Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
İnşa edilmeye çalışılan bir kimlik: “Kıbrıslılık”
İsmet Ali Şahin
MİLLETLER tarih boyunca varolmuşlardır; uluslar ise modern çağın ürünüdürler. İnşa edilmiş kimliklerdir uluslar. Ulus inşa etme günümüzde uluslar(!) arası siyasetin müdahale araçlarından biri haline gelmiştir artık. Oysa Mustafa Özel’in, Anlayış’ın üçüncü sayısında vurguladığı gibi milletin yurdu vatan değil, tarihtir. Tarihle bağı kesilen ve bir toprak parçasına hapsedilen toplumlar bu coğrafya üzerinden kimlik ve siyaset üretmeye çalışırlar.
Amerika’nın Birinci Dünya Savaşı’na girerken şart koştuğu ve zamanla uluslararası siyasetin temel ilkelerinden biri haline gelen “self-determinasyon” (kendi geleceğini tayin etme) ilkesi bir yandan Osmanlı, Avusturya–Macaristan, Fransa ve Britanya İmparatorluklarının çözülüp dağılmasının yolunu açarken, diğer yandan tarihsel-kültürel dayanaktan yoksun, yapay uluslar yaratmanın hukukî yolunu ortaya koyuyordu. Tarihsel-kültürel dayanaktan yoksun bu toplumlar için “ulus inşa etme” süreci, kimlik arayışı içinde ötekileştirmeyi de beraberinde getirdi. En acı örneklerini Orta Doğu ve Afrika coğrafyasında gördüğümüz, tarihlerinden koparılmış, coğrafyaya mahkum edilmiş bu yapay uluslar, bugün hâlâ kimlik arayışlarını sürdürmektedir.
Zayıf ve bir millet olma vasfından uzak toplumlar, ortaya çıkan yeni siyasi konjonktüre uygun bir kimlik oluşturma arayışına girerler. Konjonktüre mahkum bu toplumlar ilk olarak kendi kültür ve tarihleri ile yükselen yeni siyasi gücün kültür ve tarihi arasında irtibat kurma ve akrabalık oluşturmaya çalışırlar. Bu türdeki toplumların tarihine bakıldığında her konjonktür değişiminde yeni konjonktüre uygun bir tarih yazımı ile karşılaşılır. Bulgaristan’da, Komünist rejim döneminde Slav ırkı ile irtibatlandırılan Bulgar kimliğinin 1990 sonrası dönemde AB perspektifinin de etkisiyle Germen ırkı ile irtibatlandırılmaya başlanması bu duruma tipik bir örnektir.
‘Ulus inşa etme’ sürecinde topluluklara devlet kurma ideali, devlet olmakla elde edilecek yararlar ve devlete yönelik tehditlere karşı ortak davranışın zorunluluğu dayatılarak yeni bir aidiyet oluşturulmaya çalışıldı. Yeni uluslar yaratmak için devletler parçalandı, kan döküldü, ülkeler işgal edildi ve yönetime getirilen kukla sultan ve diktatörler vasıtasıyla inşa süreçleri başlatıldı.
 
Kıbrıslılık Bilinci Filizleniyor
Kıbrıslılık bilincini ilk olarak ciddi bir şekilde oluşturmaya çalışan kurum; adadaki varlıkları 1960 Anayasası ile yok sayılan Latin kökenlilerden Joseph Bayada ile eşi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Makarios’un kuzeni Cleopatra Bayada’nın öncülüğünde 1975’te kurulan Yeni Kıbrıs Derneği’dir. “Kıbrıslılığı”, Kıbrıs’ta yaşanan sorunun Türkiye ve Yunanistan tarafından sahiplenilmesine karşı bir hareket olarak tanımlayan Bayada ailesi, Kıbrıs sorununun iki ülkenin stratejik çıkarlarının çatışmasından doğduğunu belirtirken, bunlardan özellikle Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki varlığının sona erdirilmesi için “Kıbrıslılık” bilincinin yayılması gerektiğine vurgu yapmaktadır.
Kıbrıslılık hareketi, Kıbrıs’ta var olan tarihsel-kültürel kimlikleri ortadan kaldırmak istemektedir. Bu hareketin taraftarlarına göre sorun, adanın Türk ve Rum diye iki ayrı kampa bölünmüş olmasından kaynaklanmakta ve bu durum çözümün önündeki ana engeli oluşturmaktadır. Bundan dolayı, iki kimliği de ortadan kaldırmayı amaçlayan “Kıbrıslılık” kimliği gündeme gelmelidir. Oysa, sorunun ana kaynağının farklı kimlik aidiyetlerine sahip olmaktan kaynaklanmadığı, en açık ve net biçimiyle, 23 Nisan 2003’te kapıların açılmasıyla başlayan serbest geçişler ve sonrasında yaşananlarla ortaya çıktı.
 
AB ve ABD’nin Çabaları ve Kıbrıs Türk Toplumuna Etkileri
AB ve ABD, adada iki farklı kimliğin varlığını çözümsüzlüğün temel nedeni görme eğilimindedir. Bu nedenle “Kıbrıslılık” kimliğine sahip çıkan kişi, grup ve sivil toplum kuruluşlarına finansal kaynak sağlamaktadır. Oluşturulan iki toplumlu çatışma çözümü (conflict resolution) çalışma gruplarında, “bir Kıbrıslı milleti bulunduğu, Kıbrıs’ın Kıbrıslılara ait olduğu; dolayısıyla Türkiye’nin ve Türk ordusunun adadan çıkarılması” gerektiği öne sürülerek “Kıbrıslılık” kimliğine vurgu yapılmaktadır.
Ancak, ortak tarihî ve kültürel tecrübeden yoksun olup salt yaşanılan coğrafyaya atıfla tanımlanmaya çalışılan kimliklerin kökleri yoktur. Tarihsel ve kültürel derinliği olmayan kimliklerin gelecek perspektifi de olamaz. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya bu duruma en iyi örnektir. Kimlik aynı zamanda gelecek nesillere aktarılabilecek birikimleri de içermelidir. Kıbrıs’ta, özellikle de AB ve ABD’nin milyonlarca dolar harcayarak inşa etmeye çalıştığı “Kıbrıslılık” kimliğinin, bu nedenle adaya özgü bir psikoloji olmaktan öteye geçmesi mümkün görünmüyor.
“Kıbrıslılık” olgusunun Kıbrıs Türk halkı içinde oluşturduğu etki dikkate değerdir. Zira “Kıbrıslılık” Türkiye karşıtlığı ile aynı anlama gelmekte; adada yaşayan Türk kökenlileri Türkiyeli ve Kıbrıslı olarak ikiye bölmektedir. 14 Aralık seçimlerinde Kıbrıslı-Türkiyeli ayrımını körükleyen, “Kıbrıslılık” bilincini öne çıkaran partilerin (BDH, CTP-BG) 1974 sonrasında adaya göç eden Türkiye kökenlilerin yoğun olarak yaşadığı İskele ve Gazi Magusa bölgelerinden çok az oy almaları, halkın tepkisini göstermesi bakımından anlamlıdır.
“Kıbrıslılık” kimliği genellikle sol eğilimli parti ve sivil toplum kuruluşları tarafından savunulmakta, bu gruplara yakın basın-yayın organları tarafından öne çıkarılmaktadır. Kıbrıslı Türkler arasında özellikle İbrahim Aziz, Ahmet An, Ramiz Gökçe, Niyazi Kızılyürek, Arif Hasan Tahsin, Şener Levent ve 1996’da öldürülen gazeteci-yazar Kutlu Adalı gibi entelektüeller; Yeni Kıbrıs Partisi, Yurtsever Birlik Hareketi, Barış ve Demokrasi Hareketi (BDH) ve Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler (CTP-BG) gibi sol gruplar ve bu grupların yayın organı niteliğindeki Yeni Düzen, Yeni Çağ, Afrika, Ortam gazeteleri ile Genç TV, Kıbrıs TV gibi televizyon kanalları, “Kıbrıslılık” kimliği ile adalılığa vurgu yaparak Kıbrıslı-Türkiyeli ayrımını sıcak tutmaktadır. Bugün gelinen noktada mecliste yer alan BDH ve CTP-BG, “Kıbrıslılık” olgusunu öne çıkaran Annan Planı’na destek vermektedir. Mevcut Annan Planı çerçevesinde AB çatısı altında gerçekleştirilmesi istenen çözümde Kıbrıslı Türklerin kimlik, insanî güvenlik ve siyasî eşitliği gibi konular tam bir güvenceden yoksundur. Her ne kadar 1960 Garantörlük Antlaşması’na doğrudan atıf yapılıyorsa da, ilerleyen maddelerde garantörlüğün sulandırıldığı göze çarpmaktadır. Kıbrıslı Türklerin adadaki varlıklarının teminatı olarak ise, uluslararası hukuk ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gösterilmektedir. 1963-74 arası yaşanan katliamlara uluslararası kamuoyundan ve uluslararası hukuktan tepki gelmemesi üzerine adaya müdahale etmek zorunda kalan Türkiye, stratejik kaygılarının yanı sıra insani, kültürel ve tarihsel sorumluluğunun bir parçası olarak da garantörlüğünün her ne şekilde olursa olsun tartışma konusu yapılmasına karşı çıkmaktadır.
Ulusal Birlik Partisi (UBP), Demokrat Parti (DP) ve diğer sağ eğilimli partiler, Kıbrıs Türk halkının egemenlik, kimlik ve insanî güvenlik haklarının Annan Planı’nda güvence altına alınmadığı üzerinde durmaktalar. Planda öngörülen “anayasal vatandaşlık” kavramına olumlu baksalar bile, adada yaşayan iki ayrı halktan söz edilmemesine ve egemenliğin tek bir Kıbrıs halkına ait olduğu vurgusuna karşı çıkmakta ve Kıbrıs halkına vurgu yapılmak suretiyle nüfus bakımından çoğunluğu oluşturan topluma egemenlik hakkının verildiğini belirtmekteler. Planda Kıbrıs Türklerinin siyasi eşitliğinden değil, kurucu devletlerin siyasi eşitliğinden söz edilerek “anayasal vatandaşlık” kavramının içinin boşaltıldığını söylemekteler.
“Kıbrıslılık”; mevcut de facto durumu bile aratacak mutlak bir çözülmeye sürüklenme riski ile karşı karşıya olan Kıbrıs’a, uluslararası kamuoyunun baskısı ile de jure çözümü benimsetme arayışının ürünü olarak okunmalıdır. Bu nedenle inşa edilmeye çalışılan “Kıbrıslılık” bir kimlik olmaktan ziyade, adada yaşayan farklı medeniyet aidiyetlerine sahip iki toplumun kimliklerini güvence altına almayı öngören “anayasal vatandaşlık” için geçerli bir kavram olarak yaşatılabilir. Adada yaşayan iki halkın siyasi eşitliklerinin korunması ve kimliklerinin gelecek nesillere aktarılması bu çerçevede mümkün olabilir. 14 Aralık seçimlerinde ortaya çıkan, Kıbrıs Türk halkının insani güvenlik, kimlik ve egemenlik gibi konularda Annan Planına yönelik kuşkuları da böylece giderilebilir.
Fakat ABD ve AB liderliğindeki uluslararası kamuoyu anayasal vatandaşlık oluşturmak yerine “ulus” yaratma çabası içindedir. Uluslararası kamuoyunun tanımayı asla kabul etmediği ve uluslararası sistemden tecrit ettiği KKTC halkına psikolojik baskı uygulayarak kimliklerini reddetmeleri yönünde zorlamaktadırlar. İnşa edilmeye çalışılan “Kıbrıslılık” kimliği ile Dadaş, Gakkoş, Rumelili, Adalı gibi belirli bir coğrafya sınırları içerisinde doğup büyümüş olmanın verdiği hemşehrilik hissiyatı yaratma iddiasının ötesinde, kazara Türkçe ve Rumca konuşan, kazara Müslüman ve Hıristiyan olan ada sakinlerinden kendi bütünlüğü içinde bir “ulus” inşa etmek amaçlanmaktadır. Birbirine yakın fakat farklı tarihsel, kültürel ve medeniyetsel derinliğe sahip iki toplumun, bu kimliklerinden sıyrılarak “Kıbrıslılık” adı altında yeni bir kimlik inşa etmeleri, ancak her iki toplumun da kitlesel hafıza kaybına uğrayarak geçmişleriyle olan bağlarını unutmaları ile mümkün olur. Böylece iki ayrı toplumsal hafıza, kurgusal bir yeniden inşa ile tek kalıba dökülebilir. Fakat temeli olmayan ve harcı bu denli zayıf bir binanın çökmeyeceğinin garantisi yoktur.

Paylaş Tavsiye Et