Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Seçkinlerin seçmenlerle savaşı
F. Aslı Bilgel
HÜKÜMETİN, meslek lisesi mezunlarına yönelik ÖSS katsayı uygulamasındaki eşitsizliği nispeten de olsa düzeltmeyi içeren YÖK yasa tasarısını Meclise sunmasıyla başlayan süreç, bu ülkede yaşanan ilk körlerle sağırlar diyaloğu değildi elbette. Oysa “rejim elden gidiyor” çığırtkanlığına dönüştürülen kampanya, kerameti kendinden menkul YÖK’ü de masaya yatırıyor ve bundan 22 yıl önce, üniversiteleri tek bir çatı altında toplayarak ilkokul seviyesine indiren düzenleme üzerinde ciddi değişikliklere gidiyordu. Vicdan sahibi hiçbir aydının makul göremeyeceği yetkilerle donatılmış YÖK sisteminde yapılacak reform çalışmaları, yaşanan sıkıntıların bertaraf edilmesi ve akademik özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılması açısından hayatî bir önem taşıyor. Ancak, tartışmanın sadece İmam Hatiplere kilitlenmesi ve olayın ateşli bir rejim tartışmasına dönüştürülmesi; statükoyu sorgulayacak, ayrımcılıklara son verecek ve eğitime yeni bir bakış açısı getirecek bir yapılanmayı, katsayı merkezli bir mevzi koruma savaşına kurban etti. Peki bir bardak suda koparılan bunca fırtına neden?
İmam Hatip Liselerini sistem dışında göstermek isteyenlerin ihmal ettikleri en önemli gerçek, bu okulların 3 Mart 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla Milli Eğitim Bakanlığı’nın uhdesinde açılmış olmasıdır. 1924-1925 öğretim yılına 29 okulla başlayan İmam Hatip okullarının kurulmasındaki amaç; laik sisteme geçişle kaldırılan medreselerin yerini ikame edebilecek ve halktaki din eğitimi yönelimini devlet eliyle kontrol edebilecek bir sistemin kurulmasıydı. Zamanla sayıları azaltılan ve 1930’da kalan iki okulun kapatılmasıyla tamamen ortadan kaldırılan bu okullar, CHP’nin 1948’de konuyu tekrar gündeme getirmesine kadar kapalı kaldı. CHP’nin kendi içindeki muhalefete rağmen İmam Hatip okullarını tekrar hayata geçirmesi, halkın yoğun taleplerine artık direnemeyen seçkinci kesimin iktidar için “halka inişini” yansıtıyordu adeta. Açık oy, gizli sayımla bahşedilen ‘demokratik’ ortamda halka rağmen siyasete devam edemeyeceklerini anlayan merkez güçler, çareyi din eğitimini tekrar gündeme taşımakta buldular.
27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’de demokrasiye vurulan darbelerden kazasız kurtulmayı başaran İmam Hatiplerin 28 Şubat’la birlikte hem katsayı ile önü kesildi, hem de sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçişle birlikte ortaokul bölümleri kapatıldı. Yapılan tüm düzenlemeler, genel lise öğrencisine oranı %5 olan devletin bir okulunu sistem tehdidi olarak göstermeyi ve öğrencilerin üniversiteye girişte önünü kapatmayı hedefliyordu. İkinci açılmasından itibaren 56 yıldır “Bu Ülke”nin çocuklarına eğitim veren, başbakan çıkaran, üniversite sınavında birinciliklere imza atan bir okul nasıl oluyordu da, bir grup öğretim üyesinin “kapatılsın” pankartlarıyla Anıtkabir’e yürüdüğü bir sistem karşıtı kurum durumuna getiriliyordu?
İmam Hatip mezunlarının üniversite eğitimine istedikleri alanda devam edebilmelerine, eğitim öğretim birliğini ve laiklik ilkesini gerekçe göstererek karşı çıkanların iddiaları, mevcut durum birçok gencin mağduriyetine yol açmasa, aslında komik bile bulunabilir. Atıfta bulundukları Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun İmam Hatipleri kuran kanun olması bir yana, müfredatı, öğretmen atamaları Milli Eğitim Bakanlığı’nca yapılan, devletin denetimine tâbi okulları anayasal düzenin temeline aykırı görebilmek ciddi bir algı ve muhakeme bozukluğu değilse, ancak psikolojik bir travma ile açıklanabilir. Bu ruh halini anlayabilmek, bu ülkenin seçkinlerinin gerçekte ne kadar “Bu Ülke”li olduğunu tespitte yatıyor. “İmam Hatipler kapatılsın” talebiyle sokağa dökülen bu grup ve onlara köşelerinde alkış tutan medyacı “seçkinler”in derdi, halkın muzdarip olduğu bir sıkıntıyı gündeme taşıyıp siyasilerin dikkatini çekmek değil elbette. Tam da tersi bir saikin bu seçkinci grubu harekete geçirdiğini, “egemenlik sadece Meclis’e ait değildir” açıklamalarına varan zihniyet algılamasında görüyoruz. 1921 Anayasasında, “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir” ifadesi birinci maddede, 1924 Anayasasında üçüncü maddede, 1961 Anayasasında “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir” şeklini alarak dördüncü maddede yer almış; 1982 Anayasasında ise bu hüküm altıncı maddeye kadar gerilemiştir. Sırf bu sıralama değişikliği bile halk-iktidar ilişkisinin rejime yapılan her müdahaleden sonra nasıl daha problematik bir hal aldığının göstergesi olarak incelenmeye değer. 1943 genel seçimlerinde ilk defa seçilecek milletvekilinden daha fazla aday (İstanbul’da 23 milletvekilliği için 31 aday) gösterilmesi üzerine 20 yıldır sürekli milletvekili olan Osman Niyazi’nin ifadeleri, seçkinlerin bu ilişkiyi nasıl algıladıklarının açık bir örneği: “Harekâtımda daima İnkılâbı ve Şeflerimi düşündüm. Bana şimdi git halktan rey iste demek, beni satılığa çıkarmaktır. Şef eğer beni satacaksa dellal eline vermeğe lüzûm yoktur.”
YÖK tartışmalarıyla Türkiye’nin gerginlik ortamına sürüklendiği, AK Parti hükümetinin meclis aritmetiğinden kaynaklanan gücünü kullanarak Türkiye’yi sıkıntıya soktuğu şeklinde basında yer bulan görüşler de bu zihniyetin bir diğer dışa vurumu. Her vesileyle 1960 benzetmesi yaparak aba altından sopa gösteren seçkinlerimiz, AK Parti’nin makul çoğunluğun hassasiyetlerini göz ardı ettiğini savunuyor. Katılımcı demokrasi, gerçekten de iktidarın sadece oy aldığı kesimlerin değil, bütün toplumun beklentilerini dikkate almasını gerektiriyor. Siyasal partiler seçmenden aldıkları desteğin meclise yansımasıyla iktidara gelseler de, kamuoyunun kabullenmediği icraatları yaparak orada kalamaz. Bununla birlikte YÖK yasa tasarısının toplumun hangi kesimlerinde hükümetin ve hatta meclisin meşruiyetini zora sokacak ölçüde bir infiale yol açtığını akl-ı selim ile anlamak mümkün değil. “Makul çoğunluk” terkibinde çoğunluğa makuliyet vasfı kazandıran niteliklerin ne olduğu, ancak yukarıdaki alıntı anahtar olarak kullanıldığında deşifre edilebilir. Buna göre oylar her zaman sayılmaz, bazen tartılır. O tartıda ise (George Orwell’in meşhur eserine atıfla) “bazı oylar daha ağır” çekebilir.
İmam Hatiplerden duyulan rahatsızlık, 1946’da “memleketin idaresini Hasolara, Memolara mı bırakacağız?” tepkisiyle veya 1980’lerde Anadolu’nun bağrından yükselip küresel rekabete girmeyi başaran çevresel sermayeye duyulan tepkiyle aynı kaynaktan beslenir. Nasıl olur da kolej mezunu olmayan bir öğrenci Türkiye birincisi olur? Nasıl olur da fıkıh okuyan, tefsir okuyan, kelam okuyan, hadis okuyan gençler vali, kaymakam, savcı, yargıç olabilir? Nasıl olur da “bizim” dışımızdan ve “biz”e hiç mi hiç benzemeyen birileri, ezelden ebede “biz”e tahsis olunmuş yerlere, makamlara, görevlere, sosyal ve ekonomik statülere ulaşabilir? Bir bardak YÖK’te koparılan İmam Hatip fırtınası bu şekilde okunmalı. Bu mesele Türkiye’nin en köklü meselesidir ve çözülmedikçe her fırsatta ayak bağı olmaya devam edecektir.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
F. Aslı Bilgel