Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
“En kahraman Amerikan” sineması hep zafer peşinde
İhsan Kabil
AMERİKAN sinemasının üzerinde durduğu güncel ve popüler kültürel zemin, bu sinemanın bir yandan mevcut toplumsal hayat söylemini pekiştirmesine, diğer yandan bu söylemi siyasî ve zihnî bir raya sokma ve orada tutma işlevini yerine getirmesine yol açmaktadır. Hayatın nabzını yerinde bir şekilde tutan, görselleştirdiği tarihî dönemleri veya geleceğe dönük bilim-kurgusal ve fütüristik filmleri belli bir görüş doğrultusunda yansıtan, günümüz hayatını Hollywood merkezli bir kodlamayla resimleştiren Amerikan sineması; yapım şirketlerinin ve senaryo çevrelerinin ideolojik yaklaşımlarıyla dünyayı siyasî olarak okumaya ve yeniden üretmeye tabi tutmaktadır.
Amerikan sinemasında bugüne kadar ortaya çıkan devasa birikimden hareketle, sözü edilen popüler ve siyasî söylem bağlamında belli genellemelere varmak artık mümkündür: Amerikan sinemasının genel olarak takdir edilebilecek bir öz eleştiri geleneği vardır. Ancak bu özeleştiri yapıldıktan sonra kurulu sistem, her ne pahasına olursa olsun yine yerinde kalır ve mevcut varlığını idame ettirir. Amerika ile diğer ülkeler arasında veya bu ülkelerin kendi içlerinde ihtilaflı bir durum söz konusu olduğunda, Amerikan siyasetine uygun bir çözümleme ile her şey sükûta kavuşur. Herhangi bir şekilde Amerikan tarafına bir halel gelmesi durumunda, gerekirse manipülatif bir tavır takınılarak, kozlar Amerika lehine çevrilir; Amerikan tarzı barış ve çözümleme hükümran olur.
Tüm bu genellemeleri yapabilmek için sinema dağarcığında gereken malzeme artık mevcuttur ve edebiyatta olduğu gibi anlatılanlar ve anlatılacak olanlar şimdiye değin gerçekleştirilenlerin değişik versiyonlarıdır. Burada önemli olanın, hakkaniyetin en fazla nerede durduğu, yönetmenlerin bundan ne oranda nasiplenebildikleridir.
Amerikan sinemasının dış dünyayla ilişkisini gösteren yapımlarına bakarsak; diğer ülke ve toplumlarla olan siyasî bağlantılarının, tabii olarak, Amerikan-merkezli olduğunu fark ederiz. Bu model, bir yandan genel Amerikan icraatının toptan bir olumlamasını yaparken; diğer yandan oluşturulan iç heyecanlarla kendi halkının şahsiyetlerini, en faal seyirci grubu olan gençlere, ‘örnek kahraman’ olarak rahatlıkla sunabilmektedir. Misallere bakmak gerekirse; Soğuk Savaş’ın son yıllarında geçen, günün popüler Rock parçalarının eşlik ettiği, Amerikan Hava Kuvvetleri’ni yücelten ve çarpışma olmadan kazanılan ‘stratejik zafer’den sonra, gelişmekte olan ülkelerin yeni yetme seyircisinin bunu içselleştirerek kendi zaferiymiş gibi tezahürat yaptığı Top Gun, Afganistan’daki harpte bir taraf olarak yer alan ve karikatür bir kahraman şeklinde bir çizgi romandan fırlamışçasına arz-ı endâm eden Rambo, içeride meydana gelen bir skandalı unutturmak amacıyla, ilgilerin başka bir ülkede (Arnavutluk) çıkarılan ‘sanal savaş’a kanalize edildiği Başkanın Adamları (Wag the Dog) mevzuubahis edilebilir.
Diplomatik anlamda Amerika’nın dünya üzerindeki gücüne halel getirecek karşı güçlerin bertaraf edilmesinde, CIA’nin casus hikayeleri şeklindeki marifetleri çoğu zaman muzafferane bir biçimde sonuçlanır. Bu tür filmlerde karşıt ülke güçleri ‘öteki’leştirilerek sunulurken, daha en baştan ortaya çıkan resim tek taraflılaşmakta; senaristin ve yönetmenin göstermek istediği resim, yorumlu bir biçimde seyircinin zihnine ulaşmaktadır. Seyirci ise kendine sunulanı, eğer tahlil, eleştiri ve sentezleme mekanizmaları yeterince gelişmemişse, neredeyse olduğu gibi kabul etmekte ve sunulan materyale aynı pencereden bakmaktadır. Sinemanın bu gücü, dokunduğu kumaşın cilalı ve parlak olması nispetinde, seyirciyi içine alıp sarmalamakta ve vicdan sahibi bir sanatçı hassasiyetiyle yaklaşmadığı takdirde onu tek yönlü bir kaleydoskop şaşaasına uğratmakta, modern göz boyayıcılıkla asrî zamanların büyücüsü olma rolünü isabetli bir şekilde ifa etmektedir.
Gerçekte sözünü ettiğimiz bu güncel, popüler, siyasî ve askerî anlamdaki dışsal etkileşimlerin yanında, görünüşte hiçbir iddiası olmasa da aslında daha içten ve derinden bir şekilde yabancı seyirciyi (tabii kendi seyircisini de) bir kalıba döküp homojenleştirme gayretinde olan, belli bir bakışı ve yaklaşımı benimseterek hükümran kılan komedi, dram, western, korku, müzikal, bilim-kurgu türlerini de mercek altında tutmak gerekmektedir. Yapıcı bir şuur içinde olmayan yönetmenler tarafından gerçekleştirilmediği takdirde, bu türlere ait birçok film, görsel imgeleştirmenin sersemleştirme kudretiyle seyircide dolaylı bir iç dönüşüm meydana getirerek, kendi arzuladığı seyirci tipolojisini yetiştirmekte; bu tipolojideki seyirci de o hayal fabrikasından, kendini alıştığı gibi besleyecek mamulleri talep etmektedir.
Sinemanın gözüyle dünyaya bakıldığı ve belli yargılara varıldığı, birçok ortalama insan için vakidir. Masumane bir biçimde perdeye yansıtılan gündelik hayata yönelik anlatımlarda, maddî haz ve kazanımlar üstün tutulmakta ve başarı eğrisi olarak öne çıkarılmaktadır. Bu tip hikayelerde, siyasî manasından farklı bir kategori olarak bireyin “dış dünyasında”(psikolojik dilde, insanın bir şekilde ‘oynamak’ durumunda kaldığı, kendi ‘ben’inin dışında), ailesinde ve toplumsal alandaki rolleri üzerine çeşitlemeler yer almaktadır. Gündelik hayatın içindeki ortalama insanı belli öngörü ve formasyonlara göre konumlandıran ve karakterize eden Hollywood senaryo atölyeleri, bu tiplemelerle özdeşleşen veya çeşitli yönleriyle kesişim kuran ve ortak hayat alanı geliştiren seyircilerin, siyasî ve toplumsal gelişmeler karşısında nasıl tavır alacaklarını, hangi tepkileri sergileyeceklerini; nelere duyarlı, nelere kayıtsız kalabileceklerini de ‘belirleyebilmek’tedir. Bu noktada hiç siyasî görünmeyen bir ‘sanat’ eseri, dolaylı da olsa oldukça siyasî bir söyleme sahip olabilmektedir.
Öyleyse siyasî ve toplumsal ilişkilerin çizildiği ve yansıtıldığı bir arena olan sinema anlatımı, bunlardan daha tesirli bir zemin olan gündelik hayatın yeniden yorumu ve çizimi konusunda çok şey söylemekte ve irade buyurmaktadır. Özellikle 11 Eylül sonrasında ciddi bir iç muhasebe ve yüzleşme beklentisi içinde olduğum Amerikan sinemasının, bu yönde kayda değer bir performans sergileyememesi iç acıtan bir tablo olarak karşımıza çıktı. Benim kastettiğim bu olaya doğrudan değinme olmasa da, bu bağlamda yapılan ve birebir 11 Eylül olgusuna değinen Spike Lee’nin 25. Saat filmi, bozuk konuşma dili, hırçın ve hiçleyici psikolojik yaklaşımı yüzünden beklentileri hiç karşılamıyordu. Bu noktada belki ayırmamız gereken bir örnek olarak; Amerika’daki ferdî silahlanma çılgınlığına duygulu bir eleştiri getiren belgeseli Benim Cici Silahım’la öne çıkan Michael Moore’un, son Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Palmiye’ kazanan ve en azından ismen, ünlü Fransız yönetmen Truffaut’nun Fahrenheit 451’inden mülhem belgeseli Fahrenheit 9/11, 11 Eylül’e siyasî boyutlarıyla değinen ve geniş Amerikan siyasetini yer yer Hitler devri Almanya’sıyla özdeşleştiren bir yapım olarak belirmekte.
Halbuki 11 Eylül sonrası,“Olan nedir, başımıza ne geldi?” sorularıyla yola çıkılacak görsel bir macera, sadece Amerika’ya değil bütün insanlığa, süregiden acılarda makes bulması anlamında ışık tutacak onlarca çalışmaya yol açabilirdi.

Paylaş Tavsiye Et