Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Şehir kurmak, bağdaş kurmaktır
Faruk Deniz
ŞEHİR kurmak neye benzer? Türkiye’de iki asırdır, kimin neyi, nereye kadar ve nasıl idare edeceğinin münakaşası yapılıyor. Bütün bunlardan en çok şehir mustarip oldu. Bu münakaşalar, beledî bilgiden, tarih şuurundan, felsefî derinlikten ve güzellik hissinden yoksun yapıldı. Haliyle, kimse bir fayda mülâhaza edemedi. Meselenin genişliği, belirsizliği ve zorluğu bir benzetişten hareket etmeyi gerekli kıldı.
Dünyada bulunma hâli biz ölümlüler için gurbetliktir. İnsan bedeninin dünyadaki geçiciliği, ruhun sonsuzluk arayışına ket vuramaz. Ruhun bu iştiyakı, insanın bulunduğu mekana kök salma ihtiyacını doğuruyor. Bu, mekan ile kurulması düşünülen derin bağların ilk işareti olarak kabul edilmeli. Bakalım, bu çaba, insanın kendine ve dünyaya dair yabansılığını gidermeye ne kadar yetecek?
Uygun bir zeminde, sol ayak sağ oyluğun altına, sağ ayak da sol oyluğun altına alınarak büyük bir ölçülülük, sabır ve ahenkle oturma biçimine, bağdaş kurmak denir. Ahenk ve ölçülülük bir kere emniyet hissi verir insana. Sonra, kendine ve dahi çevresine güvenin ve hürmetin bir ifadesidir. Güven ve hürmet, kendine ve oraya insicam getirir. Türkçe’deki, bağdaşım, bağdaşma, bağdaşmak kelimelerinin bağdaş kelimesi ile olan yakın akrabalıklarını hatırlatmak isterim. Bağdaş kurmaktan bahsederken, o halde, benzer şeyler arasında birbirini tutma hâlinden (cemaatten), bir bütünü meydana getiren parçalardan (şahıs) ve bir zeminden (yeryüzü) bahsediyoruz demektir.
Canlılar içinde acelesi olan yalnızca insandır. Hep bir yere yetişmesi veya uzanması gerekir, ihtirasla. Halbuki, bağdaş kuran sükûnet içinde hareketlidir. Sadece hayırda acele eder. Hareketli bir özne olarak, çevresi ile tek boyutlu bir ilişki biçimi geliştirmez; aksine çokluğu esas alır. Bağdaş kuran, sağına ve soluna dönebilmek/bakmak ile çevresinin farkında ve idrakinde olduğunu gösterir. Önüne bakmak ile, kendi başına bir gerçekliği olduğunu, kendi üzerine düş(ün)menin önemini izhar eder. Keza, hayatın bin türlü koşturmacası, hülyaları, arzuları içinde bir an gafletten sıyrılıp kendine döner. Yukarı bakmak ile, on sekiz bin âlemi fehmeder, bütün bunların yaratıcısı ile olan akdini hatırlar. Bağdaş kurmak, arkaya bakmayı fizikî olarak sınırlandırır. Zorluk, arkaya bakmanın insana korkularını, günahlarını, acizliklerini telkin ediyor olmasındandır. İnsan sağından, solundan, önünden emin oldukça, üzerindeki ‘göğün gök’ olduğunu bildikçe, arkasından emin olabilir.
Bağdaş kurmak bir uyum arayışıdır. Cennette kaybettiğini yeniden bulma arayışı ve çabası. Sükunete, doygunluğa ve dinginliğe erişmiş bir ruhun orada bulunma hâli. Huzura erdikçe varlığa yaklaşıyoruz, sonsuzluk ve devingenlik hissi içinde. Bağdaş kurmak her şeyden evvel insanî bir eylemdir, tıpkı şehirler gibi. İslâm medeniyetinin farklı coğrafyalarında tezahür etmiş eski zamanların şehirlerini düşünün; hepsi aynı insanî ölçülülükle benzer ruhu taşırlar: Fez, Buhara, Bağdat, Bursa, İstanbul büyük bir vakarlık, incelik ve ölçülükle bağdaş kurmuş insan figürünü temsil eder. Şehre dair ev, konak, saray, camii, her ne var ise, kendi başlarına bir gerçeklik olarak aynı vakarlıkla bağdaş kurmuşluğun şuuru içindedirler. Her ev bağdaş kuruyor, çünkü komşuluk hakkı bunu gerektiriyor. Bağdaş kuran biri yanı başındakinin sırtına çıkamaz, yerini ve haddini bilir. Bizatihi oturma düzeni bir bilinç olarak buna imkan vermiyor zaten.
Şimdilerde bağdaş kurmayı unutmuşa benziyoruz. Yoksa unutturuldu mu? Rahatsız vicdanlarımız, bölünmüş benliklerimiz bu mevzuda bizi mütereddit kılıyor. Emin olamayışımız, doğruluk üzere kendimizle hesaplaşamayışımız bundan olsa gerek. Bir yerlere kök sağlama ihtiyacı hissetmiyoruz artık; çünkü bağdaş kurmayı bilmiyoruz, otururken mekan ile aramıza başka vasıtalar alma ihtiyacı hissediyoruz. Bu davranış ve bilinç hâli, samimiyetsizliğin, bencilliğin, kör ihtirasların bir ölçü hâline geldiğini gösteriyor. Ölçüsüzlüğümüz, sahicilik arayışımızın sahteliğini gözler önüne seriyor. Yirminci asrın insanı, kaba bir şuurlulukla her şeyi yağmalamaya çabaladı ve nihayetinde bir avuç insanın kaba şuurluluğu, yığınların şuursuz iradesine dönüştü. Yağmanın en büyüğü, bizzat insan tarafından insana karşı yapıldı. İnsan yeniden beşere doğru tedenni ediyor. Akit bozulduğu an, aklın ihtirasları dizginlenemez. Halbuki, insan her an, sorumluluk sahibi bir varlık olduğunu hatırında tutmalı.
Halide Edib Adıvar, hatıratında II. Mahmut’un sadrazamı Selim Paşa’nın torunu Ali Rıza Bey’den bahseder. Halide Edib, Ali Rıza Bey’i, bütün vaktini ya bahçede çalışarak ya da namaz kılarak geçiren, eski devirleri temsil eden İstanbullu diye tarif eder. Halide Edib, Milli Mütarekenin çalkantılı günlerinde, ziyaretlerinin birinde bu mütedeyyin insanı memnun etmek için Medine müdafii Fahrettin Paşa’dan bahseder: Fahrettin Paşa mütarekeden sonra Medine’yi muhasara altına alan İngilizlere karşı büyük direnişiyle bilinir. Yanındakilerin halkın açlıktan kırılmasının önüne geçmek için teslim olunması gerektiğini söylemeleri ve İstanbul’un mütareke şartlarına uyması gerektiği emri karşısında Paşa, zor anlar yaşar. Anlatıldığına göre, Fahrettin Paşa bu zor durum karşısında, Hz. Peygamberin kabrine gider, yalnız ona ait olduğu düşüncesiyle kılıcını Onun ayaklarının ucuna bırakır ve oracıkta bayılır düşer. Devamını Halide Edib’ten dinleyelim: “Ben bunu kendisine anlattığım zaman, bu dinî olayın onu memnun edeceğini sanmıştım. Fakat, o ince yüzünde hiç de böyle bir belirti yoktu. O zamana kadar hiç rastlamadığım garip bir sesle dedi ki: “Fahrettin Paşa Peygamberlerin kabrinin etrafındaki hurma ağaçlarını kestirmiş.”
Halide Edib şaşırır. Bu kadar derin bir duyuş karşısında şaşırmamak ne mümkün! Ali Rıza Bey’in insanı hayrete düşüren bu ârifane tavrı, Fahrettin Paşa’nın şecaatini gölgelemiyor. Üç şey ihsas ediyor: Kalbin inceliğinden kuvvet almayan bir şecaat, noksan kalmış demektir. Yaşayış ile inançlar arasında bir akis olmamalı, insan hüsnühâl üzere kalabilmeli. Derin inceliğimiz, hissedişlerimizi beslemeli, davranışlarımızı yönlendirmeli.
İnsanı ölçü alan şehir tasavvurumuz kayboldu. İnsana dair hasletler ölçü olmaktan çıkınca, şehir mekanikliğe ve tek düzeliğe mahkum edildi. Oysa şehrin de, insan gibi bir iskeleti, bedeni, ruhu ve uzuvları var. Farabi’den öğreniyoruz ki, şehir de insan gibi, âlim, fazıl, cahil, zalim, fasık veya şaşkın olabiliyor. Şehir ve insan eski zamanlara dair bir muhayyel şimdi. Artık kentlileşiyoruz, kentlileştikçe de cehaletimiz artıyor. Bundan olsa gerek; Süleymaniye külliyesinin yanı başından metro geçirmek veya Eyüp Sultan ve çevresini, bilmem, kaç bin watt elektrik ile aydınlatan ‘plastik palmiyeler’ ile kirletmek bir aksülâmel uyandırmıyor. Hikmetsiz riyaset, şehre dair bütün insanî hasletlerimizi yok ediyor. Oysa şehir, aklıselim, zevkiselim bir his ile, her an yeniden kurulmak ve anbean oluş hâlinde bağdaş kurmak istiyor. Umulur ki; bencilliğimizden, mal ve mülk hırsından izler taşımayan, umutlarımızın habercisi yeni şehirler kurulur.

Paylaş Tavsiye Et