Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Küreselleşme ve İslam Dünyası
Hasan Kösebalaban
KÜRESELLEŞME, yaygın olarak anlaşıldığı üzere, uluslararası sermaye, mal ve insan akışının hızlanma sürecini ifade ediyor. Bu yaklaşıma göre, küreselleşme sayesinde devlet sınırlarının giderek ortadan kalktığı ve uluslararası pazarların hakimiyetinin ilan edildiği ‘sınırsız’ bir dünya kurulmuş oluyor. Daha çok liberal bakış açısını yansıtan bu tanım, sürecin ancak ekonomik boyutunu karşılayabiliyor. Daha eleştirel düşünenler de bu maddi boyutun dışına çıkamayarak küreselleşmeyi bir tür uluslararası sömürü düzeni ya da ekonomik taleplerin ve dolayısıyla kültürlerin giderek homojenleştiği bir süreç olarak tanımlıyorlar. Neticede bu eleştirilerin çoğunlukla ilham kaynağı olan Marksist düşüncenin, küreselleşmeyi maddi boyutun dışında değerlendirebilmesi, bu ideolojinin temel paradigmaları açısından beklenemezdi. Oysa olumlu ya da olumsuz boyutlarıyla küreselleşmeyi, sadece şirketlerin devletlerin yerine geçtiği bir düzen olarak nitelendirmek doğru olsa da eksik bir bakış açısıdır. Üstelik ne sömürgecilik, ne de şirketlerin devlet politikalarına yön vermesi başlı başına bir yenilik değildir; aksine bunun örnekleri yakın dünya tarihinin önemli bir kısmını teşkil eder. Yakın tarih boyunca güçlü ve sömürgeci Batı için dünyanın sınırları zaten yoktu.
Portreyi tersine çevirerek bakmak çoğu zaman gözden kaçırdığımız ayrıntıları ele verebilir. Düz bir bakışla tek bir anlam ifade eden küreselleşme portresini de tersine çevirerek bakmak durumundayız. Süreci bu şekilde anlama noktasında Anthony Giddens’ın değerlendirmesine başvurulabilir. Giddens küreselleşmeye “tersine sömürgecilik” olarak bakıyor. Örneğin ABD’nin Meksika’dan elde ettiği topraklar küreselleşmenin hızlandırdığı göç hareketleriyle yeniden Meksikalılaşmakta. Göç hareketleri küreselleşmeye özgü bir şey olmasa ve çok daha yoğun göç hareketleri asırlar önce yaşanmış olsa da, Giddens’ın alternatif bakış açısı önemli. Küreselleşme sömürgecilik sisteminden önemli bir kopuşu yansıtıyor: Sömürülen insanlar için de artık dünyanın sınırları ortadan kalkıyor.
Küreselleşme, mevcut sınırları onlar için de kaldırarak, sömürülen halkları güçlendiriyor. Küreselleşmenin en önemli ve sömürge sistemi açısından en ürkütücü boyutu üçüncü dünya halklarının sosyal mobilizasyonunu artırıyor olması. Küreselleşme sayesinde dünyada McDonalds’ın bulunmadığı bir tek yerinin kalmadığı doğru bir tespit olabilir; ancak diğer taraftan yine küreselleşmeden istifade etme suretiyle ABD’nin her köşesinde bir Çin ya da Hint fast-food restoranı bulmak mümkün hale gelmiştir. İnternetin ve medyanın Batı medeniyetinin elinde bir kültürel homojenleştirme aracı olduğu kuşkusuz bir gerçek. Ancak internet ve medya aynı zamanda ezilen halk kesimleri için de önemli bir direniş aracı haline geldi. El-Cezire televizyonu bu açıdan verilebilecek en güzel örnek. Batı eğitimli, kendi ülkelerindeki siyasi sorunların farkında olan ve bu konuda bir şeyler yapma ihtiyacı hisseden bir grup genç insanın kurduğu el-Cezire sayesinde Arap halkları, 24 saat müzik, marş ya da Kuran-ı Kerim yayını yapan ulusal televizyonlar yerine 24 saat haber ve siyasî analiz yapan bir uluslararası kanala kavuştu. Tamamen küreselleşmenin bir meyvesi olan bu kanal ilginç bir şekilde Orta Doğu’da demokrasi söylemini elden bırakmayan ABD’yi ürkütüyor. Küreselleşen bir dünyada bilgi ve haber kirliliğinden yakınanlar haberin kendi kontrol ve üretimlerinden çıkmış olmasından müşteki durumdalar. Zira bilgi üretimi bir güçtür.
Yeryüzü nüfusunun dörtte birinin mensubu olduğu ve en hızlı büyüyen din olan İslam, bugünün uluslararası siyasî ve ekonomik sisteminde ezilen toplum kesimlerini temsil ediyor. Müslümanların bir siyasi gücü bulunmuyor; dünya ekonomi ve siyaset kararlarının alındığı zeminlere Müslümanlar dahil edilmiyor. Müslümanların taraf olduğu bütün sorunlar uluslararası sistem tarafından Müslümanların hilafına çözülmeye çalışılıyor. Müslümanlar dünya eğitim ve sağlık standartlarının altında yaşıyorlar. Bütün bunlar İslam Dünyası’nın dünya pazarlarına sağladığı devasa petrol arzına ve maddi gelire rağmen meydana geliyor. Ancak bu anlatılanlar üç yüz yıldır İslam Dünyası’nın içinde bulunduğu durum. Arap halklarının, Endonezya balıkçılarının ya da Orta Asyalı pamuk işçilerinin bu şiddetli taarruza direnme şansları yoktu. Sömürgecilik geride eğitimsiz bir halk ve kendi halkından kopuk eğitimli ve varlıklı bir burjuva sınıfı ortaya çıkardı. Ancak onların torunları bugün kendi ülkelerindeki sorunların farkında olarak varlıklarını küresel boyutta tescil ettirmek istiyor. Küreselleşme sürecine kültürel asimilasyona uğramadan iştirak etmeyi talep eden yeni bir eğitimli ve varlıklı sınıf oluşuyor. Uluslararası sistem İslam Dünyası’ndan yükselen bu iştirak talebi karşısında bocalıyor. Bir taraftan talebin karşılanması halinde yüzyıllık bir sömürgeci çıkar birikiminin ortadan kalkmasından endişe edilmekte, diğer taraftan süreç tersine çevrilemediği için direnmenin imkanı görülmemektedir.
Uluslararası sistemin Müslümanların iştirakine kapalı olması İslam Dünyası’nın birçok bölgesinde olduğu gibi çatışmayı; açık olması ise, Türkiye örneğinde yaşandığı gibi, kimliklerin dönüşümünü getirecektir. Uluslararası sistem İslam Dünyası’nın birçok bölgesindeki gerçek problemleri gözden uzak tutarak barışçı bir katılımın önünü açamayacak, çatışmayı ise uzun süre kaldıramayacaktır. Küreselleşmeden güç kazanan İslam Dünyası’ndaki sosyal aktörler ise küreselleşme sürecinin gerçek kazançlılarıdır

Paylaş Tavsiye Et