290, Mısır’a 316, Rodos’a 400 ve Girit’e 800 kilometre uzaklıkta bulunuyor. Bununla kalsa iyi; Asya, Avrupa ve Afrika eski kıtalarının tam orta noktasında olması, geçmişte ve de bugün medeniyetlerin karşılaşma alanında bulunması ona ayrı bir önem kazandırıyor. Üstelik, Cebel-i Tarık-Süveyş, İstanbul/Çanakkale-Süveyş geçitleri arasındaki ticareti yönlendirmede avantaj sağlayan Kıbrıs, böylece, Hint ve Atlas Okyanuslarının birbirine; Baltık Denizi-Tuna Nehri-Karadeniz güzergâhının ve Ege Denizi’nin de bu iki okyanusa bağlantısında stratejik bir durak niteliğinde. Bu veriler, Kıbrıs’ın Türk-Yunan tarafları eksenindeki tartışmalı konumunu neredeyse mikro düzeyde bırakarak, onu makro ölçekli küresel hesapların ihmale gelmez bir parçası haline getiriyor. Örneğin; Rusya’nın, deniz ticareti ve Bakû-Ceyhan projesi nedeniyle Kıbrıs’a ilgi duyması ve S-300 füzeleri krizinde olduğu gibi Doğu Akdeniz’i istikrarsızlaştırmaya dönük hamleleri ABD-İngiltere-İsrail bloğunun ve Almanya öncülüğündeki AB’nin elini çabuk tutmasına ve Kıbrıs’a ilişkin ayrı ayrı stratejik planları uygulamaya koymalarına neden oldu. ABD, adada etkinlik kazanmak için sık sık barış girişimleri başlatırken; İngiltere 1878’de yerleştirdiği askerlerini ve sonrasında 1960 yılında İngiliz toprağı ilan ettiği üslerinin varlığını, diplomatik bir beceriyle, hiçbir konjonktürde tartışmaya bile açmıyor. AB’ye gelince, o da Doğu Akdeniz ve dolayısıyla Orta Doğu’daki zayıflığını telafi etmek amacıyla Kıbrıs’ı bir an önce birliğe dahil etmeye can atıyor.
Bütün bu karmaşık stratejik hesapların varıp dayandığı ülke ise, Ege’deki 1800 adadan sadece ikisine, Bozcaada ve Gökçeada’ya sahip olan ve 1974 Harekatı ile Kıbrıs’ın %35’ini ele geçirerek Akdeniz’de güç kazanan Türkiye. Dış ticaretinin hemen hemen %80’ini deniz yoluyla gerçekleştiren ‘ana vatan’, Kaş’ın burnunun dibindeki Meis adacığını bile düzleyip havaalanına çeviren Yunanistan karşısında, yalnızca güvenlik gerekçesiyle bile, ‘yavru’suna sahip çıkmakta haksız sayılmaz. Velev ki; orada tek bir kuruş ticarî çıkarı olmasın, tek bir insanı bile bulunmasın. Değil mi ki, İngiltere’nin, dünyanın öbür ucundaki Falkland adaları için Arjantin’le savaştığı, 1704’ten bu yana Cebel-i Tarık’tan çıkmadığı ve Kıbrıs’taki üslerinin sözünü dahî ettirmediği bir dünyada yaşıyoruz.

Paylaş Tavsiye Et