Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Amerikan dış politikasında söylem krizi
Fahrettin Altun
AMERİKA, Irak halkına karşı açmış olduğu savaşı en acımasız yöntemlerle sürdürmeye devam ediyor. Bugün Irak’ta yaşanan vahşet, ABD’nin 11 Eylül’ün hemen ardından “teröre karşı savaş” sloganıyla başlattığı saldırgan dış politika anlayışının bizi getirdiği son nokta. ABD’nin Irak’tan bir türlü çekilememesi, bir başka deyişle Amerikan kuvvetlerinin Irak’ta bu denli bataklığa saplanması, Amerikalılar tarafından işin başında öngörülebilen bir şey değildi. Planlar yapılmış, işbirliği yapılacak toplum kesimleri ve siyasal seçkinler tespit edilmiş, ne var ki toplumsal bir direnişin ortaya çıkabileceği hesap edilmemişti.
Şu anda, Amerikan dış politikasının, Vietnam Savaşı yıllarından bu yana en sıkıntılı dönemlerini yaşadığı noktasında konunun uzmanları hemfikir. Ancak, Amerikan dünya siyasetinin bugün karşı karşıya kaldığı kriz, Vietnam Savaşı yıllarındakini de aşan bazı boyutlara sahip. Amerikan dış politika söyleminin Vietnam Savaşı döneminde yaşadığı başlıca kriz, dış politikanın askerî güce dayanarak şekillendirilebileceği inancının zedelenmesiydi. Vietnam Savaşı’nın yarattığı düş kırıklığına Watergate skandalı ve uluslararası gerginliğin azalması da eklenince ABD’nin Soğuk Savaş söylemi dara düşmüştü. 1973-79 yılları arasında ABD’de iç ve dış siyaset tamamıyla ekonomik gelişmelere kendisini endekslemiş ve ekonomideki gerileme siyasetin merkezî problemi olarak öne çıkmıştı. İran’da bir İslam devriminin gerçekleşmesi ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ABD’nin Soğuk Savaş söylemini adeta kurtarmıştı.
ABD, sahip olduğu emperyal tutkularını, daima somut bir “öteki” unsuru sayesinde meşrulaştırabilmiştir. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin karşısında yer alan Sovyetler Birliği ve onun ideolojik/düşünsel tutamağı olan “komünizm” her yönüyle olumsuz görülüyor ve bütün uzantıları mahkum edilebiliyordu. ABD, stratejik olarak farklı sosyalist ülkeler arasında denge politikası güdüyorsa da, “iyi komünizm”–“kötü komünizm” diye bir ayrıma gitmiyordu. Her sıkıntıda komünizm karşıtlığı söylemini ve buna karşılık demokrasi savunuculuğu idealini dış politika çizgilerinin merkezine oturtan Amerikalılar, bu şekilde gerek ulusal, gerek uluslararası alanda siyasal meşruiyet elde edebiliyorlardı. Soğuk Savaş döneminde demokrasi söyleminin ve hür dünya mitinin savunuculuğunu yapan ABD, aynı zamanda Batı dışı dünya karşısında Batı kimliğinin temsilciliğini ve Batı dünyasının önderliğini de üstlenmişti. Bu iki nokta Soğuk Savaş dönemi Amerikan dış politika söyleminin iki önemli dayanağıydı. Ne var ki, Soğuk Savaş’ın bitimi ile birlikte Batı kimliğinin temsiliyeti konusunda Avrupa da iddia sahibi olmaya başladığını duyurdu ve Avrupalılık kimliği etrafında sistemli arayışlar başladı. Bu, Amerika’nın Batılı bilincin temsiliyeti noktasındaki öncülüğünü ciddi biçimde sarstı. Bunun yanında, Soğuk Savaş sonrası oluşan ortamda Amerikan dış politikasının en merkezî söylemlerinden birisi olan “demokrasi” söylemi, fazla iyimser bulunmaya başlandı ve gelinen noktada demokrasi havariliği yapmanın ABD’nin dünya siyaseti açısından ciddi tehditleri bünyesinde barındırabileceği ifade edildi.
Ancak yine de Soğuk Savaş’ın sona erme biçimi, Amerikan dünya siyasetinin bir zaferi olarak algılandı ve 11 Eylül saldırılarına dek Amerika’nın ortaya koyduğu dış politika pratiği, söylem ve eylem arasındaki gerilimi büyük oranda örtmeyi başardı. ABD’nin bu dönemdeki dünya siyaseti, özünde emperyal talepler barındırmakla birlikte pratikte bu talepleri fazla gözler önüne sermeyen, bir yandan ısrarlı bir biçimde ulusal “değer”lerinin reklamını yaparken, diğer yandan ulus-devletlerin nüfuz alanlarının küçülmesini, buna karşılık çokuluslu şirketlerin egemenlik alanlarını genişletmelerini destekleyen bir çerçeveye oturuyordu. 11 Eylül saldırıları ile birlikte ABD açısından yeni bir dönem başladı ve bu yeni dönemde ABD dış politikası bir söylem krizi içerisine girdi.
11 Eylül saldırılarının ardından “ulus-devlet” olgusu yeniden sahneye çıktı. ABD’nin büyük oranda yön vermeye çalıştığı küreselleşme projesinin ABD açısından en büyük kazanımı bu projenin onun perde arkasında kalmasına olanak tanıması, ABD’nin uluslararası bir özne olarak muhatap alınmasına engel teşkil etmesiydi. Ancak, 11 Eylül ile birlikte açılan süreç, bir yandan ABD’nin emperyal tutkulara sahip ve hiç de paylaşımcı olmayan bir “ulus-devlet” olduğunu tüm dünyaya ilan etmiş, diğer yandan da ABD’nin Batılı olmayan ülkelerde devletin yeniden güçlendirilmesi talebini beraberinde getirmiştir. Milton Friedman’ın birkaç yıl önce sarf ettiği şu sözleri bu duruma açıklık getirmektedir: “On yıl önce tüm sosyalist ülkelere ısrarla özelleşin, özelleşin, özelleşin diyordum. Fakat yanılmışım. Hukuk düzeninin sağlanması özelleşmeden daha önemliymiş.” Francis Fukuyama da bu konuda şöyle demektedir: “11 Eylül saldırıları gösterdi ki Afganistan gibi dünyanın fakir ve sorunlu bölgelerinde yönetim yokluğu, gelişmiş ülkeler için çok büyük güvenlik sorunlarına yol açabilir.” Kısacası 11 Eylül ile birlikte ABD, saldırgan bir dış politika anlayışını ve gerek bireysel, gerek toplumsal özgürlükleri kısıtlayan yeni bir güvenlik konseptini devreye sokacak şekilde yeniden “devlet”in önemini keşfetti.
Kendisini sürekli “öteki” üzerinden tanımlamaya alışmış bir dış politika çizgisine sahip olan ABD, bu dönemle birlikte tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde “zararlı İslam” ve “zararsız İslam” ayrımı yaptı ve “zararlı İslam”ı “öteki” olarak seçti. Ancak, komünizm örneğinde olduğu gibi İslam’ın kendisini bir bütün olarak doğrudan karşısına alamadı.
Bugün ABD, bir yandan İslam dünyasına ilişkin uzun vadeli siyasî projeler tasarlarken, diğer yandan da tüm Müslümanlar arasında kendisine duyulan nefretin artmasına yol açacak politikalardan vazgeçmiyor. Bu çelişki, halihazırdaki ABD dış politikasının yaşadığı tek çelişki değil. Her ne kadar dış politika yapımcıları bunu görüyorlarsa da, aslında bunun önüne geçmek için yapabilecekleri fazla bir şey yok.
Ünlü İtalyan gazeteci Beppe Severgnini şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “Ben Amerikalı olsam, hükümetime kısa bir mektup yazıp ‘Hey millet! Nasıl olup da terörden bunca çekip, yüz yıldır diktatörlüklere karşı savaşıp, dünyanın her tarafından göçmenlere kucak açıp, dünyaya bir sürü Nobel Ödülü, bir de üstüne Julia Roberts verip, yine de bu kadar sevilmeyebiliyoruz? Pazarlamayla görüşmek istiyorum!’ derdim.” ABD’nin bahsi geçen politikaları başka bir mevzu olsa da, halihazırda ABD’nin bir pazarlama sorunu yaşadığı son derece açık. Ancak ABD’nin yaşadığı esas sorun pazarlamadan çok daha fazlası; ciddi bir söylem ve kendi varlığını anlamlandırma sorunu. Dış politikayı felsefî spekülasyonlar yönlendirmez kuşkusuz; ancak temel felsefî kabullerinde bu denli tutarsızlıklar yaşayan bir devletin bir dünya gücü olarak geldiği noktanın kendisi açısından pek de hayra alamet olmadığı aşikar. Medeniyet tarihçilerinden öğrendiğimiz kadarıyla, özgüven yoksunluğu ve kısa vadeli sonuç elde etme hevesi, dünya gücü olma iddiasındaki devletlerin varlıklarını kemiren iki hayatî unsur olarak öne çıkmaktadır.

Paylaş Tavsiye Et