Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Öğrenilmiş acizlik
İbrahim Zeyd Gerçik
“BÜYÜK bir akvaryumun içine bir büyük ve çokça küçük balık konulur. Büyük balık acıktıkça küçük balıkları yer. Daha sonra akvaryumun ortasına dikey bir cam yerleştirilerek büyük balık bir tarafta, küçük balıklar da diğer tarafta toplanır. Büyük balık cam bölmeyi geçmek ve küçük balıkları yiyebilmek için yaptığı her hamlede başını cam bölmeye çarpar. Diğer tarafa geçmek için yüzlerce sonuçsuz teşebbüsten sonra mücadele etmeyi bırakır. Sonunda cam bölme kaldırıldığında, büyük balık, küçük balıkları yemek için hamle yapmaz ve açlıktan ölür.”
“Birkaç pire, üzeri doksan santim yüksekliğinde bir cam fanusla kapatılmış bir sacın üzerine konulur. Sac ısıtılınca pireler zıplamaya başlar. Fanusa çizilen ölçek sayesinde pirelerin sıcak sac üzerinde altmış santim kadar zıpladıkları tespit edilir. Daha sonra, fanusun yüksekliği otuz santimetreye kadar düşürülür. Altmış santim zıplama kabiliyetleri olduğu için otuz santim yüksekliğindeki cam fanusun tavanına yüzlerce kez çarpan pireler, en sonunda çareyi yirmi dokuz santim zıplamakta bulurlar. Deneyi yapan sosyal psikologlar fanusun tepesindeki camı kaldırdıklarında, pirelerin altmış santim zıplama imkanları vardır. Ancak, yirmi dokuz santimden bir santim daha yukarı zıplayınca acı duyacaklarını öğrenen pireler, üstlerinde bir engel olmamasına rağmen yirmi dokuz santimden daha yükseğe sıçramazlar.”
Yukarıdaki örnekler öğrenilmiş acizlik konusunda sosyal psikologların yapmış olduğu yüzlerce deneyden sadece ikisidir. Hapishaneler, toplama ve mülteci kamplarındaki kişiler üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda, insanların büyük çoğunluğunun iradi çabalarıyla önleyemedikleri olaylarla karşılaştıklarında, hayvanlarla aynı tepkiyi verdikleri gözlenmiştir. Kişiler arasında maruz kalınan engele direnme farklılıkları ise sahip olunan ahlakî değer, inanç, bilgi ve yorumlama düzeylerinden kaynaklanmaktadır. Sağlam bir inanç yapısı acizlik ve duygusal çöküntü sürecinden daha az etkilenmektedir. Sosyal psikolog Zimbardo 1972 yılında ABD Stanford Üniversitesi’nde, çeşitli meslek gruplarından gelme sivil deneklerle, hapishane şartlarının canlandırıldığı bir deney gerçekleştirmiştir. Sürekli aşağılanma, izole edilme, en basit isteklerin bile engellenmesi ve cezalandırma süreçleri sonucunda mahkum rolünü oynayan deneklerde, bağımlılık, acıdan kaçmak için otoriteye kesin teslimiyet, güçsüzlük ve çaresizlik duyguları sonucunda yoğun çöküntü ve depresyon gözlenmiştir. Zimbardo’nun bu çalışması 2001 yılında “Deney” adıyla sinemaya da aktarılmıştır. Sosyal psikolog Hiroto bir grup deneği, ne yaparlarsa yapsınlar önleyemeyecekleri, rahatsızlık verecek derecede şiddetli gürültüye bir süre maruz bırakmıştır. Daha sonra deney ortamına gürültüyü önleyecek bir mekanizma eklenmesine rağmen denekler bunu kullanmamış, hayvanların yaptığı gibi mevcut durumu kabullenmişlerdir.
Barınma, beslenme, sağlık, eğitim, adalet gibi ihtiyaçların karşılanmasında, düşünce ve inançlarını ifade etmede sürekli engellenme insanlarda yüksek gerilim oluşturur. İnsanların bu gerilimi aşma amacıyla yaptıkları girişimlerin sonuçsuz kalmasıyla, kişiler yaşadıkları olayın kendi kontrollerinin dışında olduğuna inanır ve kendi yeteneklerine ilişkin inançlarını kaybederler. Eğer kişinin engeli aşmak için yaptığı çabalar ayrıca cezalandırılıyorsa, kişi her atılımın acı çekmek olduğunu öğrenir ve zihinsel yapısı acıyla atılımı birleştirir. Engellenme sürecinden çıkan birey artık kendi yeteneklerini göstermek için çaba harcamaz. Merak, öğrenme, sorgulama ve ifade etme yeteneklerini kullanmaz. Çevresindeki olumsuzluklara müdahale etme isteğini ve gücünü kaybeder. Bilinç altına yerleşen “her atılım cezalandırılır inancı”, yaşadığı korku ve acılara süreklilik kazandırır. Birey korkunun kontrolüne girdiği için umarsızlaşır; mevcut yapıya, otoriteye itaat ederek yaşamını edilgen bir şekilde sürdürmeye devam eder. Sürekli engellenme; insanın içindeki umudun çalınması, yaşama isteğinin köreltilmesi, üretkenlik ve girişkenliğin öldürülmesidir. Böylece bireysel ve toplumsal güven yok edilerek, insanlar şüphe ve korku bataklığına itilirler.
Engellenme, insan ilişkilerinde zayıflayan ahlakî değerlerle birleştiğinde depresyon toplumda hızla yaygınlaşır. Türkiye’de yapılan araştırmalardan elde edilen sonuçların topluma oranlanmasına göre, her on kişiden biri depresyon hastasıdır. “Zeytin suyuna kuru ekmek, böyle gelmiş, böyle gidecek”, “biz adam olmayız”, “bizden ne köy olur, ne kasaba”, “asılacaksan, İngiliz sicimi ile asıl”, “bunu bilirse ancak Batılılar bilir”, “Türk Milleti’nin %60’ı aptaldır”, “ye aşını, kıl beşini, karışma el alemin işine” gibi ifadeler toplumumuzdaki öğrenilmiş acizliğin konuşma dilindeki yansımalarıdır.
Siyasi geleneğimizde devlet birincildir, önceliklidir; yangında ilk kurtarılacak olandır. Bu anlayış 1982 Anayasası’nın giriş metnine “Kutsal Türk Devleti” ifadesiyle yansıtılmıştır. Batılılaşma süreciyle toplumunun taşıdığı değerlerden ayrılan devlet, toplumu terbiye etme rolünü yüklenmiştir. Bu rol onu daha otoriter kılmış, resmî ideolojinin dışındaki farklılıklar potansiyel tehdit olarak algılanmış ve düşman olarak tanımlanmıştır. Toplumsal sıçrama iradesine devlet; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 tarihlerinde fanusun boyunu alçaltarak müdahale etmiştir.
Bakışımızı siyasi gelenekten toplumsal ilişkilerimize kaydırdığımızda ise, insanî gelişimin önüne de duvarlar ördüğümüzü görüyoruz. Adaleti, ehliyeti, ahlâkı öncelemiyor, “mühür kimdeyse Süleyman odur” diyerek otoriteyi, gücü kutsuyoruz. Çocuğumuz bir hata yaptığında özür dilemesini bekliyor; biz bir hata yaptığımızda ise çocuğumuzdan özür dileyerek ona doğruların herkes için geçerli olduğunu göstermiyor; hatamızı düzeltmeyi acizlik olarak algılıyoruz. Böylece çocuğa, özür dilemek acizlerin işidir; güçlüysen doğruları çiğneyebilirsin inancını öğretiyoruz. Çocuklarımız yarın mühür ellerinde Süleyman olduklarında, onların topluma karşı işledikleri hatalar karşısında ise istifa etmelerini bekliyoruz. “Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı” diyor, köprüyü geçtikten sonra ise ayıya itaat etmeyi öğreniyoruz. Önce yöneticilerimizi asıyor, sonra itibarını iade ediyoruz. “Yiğidin öldürülüp sonra hakkının verildiği” bir toplumda yiğit bulamamaktan yakınıyor; yiğitlik gösterenleri ise delilikle itham ediyoruz. Hakikate sadakatin değil, liderlere sadakatin ödüllendirildiği yönetim anlayışımızda, niteliksiz insanlar köprü başlarını Deli Dumrullar gibi tuttuğunda yolsuzluktan şikayet ediyoruz. “Bükemediğimiz eli öpmekle” kalmıyor, o elin sözcüsü kesiliyoruz. Yanlışları açıkça ifade eden dürüst insanları izole ediyor, sürüyor, “dokuz köyden kovduktan” sonra “neden konuşmuyorsun birader?” diyoruz. Eğitim sistemimizde mevcut bilgileri sorgulayan öğrenciyi ukalalıkla suçluyor, “meyve veren ağaçları taşlıyor,” düşünürlerimizi yalnızlığa mahkum ediyor, sonra da düşünsel fakirlikten yakınıyoruz.
Sütten sürekli ağzımız yandığından süt içmeyi bıraktık; fakat yoğurdu hâlâ üflemeye devam ediyoruz. Yoksa siz de acizleştirilenlerden misiniz?

Paylaş Tavsiye Et