Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Klasik Avrasyacılığın Türkofil kökenleri
Orhan Gazigil
1917 YILINDAKİ Bolşevik Devrimi’ni izleyen günlerde, Rus entelijansiyasının büyük bir kısmı ülkelerini terk ederek Avrupa’ya yerleşmek zorunda kaldı. Bu dönemde Rusya’dan Batıya doğru başlayan büyük kaçış hareketi ise daha sonraki yıllarda Rusya dışında bir Rusya’nın ve “emigratsia (göçmen) entelijansiyası”nın oluşmasına yol açacaktı. Büyük kısmı alanlarında önemli buluşlara imza atmış bilim adamlarının tercih ettiği en önemli kent ise Prag olmuştu. Öyle ki daha sonraki dönemde Prag, ağırladığı düşünür ve bilim adamlarına atıfla Rus Atina’sı olarak adlandırılacaktır.
1921 yılında yine Prag’da “Doğuya Yöneliş” adlı bir eser yayımlanır. Birkaç düşünürün makalelerini kapsayan bu çalışma ile yeni bir hareketin ilk adımı atılmış olur. P. Savitsky, N. Trubetskoy ve G. Vernadsky’nin liderliğini yaptığı hareket Avrasya hareketidir. Hareketin ilkeleri “metafizik, coğrafya ve jeopolitik” olarak belirlenir. Böylece Rusya’da yönetimi ellerine geçiren Bolşevik iktidarına karşı mücadele Avrupa’ya taşınırken, uzun yıllar sonrasında bile adından çokça söz ettirecek bir düşünce akımı ve bir siyasi hareketin temelleri de atılmış olur.
Son dönemlerde adı daha çok Rus jeopolitiğiyle birlikte anılan Avrasya hareketi aslında Türkiye’yi yakından ilgilendiren düşüncelere ve ilkelere sahiptir. Ortaya çıktığı günden beri bu hareketin en çok eleştirilen ve saldırıya uğrayan tarafı da yine Türkiye’yi ilgilendiren yönü olmuştur. Rusya’nın geleceğinin inşasında Avrupa kültürünün oynayacağı rolü kutsayan Batıcılığın ve Rus kültürünün Slav kökenlerine yaptığı vurgunun kabul gördüğü bir dönemde Avrasyacılar çağdaşları arasından Türkofil özellikleriyle ayrıldılar.
Türkofiller olarak anılan ve klasik Avrasyacılığın öncüleri olarak bilinen iki önemli isim vardır; N. Trubetskoy ve P. Savitsky. İlki etnografyaya, ikincisi ise coğrafya ve jeopolitiğe yaptığı vurguyla ünlenmiş bu bilim adamı-düşünürler, çeşitli dönemlerde yaptıkları çalışmalarında Rusya ve Rus kültürü üzerindeki Türk etkisini göstermeye çalıştılar. Bu isimlerin dışında, Avrasyacı tarihçi ekolün kurucusu olarak anılan G. Vernadsky ve büyük tarihçi L. Gumilev de Türkofil eğilimleriyle anılırlar.
 
Trubetskoy: Rus Öz Benliği Türkler Olmadan Anlaşılamaz
1925 yılında yazdığı “Rus Kültüründe Turanî Unsurlar” adlı makalesinde Trubetskoy Rusya için tarihî ve kültürel bir gerçek olan Türk kökenlerle barışmanın zamanının geldiğini söylemekteydi. Trubetskoy kendisine yönelebilecek tepkileri umursamadan bugünkü Rusya topraklarının tarihte Slavlardan çok Turanî kavimlere ev sahipliği yaptığını ve bu coğrafyanın birleştirilmesinin Slavların değil, Türklerin bir başarısı olduğunu söylüyordu. Bu tarihsel verileri sıraladıktan sonra Ruslara, “artık Türk kökenlerimizden utanmayı bir kenara bırakıp, Turanî kardeşlerimizi daha yakından tanımamız ve bu kökenlerimizi saygıyla anmamız gerekiyor” diyordu.
Trubetskoy’un bu çalışmasında orijinal bir araştırma göze çarpar. Makalenin büyük bir kısmı Türk psikolojisinin ve onun oluşturduğu algı biçiminin ortaya çıkarılmasına ayrılır. Türk psikolojisinin Trubetskoy’a göre en iyi yansıması Avrasya tarihinde önemli bir görev üstlenmiş olan Osmanlı Türklerinde görülür. Osmanlı Türkçesinin yapısını, Osmanlı müziğini ve Türk halk edebiyatındaki şiir örneklerini inceledikten sonra Rus ferdi ve sosyal psikolojisiyle Türklerin psikolojik durumlarını kıyaslayan Trubetskoy iki toplum arasında zannedildiğinden daha büyük ortaklıkların varolduğunu savunur. Ona göre her iki kavme mensup insanlar, karmaşayı sevmeyen, sade ve anlaşılması kolay bir düşünme biçimine sahiptirler. Ruslar ve Türkler tarihleri boyunca yeni soyut ve teorik düşünceler ortaya atmaktan çok başkalarının hazır olarak sunduğu sistemleri kabullenme yoluna gitmişlerdir. Ona göre, Türklerin yapamadığı şeyi Araplar, Rusların yapamadığını da Grekler üstlenmektedir. Bu süreçte Rusların ve Türklerin üzerine düşen ise bu düşünceleri sistemleştirmek ve uygulanabilir hale getirmektir. Rus tarihindeki Türk etkiler sadece kültürel olmakla da sınırlı değildir. Trubetskoy Rus devlet yönetiminde de bu etkinin azımsanamayacak derecede olduğunu vurgulamaktadır. Rus diline hazine, gümrük, para, altın gibi sözcükler Tatar Türkçesinden geçmiştir ve bu, Rus devlet yapılanmasında Tatarların önemli görevler üstlendiğini göstermektedir.
Bunun yanında her iki halkın bir başka ortak özelliği daha vardır: Yöneticiler karşısında sessiz boyun eğmişlik. Trubetskoy Rusya için bu gerçeğin en eski zamanlarda bile geçerli olduğunu, Moğol İstilası sonrasında ise bunun toplumsal bir karakteristik halini aldığını belirtir.
Türk kökenlerinin kabul edilmesini Rus öz benliğinin sağlıklı bir şekilde oluşması için zorunlu gören Trubetskoy, Rusya’nın siyasi başarısının da Batıya değil, Asya’ya yakınlaşarak gerçekleşebileceğini savunmaktaydı. Ona göre “bugün Rusya’nın çıkarları, Türkiye’nin, İran’ın, Afganistan ve belki de Çin’in çıkarlarıyla yakından ilgilidir. Rus vatanseverlerinin bugün tek çıkar yolu bu Asya oryantasyonudur”.
 
Savitsky: Tatarlar Olmadan Rusya Olamazdı
Avrasyacı düşünürlerin önemli özelliklerinden biri neredeyse tüm temsilcilerinin aristokrat ailelere mensup oluşudur. Trubetskoy ailesi gibi Savitsky ailesi de Rus dvoryanlığına (aristokrasisine) mensuptur. Gumilev’e yazdığı mektuplarında Savitsky Rus aristokrasinin büyük bir bölümünün Tatar kökenli olduklarını belirtir. Bu ailelerin ortak atası “Büyük ve sert Cengiz Handır”. Bu tarihî gerçekten yola çıkan Savitsky Rusya’da Moğollardan ve Turanî kökenlerden söz edenlerin istihza ile karşılandıklarını ifade eder. Oysa Moğol İstilası dönemi, Rus devleti oluşumunun temellerinin atıldığı dönemdir. Bu dönem Ruslara imparatorluk kurmalarını sağlayacak bazı dinamikleri kazandırmıştır. Bunların başında imparatorluk yapılanması için zorunlu olan diğer halklara ve inançlara karşı hoşgörü ve tahammül gelmektedir. Moğol dönemini Rus tarih yazımında egemen olan baskı-esaret dönemi olarak değil, birçok kazanımın elde edildiği dönem olarak görmek gerektiği fikrinin savunuculuğunu da yine Savitsky yapar.
“Step ve Yerleşiklik” adlı makalesinde Savitsky Tatarlar (Moğollar) olmadan Rusya olmazdı görüşünü dile getirir. Moğol İstilası öncesinin Rus devleti olan Kiev Devleti’nin dayanıksız ve istilaya açık bir durumda olduğunu söyleyen Savitsky bu dönemde Rusya için Moğol İstilasının bir lütuf olduğunu belirtir. Çünkü Tatarlar tarafsız bir kültüre sahiptirler ve her türlü inanca tahammül gösterebilmektedirler. Ona göre Tatarların yerine İran fanatizmine bulaşmış Türklerin Rusya’yı işgal etmesi halinde Rusya’nın kaderi daha ağır koşullarda belirlenecekti. Batının istilası ise Rusya’nın ruhunu elinden alacaktı. Bu makalede Savitsky’nin Slav uygarlığının tarihsel çizgisiyle ilgili önemli bir tespiti vardır: Slav kavimleri, tarihlerinin başlangıcında bir canlanma yaşamalarına rağmen daha sonraki aşamada güçlenmek yerine zayıflığa düşmüş ve istilaya açık hale gelmişlerdir. Tatarlar militarist devlet yapılanmalarıyla Rusya’ya etki etmişler ve bu etki Rus tarihinin çizgisini değiştirmiştir.
Avrasyacılığın fiilî liderliğini de üstlenmiş olan Savitsky sürgünde bulunduğu yıllarda, bu fikirlerini Rus entelijansiyasına mensup kişilere kabul ettirmeye çalışır. Gumilev’e yazdığı bir mektubunda Savitsky, Prag’da yaşayan Rus aydınlarının Tatarlarla ilgili görüşlerinden dolayı onu acımasızca eleştirdiklerini ve bu eleştirilere tek başına karşı koymak zorunda kaldığını ifade etmektedir.
Savitsky’yi eleştirenler safında yer alan önemli isimlerden biri N. Berdyayev’di. Bolşevik Devrimi sonrasında Rusya’dan uzaklaştırılan Berdyayev Avrasyacıların Müslümanlar ve Türklerle ilgili düşüncelerini “Avrasyacıların Çarlığında Hıristiyanlık galip gelememiştir. Muhammedilik ve Muhammediler Avrasyacılara Batılı Hıristiyanlardan daha yakındırlar” sözleriyle eleştiriyordu. Avrasyacılarla birçok noktada aynı düşüncelere sahip olan Berdyayev söz konusu Turanî unsurlar ve İslam’a yakınlık olduğunda hareketin karşıtı durumuna geçiyordu.
Günümüz Yeni Avrasyacılığının Türkofillikle eski Avrasyacılar kadar barışık olmadığını belirtmek gerekiyor. Yeni Avrasyacılığın iki önemli ismi Dugin ve Panarin’in eserlerine baktığımızda daha çok Soğuk Savaş dönemindeki jeopolitik tercihlerini gündeme getirerek Türkiye’yi Avrasya’nın bölünmesinde alet edilen bir ülke olarak tanımladıklarını görüyoruz. Avrasya’nın birleştirilmesini Amerikan merkezli küresel düzenin mağlup edilmesi için alternatif olarak gören bu düşünürler, Türkiye’nin ancak ABD ekseninden ayrılabildiği oranda bu birliğe katılabileceğini belirtmektedirler. Rus kültüründeki Turanî etkiler ise Yeni Avrasyacılar için tarihî bir gerçeğin ifadesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Yeni Avrasyacılığın özellikle Dugin tarafından temsil edilen kanadı Slavofil eğilimlere daha yakındır ve Slav unsurunu Avrasya’nın merkezi gücü olarak görmektedir. Klasik Avrasyacılık ile yenisini sadece bu yönüyle mukayese ettiğimizde bile ilk Avrasyacıların birlik düşüncesine yeni temsilcilerden daha yakın oldukları ortaya çıkmaktadır.

Paylaş Tavsiye Et