Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Akıl kayıp, vicdan metruk, gönül mahzun
İhsan Fazlıoğlu
KONYA... Oğuzların ilk hakikî sükûnete kavuştuğu şehir. Bursa’ya varan menzil, İstanbul’a akan ırmak. Davud-i Kayserî’nin su içtiği pınar, Molla Fenarî’nin feyz aldığı kaynak, Şeyh Galip’in mirî malı, Dede Efendi’nin nağmelerini devşirdiği hayali. Uluğ Keykubad’ın karargâhı; akıl ve adaletin nizam-ı âleme dönüştüğü, bilgi ve eylemin buluştuğu ilk yer [idi].
Oğuzlar ‘bağdaş kurup’ Konya’yı kurdular; çünkü “şehir kurmak, bağdaş kurmaktı”. Bir meskende sakin olup sükûna varmaktı; iskan olunup sükûnete ermekti. Şehrin beşeriyetine ruh üflediler, insaniyet kazandı; madde surete büründü. Ve bu hamuru üç kişi yoğurdu: Siraceddin Urmevî ki yirmi beş yıl Konya’nın kadısı oldu. Urmevî nisbesi Konya ırmağının menşeine, neresinin devamı olduğuna işaretti: Anadolu’ya yayılan İslam umranı. Urmevî, İslam’ın aklı idi. Tarihimizin en önemli mantık kitabını kaleme aldı çünkü: Metaliu’l-envar. Şeyhu’r-Reis’imizin muhalled eseri el-İşarat ve’t-tenbihat’ını şerh etti; nazarî hikmeti genişletti. Hem İmam Fahru’r-Razî’nin izinden kelam-ı nazarî sahasında at koşturdu, hem Usul’unu çalıştı; dilde, hadiste, fıkıhta derinleşti; mantık ve hikmette Beyanu’l-hakk’ı telif etti. Metaliu’l-envar kendisinden sonra Şeyhu’l-mantıkiyyin Kutbuddin Razî tarafından şerh, Seyyid ü Sened tarafından tahşiye edildi ve bütün bir İran, Turan ve Osmanlı coğrafyasında istiksa rütbesinde ders kitabı oldu, akılları besledi.
Sadreddin Konevî, İslam’ın vicdanı, nazarî irfanın piri. Şeyhu’l-Ekber’imizin manevî evladı. Konevî nisbesi Oğuzların Konya’da neyi başardıklarını da gösteriyor: İrfan-ı nazarî ile hikmet-i nazarî’yi ikisinde ortak olan ‘nazar’ çanağında terkip etmeye başlamak... O nazar ki, Urmevî’nin mantık çalışmalarının izlerini taşır. Bu yol Davud-i Kayserî’ye, oradan Molla Fenarî’ye varacak; hem Osmanlı’da, hem de İran ve Turan’da hikmet-i mutealiye’yi doğuracaktır. Konevî, felsefe-bilim tarihinin dâhi isimlerinden birisi olan Nasirüddin Tusî’yle “eşyanın hakikati” ile “hakikatin bilgisi” konularında mektuplaşacak, tartışacak; Tusî’nin öğrencisi, tarihin gördüğü büyük matematikçi-astronomlardan işrakî filozof Kutbuddin Şirazî’ye, irfan-ı nazarî tedris ettirecek, icazet verecektir. Tasavvuf, hadis ve tefsir sahalarında kalem oynatacak; Fusus Şerhi kendisinden sonra, nazarî irfanın bu en çetin eserinin anlaşılmasında rehber haline gelecek; Miftahu’l-gayb Molla Fenarî’nin Misbahu’l-uns adlı şerhiyle birlikte, bugün bile irfan-ı nazarî’nin en üst metni olarak okutulacaktır.
Celaleddin-i Rumî, İslam’ın gönlü; yığınlara mal olmuş duygu. Edebî irfanın büyük ustası. Anadolu’nun bunalım döneminde sükûnet telkin eden sabır taşı. Şiiri, Varlık’la konuşulan bir dil haline getirmiş; her şart altında Mahbub’una vusulü gaye edinmiş. Mesnevî’si kaynaşan bir pınar; öyle ki Sanskritçe’ye bile akmış; Hindu rahipler tarafından terennüm edilmiş. Türkçe elbisesini giymiş, üzerine pek çok şerh yazılmış. Eserlerinde vücud verdiği duyguları dili aşmış, musikî nağmelerine dökülmüş; Itrîler, Nayî Osman Dedeler, İsmail Dede Efendilerle günümüze ulaşmış.
Bu duygu ve düşüncelerle Konya’ya vardığımda önce Sirac’ı aradım; yani Işık’ı, yani Aklı. Dediler ki Sirac kayıp. Sirac olmadan, akıl olmadan, nazar olmadan kişi yolunu nasıl bulabilir; karanlığı nasıl yarabilirdi? Kader deyip zifirî karanlıkta Sadr’a yöneldim, yani Direk’e, yani Reis’e. Tusî’nin fikir alışverişinde bulunduğu, Kutbuddin Şirazî’nin dizi dibine oturup icazet aldığı bu büyük usta, kendi adını taşıyan bir mescidin avlusunda üstü açık türbemsi bir mezarda metruktu; yani vicdan terkedilmişti; irfan-ı nazarî kendi haline bırakılmıştı. Sadrımı, yani göğsümü sıkıştıran bu manzara gözlerimin önünde, Celâl’i ziyaret ettim. Gördüm ki Celâl yani Ulu [Yüce] yapay bir mekanda müzelik haline getirtilmişti; üstelik celâli, cemale dönüşmeden.
Bundan daha doğal ne olabilir: Sirac, yani Işık, yani Akıl yok; Sadr, yani Direk yoksa Celâl olabilir mi? Her üçünün temsil ettiği ed-Din ise hiç olmaz. Akıl yok, vicdan yoksa gönül basit bir teselli aracına dönüşmez mi? Akıl kayıp, vicdan metruk ise gönül bir gürültü ve tantana içerisine gömülmez mi? Nazariyatı temsil eden kişi kaybedilmiş, vicdaniyatın mümessili terk edilmiş ise edebî irfan ile cisimleştiği sanat insanı çoğaltabilir mi, ruhu Mahbub’una ulaştırabilir mi? Yoksa yalnızca eğlencelik bir meze haline mi gelir? Turistik bir meta, folklorik bir nesne mi olur? Akıl yoksa, vicdan yoksa gönül sahte bir hüzün, yapay bir duygudur.
“Ne olursan ol yine gel” cümlesi ancak geldikten sonra gidecek bir yeri olanlar için anlamlıdır. Celâl, Sadr’a ve Sirac’a, yani Vicdana ve Akla bir davetti. Bu ses ki, Anadolu’yu, Balkanlar’ı Vicdana davet etti, Akla çağırdı. Anadolu’nun ve Balkanlar’ın nasıl bizim olduğu sanılır? Şimdi gelenler turistik bir ziyaret yapıp dönüyorlar; çünkü gelenleri tutacak bir direk ve akıl yok. Unutulmamalı ki akıl bir direke bağlandıktan sonra sükûnet bulur. Konya Oğuzların sükûnete kavuştuğu şehirdi demiştik: Gelenleri sükûnete kavuşturacak bir vicdan ve akıl kalmadığından gönül kuru gürültüyle avunmada; Konya da toz duman içerisinde kalmada.
Öyle olmasaydı altmış beş bin öğrencisiyle Selçuk Üniversitesi ‘gelenleri’ tutardı. Konya’nın verimsizliği, ilim ve irfandaki ürkekliği ve kısırlığının nedeni bu. Türkiye’nin dört bir yanından gelen gençler, yalnızca ziyaret edip gidiyorlar. Akıl olmadan, vicdan olmadan gönül ne kadar tutabilir gelenleri. Yalnızca Konya’nın değil bütün bir Türkiye’nin içler acısı halidir bu manzara: Aklın ve vicdanın olmadığı bir gönül eğlendirme yarışı... Siraceddin Urmevî bulunmadan, Sadreddin Konevî olmadan Celâleddin-i Rumî yalnızca bir müzedir: Çoğalmaz, üremez, artmaz ve taşmaz; yalnızca gönül eğlendirir. Nazarî hikmet bulunmadan, nazarî irfan olmadan edebî irfan yalnızca, Varlık’a ilişmez bir şiir olarak kalır; Varlık’ın dili haline gelmez, gelemez.
Akıl ve vicdan olmadan gönül [tasavvuf] sömürgeci zalim güçlerin dümen suyu haline gelir. ABD’nin büyük Orta Doğu projesini idrak etmek; Rusya’nın Avrasya projesini anlamak ancak ve ancak, ‘nazar’la mümkündür; gönül bir nazar üzerinde ise insana ayıklık verir, feraset kazandırır. Bir vicdan içerisinde ise direncini biler, duygularını derinleştirir. Şiir, aklın ve vicdanın üzerinden yükselirse musikîye dönüşür; Varlık’ın dili haline gelir. Aksi takdirde şiir, kumları harfler ve kelimeler olan bir çöldür.
Ne Konya, ne Bursa, ne İslambol... Hiçbir şey bol değil artık. Kaht yani kıtlık var her yerde. Kaht-ı rical derdi eskiler; şimdi artık kaht-ı nazar da var. Sirac’ın ve Sadr’ın olmadığı yerde de Celâl, Cemal’e dönüşmüyor. Konya’nın ne celâli, ne cemali kalmış... Çünkü akıl kayıp, vicdan metruk... Türkler aklını ve vicdanını yeniden bulmalıdır.

Paylaş Tavsiye Et