Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Rusya’nın liberalleşme sancısı
Gazi Kara
DOSTOYEVSKİ, 1864’te yayımladığı ‘Yeraltından Notlar’ adlı kitabında şiddetli ağrılar çekmesine rağmen tedavi olmaya yanaşmayan kibirli ve hasta ruhlu bir adamın portresini çiziyordu. Aklın ve mantığın gösterdiği çıkarlarına göre hareket etmekte direnen bir delinin portresi… Aslında, kahramanımızın ne doktorlarla bir alıp veremediği vardı, ne de aklıyla zoru. O sadece, bilim ve teknikte ilerlemeler kaydeden 19’uncu yüzyıl Avrupa’sının, geri kalmış (!) toplumlara, çıkarlarının nerede olduğunu göstermesine, istatistikî bilgiler ve ekonomik formüllerle desteklenmiş reçeteler dayatmasına isyan ediyordu.
Ruslar da 1917 Bolşevik Devrimi ile bir bakıma bu roman kahramanına uydular. Batı’nın, “insan çıkarları refahta, zenginlikte, özgürlüktedir” diye bağırmasına kulak asmadan eşitlik ve ortaklık üzerine kurulu bir düzeni tercih ettiler. Evet, sosyalist sistemin merkezinde, çıkarlarını maksimize etmeye çalışan rasyonel adam, homo economicus yoktu. Fakat bu sefer, bireylerin kısa vadedeki çıkarlarını toplumun uzun vadedeki refahı için feda etmeleri gerekiyordu. 1920’ler ve 30’larda sosyalist sistemin kurulması heyecanıyla, 1940’lar ve 50’lerde ise Hitler ile kendini gösteren faşizm tehlikesini bertaraf etmek amacıyla motive edilen bireylerin, daha sonraki dönemde bireysel çıkarlarını toplumun uzun vadedeki refahı için feda etmesini sağlamak giderek güçleşti.
Aslında Sovyetler’de durum o kadar da kötü değildi. SSCB, 1970’ler ve 80’lerde yıllık ortalama %4,1 büyüme oranı yakalamıştı ki, aynı dönemde bu oran ABD’de %3,3, Batı Avrupa’da ise %2,7’lerde seyrediyordu. Ne var ki kapitalist dünyada giderek artan refah ile bireysel özgürlüğün ve tüketim kültürünün cazibesi, sosyalist bireylerdeki eşitlik isteğine galip geliyordu.
1980’lerin sonunda Gorbaçov’un Glastnost (Şeffaflık) ve Perestroika (Yeniden Yapılanma) politikaları ile başlayan reform süreci, 1991’in sonlarına doğru Sovyet Blok’un dağılması ile hız kazandı. Sovyetlerin dağılması, 75 yıl süren komünizm macerasını sona erdirirken, serüven peşinde koşmaktan yorulan Ruslar, bu sefer kendilerini Batılı hekimlerin ellerine teslim etmeye hazır görünüyorlardı.
1992 yılının Ocak ayında duyurulan yeni ekonomik program ile birlikte piyasa odaklı reformlar hızla hayata geçirilmeye başlandı. Bu çerçevede, öncelikle fiyatların oluşumu piyasa mekanizmasına bırakılırken, devlet elindeki işletmelerin bir an önce özelleştirilmesi hedefleniyordu. Fakat, Rusya’da piyasa çarklarının dönmeye başladığı daha ilk yılda, ekonomi %18,4 oranında daraldı. Fiyatlar genel seviyesinde ise tüketim ürünlerinin yetersizliğinden dolayı %1500’ün üzerinde artış gerçekleşti. Bu tarihten sonra, Rusya uzun yıllar yüksek enflasyon oranlarıyla mücadele etmek zorunda kalırken, ekonomideki daralma konjonktürel olmaktan çıkıp süreklilik kazandı. İçeride, piyasa yapısını güçlendiremeyen Rusya, kurallarına ve işleyişine çok yabancı olduğu kapitalist dünya ekonomisi ile bütünleşmeye çalışırken de zorluklarla karşılaştı. Küresel durgunluk ve finansal şoklara karşı kırılgan bir yapıya bürünen Rus ekonomisinde özellikle 1997’deki Asya Krizi’nin etkileri belirgin şekilde hissedildi.
1998’e gelindiğinde bu sefer Rusya krizin merkezindeydi. Bütçedeki açıkları kapatmak ve ekonomiyi sübvanse etmek için İMF ve diğer finans kuruluşlarına yoğun bir şekilde borçlanmaya başlayan Rusya, 1998 krizinde moratoryuma gitmek ve rubleyi devalüe etmek zorunda kaldı. Kriz sonrasında Rus ekonomisi 1989’daki seviyesinin neredeyse yarısına kadar gerilemiş durumdaydı. Ekonomik krizle halkın yaşam standartları da kötüye giderken, yoksulluk sınırının altına düşen nüfusun oranı ciddi ölçüde arttı. Rusya’da bugün hâlâ, resmi rakamlara göre 31,2 milyon kişi yoksulluk sınırının (74 dolar/ay) altında yaşıyor. Buna 1992’den sonra hızla büyüyen işsizler ordusunu ve 10 yılda yaklaşık %50 oranında düşen reel ücretleri de eklersek krizin yaralarının sarılmasının daha uzun yıllar alacağı aşikâr.
Başta kırsal kesimde yaşayanlar olmak üzere büyük kitleleri yoksulluğun pençesine sürükleyen liberalleşme süreci, diğer yandan küçük bir azınlığın servetine servet katacak şekilde ilerledi. Rusya’da, tarihte eşine ender rastlanacak kadar kısa bir sürede zenginlerle fakirler arasındaki uçurumun boyutları devasa oranlarda genişledi. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin en genel geçer ölçümü olan Gini endeksi 1989’daki 0,27 seviyesinden 2001’e gelindiğinde 0,52’ye yükselmişti. Kısaca açıklamak gerekirse, Gini endeksinde, ‘0’ gelirler arasında mutlak eşitliği ifade ederken, bütün gelirin tek bir kişinin elinde toplandığı durumda endeks “1” rakamını gösteriyor. Başlıca gelişmiş ülkelerde ise bu endeks, 0,25 ile 0,35 değerleri arasında seyrediyor. Rus halkı için, uğruna büyük fedakarlıklara katlandığı sosyal adalet bakımından bile, birkaç yıl içerisinde eski kapitalist ülkelerin çok gerisine düşmekten daha üzücü bir durum olmasa gerek.
Eşitsizliğin bu boyutlara ulaşmasında, 1992’de toplumsal refahın dağıtımını piyasanın “gizli el”ine devretmek amacıyla başlatılan özelleştirme sürecinin, yönetime yakın az sayıdaki sermayedarın kamuya ait birçok işletmeyi ele geçirmesiyle neticelenmesi önemli rol oynadı. Özelleştirmeler, liberalleşme sürecinde Rusya’nın danışmanlığını ve kreditörlüğünü yapan İMF ve Dünya Bankası’nın politika reçetelerinde de ilk sıralarda yer alıyordu. Ne var ki, ancak 1998 krizinden sonra, ekonominin tamamen oligarşik bir yapı kazandığı ve patronların siyaset üzerindeki ağırlığının rahatsız edici boyutlara vardığı bir dönemde, Dünya Bankası’nın o zamanki baş ekonomisti Joseph Stiglitz, özelleştirmelerin hukukî altyapı ile siyasal ve sosyal şartlar hazır olmadan acemice bir telaşla yapıldığını itiraf edecekti.
1999 sonrasında ise Rus ekonomisi, petrol üretiminde ve dünya petrol fiyatlarında meydana gelen artışların desteğiyle toparlanma sinyalleri göstermeye başladı. Zira, sadece petrol ve doğal gaz Rusya’nın ihracatının beşte ikisini oluşturmakta. Buna metal hammaddeler ve keresteyi eklediğimizde rakam %80’e ulaşıyor. Diğer yandan, 1998 krizinde %60 oranında devalüe edilen ruble de Rusya’ya dünya pazarlarında rekabet avantajı sağlamaya devam ediyor.
Özellikle, Putin’in başkanlık görevini devraldığı 2000’den bu yana dünya ortalamasının üzerinde seyreden büyüme oranları, Rus ekonomisi için bir iyimserlik havası oluşturmuş durumda. Madalyonun öbür yüzünde ise makroekonomik yapıdaki istikrarsızlık, yolsuzluklar ve kayıt dışı ekonomi, yüksek işsizlik oranları, düşük reel ücretler, gelir dağılımındaki bozukluluklar, bankacılık sisteminin zayıflığı, kalkınmayı destekleyemeyecek kadar yetersiz yatırımlar ve milli gelirin %30’unu aşan 160 milyar dolarlık dış borç göze çarpıyor.
Rusların ünlü yazarına dönecek olursak, ‘Yeraltından Notlar’ın ilerleyen sayfalarında kahramanının ağzından şöyle haykırıyordu: “İki kere iki dördün mükemmelliğine inanıyorum; fakat ondan daha üstün olduğuna inandığım şey, iki kere ikinin beş etmesidir.” Evet, aklın ve mantığın gösterdiği yolda yürümeyi tercih eden Rusya’da da hesap tutmamış; iki kere iki bu sefer dört etmemişti. Ne yazık ki, bu sonuçtan memnuniyet duyacak belki de tek kişi olan Dostoyevski bugün aramızda bulunmuyor.

Paylaş Tavsiye Et