Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Topluyorum
BOP’un pimi çekildi !

 

Arkadaşlar, Nisan sayımızın dosya konusu Rusya. Şimdiye kadar yakın çevremizden Irak’ı, Filistin’i, AB’yi, Kafkaslar’ı, Balkanlar’ı ve Kıbrıs’ı incelemiştik. Rusya’nın sırası gelmişti. Şubat ayının sonunda -biz Mart sayısını hazırladıktan sonra- Dışişleri Bakanı Gül de Rusya’ya gidince “bu sayıda dosya Rusya” dedik.
Bu arada her ayın dosya konusu ile ayın tarihi arasında bağlantı kurma geleneğimizi bir süredir ihmal ettiğimizi hatırlatırım. Çok mu güncelleştik ne?
Aslında Nisan ayı ile Rusya arasında irtibat kurmak hiç de zor değil. Vladimir İliç Ulyanov, yani Lenin, 22 Nisan 1870'te doğdu. Ekim Devrimi’nin temelini atan 1917 Şubat Devrimi’nin ardından Petersburg’a gelmesi ve ünlü “Nisan Tezleri”ni açıklaması da bu ayda.
İyi de bugünkü Rusya’nın Lenin’le alakası kalmadı ki.
Öyle deme, Stalin ve daha sonrakiler ayrı ama Lenin’e de en az Büyük Petro kadar saygı duyuluyor hâlâ. Ayrıca daha yakın örnekler de verebilirim. 26 Nisan 1986 meşhur Çernobil faciası. 3 Nisan 1990’da da SSCB Yüksek Sovyeti, cumhuriyetlerin merkezden ayrılmasına ilişkin bir yasa tasarısını kabul etti; böylece Sovyetler sisteminin sonu da başlamış oldu. 1 Nisan 1991’de de Varşova Paktı feshedildi.
Arkadaşlar, müsaadenizle benim başka bir önerim olacak. Hatırlarsanız Aralık sayımızda bir değişiklik yaptık ve dosya tartışmasını kısa tutup o ayki önemli gündem konularını değerlendirdik. Şu son on beş günde arka arkaya öyle olaylar oldu ki bunlara mutlaka değinmemiz gerekir. 11 Mart İspanya’da Madrid saldırıları; 12 Mart Suriye Kamışlı’da Arap-Kürt çatışmaları; 14 Mart Gürcistan-Acaristan krizi, İsrail Aşdod’da iki büyük intihar saldırısı ve Irak Türkmen Cephesi Başkanı Faruk Abdullah Abdurrahman’a suikast girişimi; 16 Mart Pakistan-Afganistan sınırında el-Kaide’nin iki numaralı lideri Zevahiri’nin de içinde bulunduğu grupla Pakistan ordu birlikleri arasında çatışmalar; 17 Mart Bağdat’ta Lübnan Dağı Oteli’ne yönelik bombalı saldırı ve Kosova’da Arnavutlarla Sırplar arasında çatışmalar; 20 Mart Irak saldırısının yıldönümü dolayısıyla bütün dünyada yapılan protesto gösterileri; 21 Mart İsrail birliklerinin Gazze’de operasyon başlatması ve 22 Mart Hamas'ın kurucusu ve dinî lideri Şeyh Ahmet Yasin’in, sabah namazı çıkışı İsrail helikopterinden açılan roket ateşiyle öldürülmesi.
Sanki birileri bölgenin pimini çekmiş gibi.
BOP(Büyük Orta Doğu Projesi)’un sesi bunlar.
BOP yerine BOM denseydi daha doğru olurdu o zaman.
Evet o zaman önce Rusya’yı, sonra bu gelişmeleri mi tartışacağız? Ne diyorsunuz?
Bence topluYORUM’un hacmi bütün bunlara yetmez. Gündemin önemli olduğunu düşünüyorsak ki bence öyle, bu seferlik Rusya’ya hiç girmeyelim derim ben. Dosya yeterince zengin zaten.
Herkes uygun görüyorsa o zaman topluYORUM tarihinde radikal bir değişiklik yapıyoruz. “Dosya: Rusya”yı değil, “BOP’un pimi çekildi”yi tartışıyoruz.
Tartışmaya başlamadan evvel, pusuya düşürülerek şehit edilen Şeyh Ahmet Yasin’e rahmet dileyelim. İnsanlığın sükut ettiği bir nokta bu. 70’ine merdiven dayamış, bütün vücudu felçli olduğu için tekerlekli iskemleye mahkum, gözleri bile görmeyen bir insanı, hem de kaldığı yer, her gün gidip geldiği yol belli iken, ibadethanenin çıkışında helikopterden roket atarak öldürmek ancak alçakça bir cinayet olarak nitelendirilebilir.
Bu konuya tekrar değiniriz. İsterseniz kronolojik olarak gidelim. Önce Madrid saldırılarından başlayalım. El-Kaide, Amerika ve Türkiye’den sonra, yine bir “ikiz saldırı” ile sahneye çıktı.
İkiz değildi ki, üç tren istasyonunda dört patlama oldu. Patlayan bomba sayısı da on. Üç bomba daha varmış, ama etkisiz hale getirilmiş.
Düzeltiyorum; ikiz saldırılardan sonra bu sefer de üçüz bir saldırıyla el-Kaide sahnede.
Aslında bu İspanyollara yönelik ikinci saldırı denilebilir. Hatırlayacaksınız, geçen 29 Kasım’da da Bağdat'ın güneyinde İspanyol istihbarat ekibine düzenlenen saldırıda 7 kişi ölmüştü
Irak’a yönelik saldırının sebebi, başta kitle imha silahlarının yarattığı tehdit olarak ortaya koyuldu. Sonra, bu gerekçenin doğru olmadığı ortaya çıktıkça vurgu, Irak halkını, bütün dünya için tehdit oluşturan bir diktatörden kurtarmaya ve Irak’ı demokratikleştirerek özgür dünyayla bütünleşmesini sağlamaya doğru kaydı. Son gelişmelerle bu, bölgeye yönelik bir operasyonun ilk adımı olarak algılanmaya başlandı. Irak meselesi ne şekilde başlamış ve seyretmiş olursa olsun geldiğimiz noktada şunu görüyoruz; artık mesele, bir ulus devletin, hatta bölgenin sınırlarının çok ötesinde. Sorunları veya çatışmaları yerel alanlarda hapsetmek, tutmak mümkün değil. Bir noktadaki çatışma bir anda dünyanın çok farklı yerlerine sirayet edebiliyor; hatta ülkelerin iç siyasal yapılarını etkileyebiliyor. Bütün süreçler küreselleşiyor.
Küreselleşmenin, Lady Diana’nın ölümü ile özdeşleştirilen ve İnternette dolaşan bir tarifi vardı: “Bir İngiliz Prenses, Mısırlı bir işadamıyla birlikte; Belçika yapımı İskoç viskisi ile sarhoş olmuş Fransız şoförün kullandığı Alman yapımı bir arabada giderken, otomobil, Japon yapımı motosiklet kullanan İtalyan bir paparazzi tarafından sıkıştırıldığı için; Cezayirli, Faslı ve Senegalli isçilerin inşa ettikleri bir Fransız köprüsünün altında kaza geçiriyor. Kazadan sonra Amerikalı bir doktor, Brezilya yapımı ilaçlarla yaralıları tedavi ediyor.Ve bu mesajı, Tayvan teknolojisini çalan Bill Gates'in kurduğu teknoloji ile size aktarılıyor”. Bence şimdi şöyle bir tarif yapmak da mümkün: “Kosova’dan Endonezya’ya, dünyanın çeşitli yerlerindeki cihat hareketleri ile bir biçimde ilişkisi olduğu sanılan bir Yemenlinin; Kuveyt’i işgalden kurtarmak için Suudi Arabistan’a yerleşen Amerikan askerleri sebebiyle 26 Ağustos 1996’da Sudan’da ABD’ye savaş ilan etmesi üzerine, Kenya ve Tanzanya’da ABD büyükelçiliklerine saldırıda bulunulmasıyla başlayan asimetrik savaş, 11 Eylül’de New York ve Washington’da Mısırlıların ve Körfez ülkeleri vatandaşlarının gerçekleştirdiği saldırılarla zirveye ulaşır. Buna tepki göstermek üzere ABD, Afganistan’ı ve Irak’ı işgal eder. Sonuçta, aynı gerekçeyle evvelce İngiliz Konsolosluğunun ve bir İngiliz bankasının da saldırıya hedef olduğu Türkiye’de planlanan ve Faslılar tarafından düzenlenen saldırılar, ABD’ye Irak’ta destek sağlayan İspanya’da iktidarın değişmesine yol açar”.
Bu genelleme çok doğru değil. Mesela Liberya’da veya Haiti’de de bazı olaylar oluyor; ama bunlar yerel ölçekte veya en fazla oralara fiilî müdahalede bulunan taraflarla sınırlı etkilere sahip oluyor. Neredeyse birbiriyle komşu sayılabilecek iki ülkedeki, Venezüella ve Haiti’deki krizler iki ulus devletin birbirinden ayrı, bağımsız problemleri olarak algılanıyor. Halbuki Irak ve Endonezya gibi hem coğrafî, hem etnik olarak birbiriyle alâkasız iki ülkede yaşananlar tek bir mesele oluyor. Filistin Afganistan’ı, Afganistan Irak’ı, Irak Endonezya’yı, Endonezya Fas’ı etkiliyor. Söz konusu olan İslam dünyası olunca her şey karışıyor, bütün sorunlar küreselleşiyor.
Burada önemli olan İslam mı, yoksa jeopolitik ve ekonomi mi? Dünyanın en önemli dokuz deniz geçişinin hepsi bu bölgede. Sekizi Müslümanların yaşadığı ülkelerde, dokuzuncusu olan Cebelitarık’ın da aslında yarısı İslam dünyası diye tanımladığınız coğrafyada. Dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin %70’i de öyle.
Bu saydıkların kadar kültürün ve onu belirleyen inancın da önemli bir rolü var. Aslında jeopolitik, ekonomi ve kültürü birlikte değerlendirmek lazım. Eğer İslam inancı, tevhidî bir teoloji olarak Latin Amerika’da, Orta Afrika’da veya Pasifikler’de yaşanan yerel bir kültür olsaydı; muhtemelen Batının ilgisini çeken antropolojik bir olgu olarak görülür, bir tehdit olarak algılanmazdı. Dolayısıyla bu durumun jeopolitik önemden kaynaklanan bir yönü var. Müslümanların yayıldığı coğrafyaların, dünyanın en önemli ekonomik kaynaklarına, en eski tarihî birikimine, en köklü devlet geleneklerine sahip olması da konunun bu yönünü destekliyor. Ama bunun tersini de düşünün. Bütün bu coğrafyada Batılılara alternatif oluşturmayan, ayrı ayrı inançlardan oluşan topluluklar; mesela, Kuzey Afrika’da Animistler, Mısır’da Hindular, Körfez bölgesinde Şamanistler, Orta ve Güney Asya’da Budistler gibi bölük pörçük bir sürü toplum yaşıyor olsaydı coğrafya bir tehdit gibi algılanmaz, durum farklı olurdu. Ve en önemlisi dünyanın bu en stratejik bölgesinde yaşayan insanlar, tarihin bir döneminde farklı bir dünya düzenini gerçekleştirmiş ve hâlâ aynı duyarlılığı taşımaya devam eden, o günlerin hatırasını yâd eden bir topluluk. Siyasal olarak kopmuşlarsa da her uyarıda benzer refleksleri gösterebilecek hayatiyete sahipler. Sağlıklı veya sağlıksız, Batı’ya direnç gösteriyorlar; doğru veya yanlış, bir şekilde tepki veriyorlar.
Burada bir parantez açarak BOP’a dönmek istiyorum. Sorun, bu bölgedeki toplulukların taşıdığı ortak bilinç sebebiyle Batı’ya direnç göstermeleri ise BOP bağlamında gündeme gelen “radikal İslam’a karşı ılımlı İslam” arayışlarını bu çerçevede nasıl izah edebiliriz?
Ilımlı, fazla direnç göstermeyen; radikal olmayan ya da bilinci kuvvetli olmayan mı demek acaba?
Tarihten tevarüs eden bir bilinci kaybettirmek istiyorsanız, bazen ılımlılaştırmaz, aksine radikalleştirirsiniz. Çünkü, her ne kadar kelimenin kökü ‘radicis’ Latince ‘kök’ anlamına gelse de radikalleşen şeyin kökleriyle irtibatının zayıflaması ve marjinalleşmesi riski yüksektir. Bir direnci kırmada bazen ılımlılaştırmaktan ziyade radikal ve marjinal türünü oluşturmak daha etkili olabilir.
Bu tür arayışlar, aslında algılanan tehdidin ölçeğinin göstergesi değil mi? Neden mesela ‘ılımlı Konfüçyanizm’ değil de ‘ılımlı İslam’ arayışı var?
Radikal İslam, ılımlı İslam, fundamentalizm gibi tanımlamaların hepsi yakın dönemde ve Batı’da imal edilen kavramlar. Aslında bir açıdan direnç göstergesi olarak görülebilir tabii. Ama bir hareketin doğru ve istikamet sahibi olması, kendi içinden gelen halin dışarıya yansımasıdır. Bunun ılımlı veya radikal formlarla tanımlanması; başkalarının, çoğunlukla da karşıtlarının yaptığı değerlendirmelerdir. Önemli olan İslam dünyasının başkasının yaptığı tanımlamalara uygun, anlık tepkileriyle değil; kendi tarihî seyri içinde oluşan ve öz kaynaklarıyla, ana inanç ilkeleriyle geliştirebileceği duruşla tebarüz etmesidir.
Her zaman demiyor muyuz; onurlu bir duruş için sağlam bir ANLAYIŞ.
Evet ANLAYIŞ, kelimenin her manasıyla önemli.
Radikal diye tanımlanan tavırlar İslam inancının küreselleşme süreci içinde diğer medeniyet alanlarına nüfuz etmesinde sorunlar doğurabiliyor. Bir hareketin radikalleştirilmesi, marjinalleştirilmesinin ve lokalize edilmesinin de bir aracı olarak görülebilir. Geçmişte birçok radikal İslamî hareketin dış manipülasyonlara açık olmuş olmasına dikkat etmek lazım. En çarpıcı örneği de Vehhabî hareketi. Bu hareketi destekleyenler İngilizlerdir. O dönemde ‘ılımlı’ olarak tanımlanabilecek ise Osmanlı idaresidir. Hâlâ Lale Devri’nin etkilerinin hissedildiği 1750’li yılların İstanbul’u; esnek, çok kültürlü, dini hoşgörü ortamının hakim olduğu, İslam inancının değişik formlarının bir arada bulunduğu, estetik değerlerin önem kazandığı, daha rafine bir merkezdi. Eğer bu özellikleri ılımlılık olarak kabul edersek Osmanlı ‘ılımlılığı’ temsil ediyor. Ama bu Osmanlı’nın kendi özgün hali. Osmanlı düşüşe geçmiş ama nihayetinde dışarıdan birilerinin yönlendirmesi altında değil. İstanbul’a göre radikal olarak tanımlanabilecek Arabistan’daki Vehhabî hareketi ise İngiliz yönlendirmesine açık.
İngilizler niçin daha radikal bir hareketi destekliyor
Birincisi, Osmanlı merkezî yönetiminin etkisini zayıflatmak için tabii. Osmanlı zayıflama eğilimine girmiş olsa da 1745’te hâlâ güçlü ve Britanya’nın Orta Doğu ve Hindistan politikası açısından asıl tehdit o. İkincisi de İslam’ın şehir hayatında yaşayabilir bir form halinde devam etmesinin, farklı kültürlerle bir arada var olmasının Britanya’nın sömürgelerinde sorun teşkil edebilecek İslam’ı çözmesini güçleştireceği. Meçhul örgütlerin ve faili belli olmayan eylemlerin arkasında bu tür şeyleri bulabilirsiniz. Madrid’de yaşananlar bana el-Kaide için fazla sofistike geldi. Zamanlama açısından etkinin en fazla olacağı bir dönemde, seçimlere üç gün kala, böylesine kapsamlı ve eşgüdüm gerektiren bir eylemin, profesyonel destek almadan gerçekleştirilmesi zor.
Ben bu yoruma katılmıyorum. Biraz fazla komplocu bir yaklaşım gibi geldi. Sonuçta yeni yönetim Irak’tan çekilme kararı aldı ve el-Kaide de “size şimdilik saldırmayacağız” dedi. Bu durum şu anlama geliyor; el-Kaide İspanya’yı dize getirdi ve bütün Avrupa’ya da gözdağı verdi. Hem de tam BOP’un gündemde olduğu bir ortamda.
İslam dünyasındaki ruh halini de anlamamız lazım. Haçlı Seferleri döneminin hatıraları, sömürgecilik döneminden kalan aşağılanmışlık ve itilmişlikle birleşiyor. El-Kaide’nin bildirisinde de dikkat ederseniz ‘Haçlı’ vurgusu yapılıyor. Müslümanlar; Kuzey-Güney kutuplaşmasında ‘Güney’de, Batı-Doğu kutuplaşmasında ‘Doğu’da kalıyor. Dünyanın en zengin doğal kaynaklarına sahipler ama sefalet kol geziyor. Filistin, Keşmir, Irak, Endonezya, Sudan ve hatta Bosna’da yaşanan dramlar bu tabloyu destekliyor. Yönetimler ya işbirliği içinde ya da çaresiz bir görüntü arz ediyor. Tam bu sırada birileri çıkıp Batı’ya savaş ilan ediyor.
Ama yapılanlar insanlık dışı. Masum ve savunmasız siviller, çoğu kez de olayla hiçbir ilgisi olmayanlar zarar görüyor.
Doğru ama yıllardır ‘onlar’ın ‘biz’e yaptıklarının benzerini şimdi ‘biz’den birileri de ‘onlar’a yapıyor mesajı var. Bir yerde, Irak’ın rövanşını alma havası verilmeye çalışılıyor. Sonuçlara bakınca, Amerikan ittifakının yara aldığını görüyoruz; komplo teorileri bence de açıklayıcı değil.
El-Kaide’nin İslam dünyasında ne kadar ‘biz’ olarak algılandığı konusunda şüphelerim var doğrusu.
Evet ama Batılıların ‘onlar’ olarak algılandığı kesin herhalde. Üstelik her yeni girişimle bu ‘onlar’ algılamasının pekişmesine katkıda bulunuluyor.
El-Kaide’nin mesajında yer alan tehditlerin koalisyon güçleri üzerinde de benzer bir güç birliği etkisi yaratacağı düşünülebilir mi? Saldırıları üstlendikleri mektupta; “Britanya’yı, İtalya’yı, Japonya’yı ve Amerika’nın diğer uşaklarını bizden kim koruyacak?” diye meydan okuyorlardı.
Bence tam tersine çözücü bir etkiye yol açabilir. Nitekim İspanya’daki yeni hükümetin Irak’tan çekileceğini açıklaması da bunu gösteriyor. İngiltere Dışişleri Bakanı’nın ve İtalya Başbakanının da saldırıların Irak operasyonu ile irtibatı olmadığı yönündeki ısrarlı açıklamalarının altında bu endişe yatıyor olsa gerek.
İspanya vurulduğuna göre sıra İngiltere ve İtalya’da mı yani?
Aslında İngiltere ve İtalya da vuruldu sayılır. İtalya’nın Irak’taki askerî birliğine yönelik büyük bir saldırı olmuştu. İngiltere’yi de Türkiye’de vurdular. Straw itiraf etmek istemese de İstanbul’daki saldırı İngiltere’ye idi.
Niye kendi vatanında değil de Türkiye’de?
İngiltere bugün için Avrupa’da İslamî yapıların, ki bunlar sivil de olabilir, farklı amaçlar için paravan olarak kullanılıyor da olabilir, en rahat hareket alanı buldukları yer. El-Kaide bile bildirilerini İngiltere’deki yayın organları aracılığı ile dünyaya iletiyor. Bu yüzden İngiltere’de gerçekleştirilecek bir saldırı bütün lojistik desteğin yok olmasına sebep olur. İngiltere bu yapılara dokunmuyor, el-Kaide de İngiltere’de rahat duruyor, bir nevi symbiosis, ortak yaşam yani.
Peki o zaman başka bir komplo teorisi kuralım. Diyelim ki birileri BOP’un başarısızlığa uğramasını veya tam olarak tatbik edilmemesini istiyor.
Bu koalisyon tarafından yürütülmemesini…
Evet, bu koalisyonun BOP’ta görev almamasını isteyen birileri böyle bir işe gizliden gizliye destek vermiş olamaz mı?
İyi ama bu durumda “BOP’un bu haliyle işlemesinden kim rahatsız oluyor?” sualine cevap bulmamız lazım.
Arkadaşlar bu seferki topluYORUM değil, komploYORUM oldu.
Adlî soruşturmalarda genel bir kuraldır; bir cinayeti aydınlatmak için dört unsuru tespit etmek gerekir. Birincisi maktulün bulunması ve cinayetin nasıl işlendiğinin tespiti, ikincisi suç aletinin tespiti, üçüncüsü zanlının tespiti ve son olarak da cinayet sebebinin tespiti. Burada maktül, AB, cinayet sebebi BOP ve silah da el-Kaide ise zanlı kim?
Şeyh Ahmet Yasin suikastı zanlıyı açığa çıkardı bence.
Nasıl yani?
BOP’un uygulamaya konulması hususunda Avrupalı güçlerin bir ısrarı var; “madem ki bütün Orta Doğu’yu, mağripten maşrığa yeniden düzenlemek istiyorsunuz öyleyse Filistin meselesinin de halledilmesi gerekir” diyorlar. Bilindiği gibi Avrupa’nın duruşu İsrail’den çok Filistin’e yakın, tabii göreceli olarak, Amerika ve İngiltere ile karşılaştırıldığında. Dolayısıyla bu proje bu haliyle işletilecek olursa İsrail’in de bazı tavizler vermesi gerekecekti. Halbuki çok provokatif bir eylemle, savunmasız, felçli ve yaşlı bir adam, bütün Filistin’in saygı duyduğu Şeyh Yasin öldürüldü. Bu cinayet şüphesiz büyük tepkiler doğuracaktır. Bu durumda da dünya kamuoyuna dönüp; “işte bakın, bu teröristlerle mi uzlaşalım?” deme imkanı doğar. İspanya gibi Katolik olması bakımından tarihte örneği görüldüğü üzere İsrail’e daha soğuk bakacak bir aktörün saf dışı edilmesi, eylemden çekinen Avrupa’nın BOP’ta rolünün azalması bu kurguya uyar.
Kosova’daki gelişmeleri de buna bağlayalım. Kosova’yı şu anda karıştırmak en çok Avrupa’ya zarar verir. Böylece Avrupa kendi içindeki sıkıntılara odaklanacağı için daha uzaktaki meselelere yönelemez.
Arkadaşlar abartmayalım. Bu durumda el-Kaide’nin arkasında İsrail gizli servisinin bulunduğunu mu varsayacağız? Bu iddianın ciddiye alınacak tarafı var mı? 11 Eylül saldırıları için de Yahudilerin işyerlerine gitmemesi gibi bazı argümanlarla benzer iddialar seslendirilmişti. Bence sonuçlardan kalkarak tarihi yeniden inşa etmeye çalışmak gibi bir yanılgıya düşüyoruz. Bu tıpkı; “Siyonistler Nazilere destek oldu; zira bütün Yahudilerin Filistin’de toplanmasını ve dünya kamuoyu nezdinde ‘mazlum’ imajının oluşmasını istiyorlardı” gibi tutarsız bir iddia. Yahudiler bir işte zarar görmezse; ‘bakın onlara bir şey olmadı, demek ki bu işin arkasında İsrail var’ deniyor. Zarar gördüklerinde de; ‘bu, Yahudileri bir araya toplamak ve mazlum görüntüsü oluşturmak için İsrail tarafından yapıldı’ deniyor. Böyle totolojik iddialar burada 11 aydır yaptığımız yorumların kalite ve ciddiyetine de inandırıcılığına da halel getirir.
Bence de daha somut veriler üzerinde ve daha gerçekçi konuşmakta yarar var. Bu bahsedilen olaylar tek tek ve sonuçlardan kalkarak değerlendirildiğinde birçok yorum yapılabilir. Ama son tahlilde dünya ölçeğinde hegemonik bir denetim kurmak isteyen aktörler böyle numaralara kalkışırlarsa sonuçta daha büyük zarar da görebilirler. Böyle girişimler kaotik ortamlar doğurur. Kaosta ise yerleşik unsurlar, geçerli kurallara ve normal işleyişin yasalarına alışmış birimler kayba uğrarlar. Çünkü hiç hesapta olmayan sonuçlar doğabilir. Kaos teorisindeki “kelebek etkisi” kavramını biliyorsunuz; Amazonlarda kanat çırpan bir kelebeğin oluşturduğu hava akımı, tamamen rastsal şartlara bağlı olarak Güneydoğu Asya’da bir tayfuna yol açabilir. Böyle durumlarda büyükler değil; esnek, dinamik, hareketli unsurlar kârlı çıkar. Yerleşik ve konvansiyonel bir aktörseniz, bir yerlerde başlatacağınız bir çatışmanın dönüp en büyük yarayı sizde açması muhtemeldir. Kosova’da Müslümanlarla Hıristiyanları karşı karşıya getiren bir çatışma Batı’ya olan tepkileri daha da arttırır. Bu sadece Avrupa için değil, Amerikan stratejik çıkarları açısından da arzu edilmeyecek bir durum. Keza 11 Eylül saldırıları da öyle. Hadiselere üç-beş yıllık perspektiflerle bakmayın. Bu yanıltıcı olur. Kısa ve uzun vadede sonuçlar şaşırtıcı biçimde tam aksi yönde tezahür edebilir. Unutmayalım ki Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Sovyetler Birliği’ni çevreleyen Müslüman ülkelere yönelik ‘Yeşil Kuşak’ adlı bir projesi olduğundan, bu ülkelerde İslamî uyanışa el altından destek sağladığından söz edilirdi. Bugün ise bu birikimin ABD’yi tehdit ettiği söyleniyor.
Tam bir Doktor Frankeştayn olgusu desene!
Bütün bu gelişmeleri tek bir unsurla açıklamaya çalışmak, ‘İslamî uyanış bir Amerikan politikasıdır’ demek tam da bu bahsettiğim yanılgıya düşmek olur. Söylemek istediğim sadece şu; ‘acaba elli yıl, yüz yıl sonra bugünkü gelişmelerin doğurduğu sonuçlar ne olacak’ diye düşünmek lazım.
Ben de tam bunu söyleyecektim. Uluslararası ilişkiler, özellikle de Soğuk Savaş sonrası dönemde, gelişmelerin birileri tarafından yapılan kurgular doğrultusunda ilerlemesinin neredeyse imkansız denebilecek kadar zor olduğu bir yapı kazandı. Örneğin Kosova’daki gelişmeleri ele alalım. Bir kere nesnel şartlar var. Hep söylüyoruz; bütün büyük savaşlar kalıcı barış anlaşmalarıyla biter. Bu sağlanamazsa her an yeniden çatışmaya dönüşebilecek ateşkes durumları söz konusudur. I. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan anlaşmalar kalıcı bir barışı tesis edecek, sürdürülebilir istikrarı sağlayacak anlaşmalar değildi. Bu yüzden ikinci savaş çıktı. Soğuk Savaş da büyük bir savaştı, ama sona erdiğinde barış anlaşmaları değil ateşkesler yapıldı. Şu anda dünyada ya Filistin gibi devam eden çatışma alanları veya her an, en küçük bir kıvılcımla ateşlenebilecek barut fıçısı gibi bölgeler var. Kosova, Karabağ, Keşmir, Gürcistan böyle. Bu bölgelerin herhangi birinde çatışmaların yeniden başlaması için özel bir gayrete ihtiyaç yok ki. Kosova’daki olay tamamen tesadüfî olabilir pekâlâ.
Zaten küresel ve bölgesel ölçekte güç olmanın ispatı da böyle durumlarda gelişmelere ne ölçüde hakim olabildiğinizle ilgili. Olayların başlaması kendiliğinden ve anlık olabilir ama güçseniz olayların seyrini etkileyebilmeniz lazım.
Yani zor oyunu bozar… İyi de bütün bunlardan çıkarabileceğimiz hiçbir sonuç yok mu?
Olmaz mı? Var tabii. Koalisyonların yapılanması ile ilgili bağlantı kurarsak, ABD safında yer alanlar İngiltere, Hollanda, İspanya ve İtalya eski sömürge imparatorlukları. Hepsi deniz devleti, bir de dinî unsurların toplumsal yapılarında belli bir ağırlık taşıdığı ülkeler.
Hollanda hariç.
Bugün için evet ama tarihte Hollanda da Kalvinizmin önemli merkezlerinden birisiydi. Fransa, Almanya, Rusya ve Çin, yani karşı bloktakiler ise sekülerliği temsil eden ülkeler. Onun için bu koalisyon içinde İspanya’nın seçilmesi manidar. Zorlarsanız, Katolik dozunun azalıp, Protestan dozunun artması şeklinde bir yoruma da gidebilirsiniz. Nihayet bütün bunlara bizim perspektifimizden baktığımızda çok yeknesak bir koalisyon olmadığı ortaya çıkıyor. Yani her an Amerika ile Avrupa arasında ya da Avrupa içindeki aktörlerin kendi aralarında değişik yapılanmaların olabildiği bir seyir var. Bu terör olaylarının bir kısmı gerçekten el-Kaide gibi örgütlerin tepkisel tavırları da olabilir, bu iç mücadelenin eseri de olabilir. Kesin bir yargıya varmak çok zor ama bu mücadelede bir ülkenin diğerine karşı radikal örgütlerin üzerinden iş görmesi ihtimal dışı değildir. Buna karşı uyanık olmak lazım.
Suriye ve Gürcistan’a da değinmemiz lazım arkadaşlar, yerimiz kalmadı.
Son olarak Kosova ile ilgili yapılan yoruma birşey ekleyeyim. ABD tam NATO’ya Orta Doğu’da yeni bir işlev kazandırmaya çalışırken NATO’nun halihazırda görev yaptığı Balkanlar’da başarısız görünmesi de işleri zora sokar.
Suriye’deki gelişmeler de mi komplo değil yani? ABD göstere göstere Suriye’ye müdahale gerekçesi oluşturuyor işte.
Tam tersine, Suriye hükümeti ileride oluşabilecek ciddi bir muhalefeti, şartlar olgunlaşmadan ortaya çıkmaya zorlayarak tasfiye ediyor diye de düşünülemez mi? Olayları başlatan Arapların sloganları oldu.
Bence tek birşey söylenebilir; bu fitne bir kere başladı mı sonu herkes için felaket olur. Buna ABD de dahil; çünkü artık o da bir ‘bölge’ ülkesi. Irak’taki etnik gerilimin artması ile Kürt, Arap, Türkmen unsurların karşı karşıya gelmeleri beklenen birşey. Bu sürpriz değil. Böyle bir gelişme için çok ciddi komplolara gerek de yok. Eğer Musul’da Arap-Kürt çatışması söz konusu ise veya böyle bir gerilim her an mevcutsa Musul’dan sadece onlarca km uzaklıktaki Kamışlı’da da benzer eğilimlerin olmasından daha doğal ne olabilir? Bölgedeki sınırlar yapay ve aşiretler de zaten o sınırlara sığmıyor. Sınırın iki yakasındaki aşiretler birbiriyle akraba. Burada Türkiye’nin gerilimleri artırabilecek etnik tabanlı federasyona karşı çıkmasının ne kadar doğru olduğu bir kere daha ortaya çıkıyor.
Kürtlerin bağımsızlıklarına niye karşı çıkılıyor anlamıyorum. Onların da tıpkı diğer etnik unsurlar gibi kendi devletlerini kurma hakları yok mu?
Etnik temelli ulus devlet geçen yüzyıla ait bir projeydi ve fiyaskoyla sonuçlandı. Tarihleri birbirleriyle yaptıkları savaşlarla yazılmış can düşmanları; İngiltere, Hollanda, Fransa, İspanya, Portekiz, Almanya ve İtalya, üstelik aralarındaki derin kültürel farklılıklara rağmen tek bir siyasal yapı kurmak için bir araya gelirken birbiriyle olan ihtilafları çok daha önemsiz olan Müslüman toplumların habire parçalanması ve ayrışması size mantıklı geliyor mu? Orta Doğu’nun şu halinde sınırları böyle radikal bir biçimde değiştirmenin Kürtlere yarar getireceğine inanıyor musun?
Diğer unsurlara ne getirdi ki? Orta Doğu’daki bağımsız ulus devletler çok mu müreffeh?
İyi de niye sürekli birileri daha fazla baskı altında kalsın?
Bütün halkların temel haklardan ve özgürlüklerden alabildiğine yararlanabildiği; ekonomik, demografik ve kültürel hareketlerin serbest olduğu bir bölgede bu sorunlar azalır.
Hiç de değil. Kuzey İrlanda’da, Korsika’da, Bask bölgesinde azaldı mı?
Ortam kızışıyor. İsterseniz son olarak Gürcistan’ı değerlendirerek bağlayalım.
Bakın dördüncü sayıda Kafkasya’yı tartışırken ne demiştim. Aynen okuyorum: “Bence sorun işte bu algıda. Türkiye’nin jeostratejik konumu, tarihi, taşıdığı kültürel bağlar ve demografik yapısı tek boyutlu bir dış politika tercihine izin vermiyor. Türkiye, hareketli ve çok boyutlu bir politika açılımına mecbur. Bu bağlamda artık tek bir stratejik ortaklık olmaz. Farklı bölgelerde farklı aktörlerle ortaklığa gidebilmemiz lazım. Türkiye bütün Kafkasya politikasını bir boru hattına indirgerse bu jeopolitik bir intihar olur”. Gürcistan sorunu tek boyutlu politika çözümlemesi ile anlaşılamaz. Türkiye açısından Gürcistan’ın bağımsızlığı önemli; burada ABD ile paralel bir pozisyonda olabilir. Abhazya ve Osetya’nın da Gürcistan ile entegrasyonu Türkiye’nin lehinedir. Mesela geçmişte Gürcistan-Abhazya krizinde Türkiye, o zamanki Gürcistan Devlet Başkanı Şevardnadze’ye Abhazya üzerindeki ekonomik ablukayı kaldırması yönünde telkinde bulunmuştu. Zira üzerindeki ekonomik abluka Abhazya’yı Rusya’nın tesir alanına itiyor, bu da Gürcistan’ı zayıflatıyordu. Tam Şevardnadze Ruslarla anlaşıp sorunu çözecekken Şevardnadze’ye karşı dışarıdan desteklendiği iddia edilen bir darbe oldu. Bu ise Türkiye’yi rahatsız edecek bir gelişmedir. Yeni lider Saakaşvili’nin seçilmesiyle Gürcü milliyetçiliği güç kazandı ve Acara’nın özerkliğine yönelik girişimde bulunuldu.
Benim aklım karıştı. Gürcistan’ın güçlenmesi Türkiye’nin menfaatine demiştin.
Evet; Türkiye, komşusu olan Gürcistan’ın güçlenmesini ister ama Batum’un ve Acara’nın özerk kalması ve Türkiye ile yakın irtibat içinde olması da Türkiye’nin garantörlük sorumluluğu altındadır. Bu noktada da Türkiye Rusya ile paralel bir konumdadır. Türkiye açısından baktığımızda; sınırlarımızda, aslında Misak-ı Millî içinde yer alan ve statüleri ateşkes anlaşmalarıyla belirlenen, nihaî çözüme ulaşması zaman içinde olan yerler var. Batum, Nahçıvan, Musul, Hatay, Kıbrıs, Batı Trakya ve Kırcaali. Kıbrıs bunların en zayıf olanı idi. Biz bunları zamanla unutuyoruz. Mesela Kars anlaşması ile Türkiye’ye iki yetki veriliyor. Birincisi Acara’nın özerkliği konusunda Türkiye ve Rusya garantör kılınıyor. İkincisi de Batum limanı üzerinde Türkiye’nin kullanım hakkı. Türk gemilerinin Batum limanına girişine Gürcistan hükümeti dahil kimse engel olamaz.. Bu haklar Sovyetler Birliği zamanında kullanılmamış. 1992’de Şevardnadze ile anlaşırken Kars anlaşmasına atıfta bulunulmuş ve dolayısıyla Kars anlaşması teyit edilmiş. Ama bu hak fiili olarak yine kullanılmamış. En acısı da kriz sırasında Moskova Belediye Başkanı Türkiye’ye geldi; oradan Batum’a geçerek arabuluculuk girişiminde bulundu. Bütün tarihî, kültürel ve uluslararası hukuktan doğan bağlarımıza rağmen biz yine seyirci kaldık.
Ama ben topluYORUM’un daha fazla uzamasına seyirci kalamam. Bu farklı topluYORUM’u müsaadenizle burada bağlayalım.

Paylaş Tavsiye Et