Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Ayşe ağlıyor
Kemal Sayar
İBRAHİM Bey ve Kur’an’ın Çiçekleri filminin ortasında, hüngür hüngür ağlayarak sinemayı terk eden genç kız şimdi karşımda oturuyor. Az önce annesi aramış ve acilen randevu istemişti. Bu onu ilk görüşüm değil. Ama karşımda ilk kez ağlıyor. İlk kez bu kadar savunmasız, ama bir o kadar da kendisi. “Ben ait olmak istiyorum” diyor Ayşe, “bir yere ait olmalıyım, bir inanca, bir görüşe. Şurada veya burada, ama bir yerde olmalıyım”. Dindar anne babanın bu görünüşe göre uçarı kızı, ilk kez kaderle ilgili yoğun sorularıyla gelmiş karşıma oturmuştu. Kelebeklere özgü bir coşkuyla o konudan bu konuya sekiyor, sorularının cevaplanamazlığından emin görünüyordu. Böylece, anne ve babasının inandığı gibi inanmamış oluyor, bu çetin sorularla kendi farklılık ve biricikliğine bir pencere açıyordu. “Ben ilahiyatçı değilim” dedim, “sorularına cevap arayacağın yer burası değil. Ama bu soruların senin için neden bu kadar yakıcı ve önemli olduğunu birlikte konuşabiliriz”. Kabına sığamayan, ailesinin ona ördüğü kozayı zorlayıp kırlara uçmak isteyen yüzlerce genç kızdan biriydi Ayşe. Yüzlerce genç kız gibi o da çok sevilmek, el üstünde tutulmak, anlaşılmak istiyordu. Ona nasihat etmedim. Bu hatayı bir kez on yedi yaşında bir başka genç kızın karşısında yapmıştım. Yitirdiği liseli aşkının ardından neredeyse altı aydır yas tutan ve ağlayan bir genç kıza, çok bilmiş, çok şeyler görmüş geçirmiş bir ağabey edasıyla nasihat etmiş, “daha karşına seveceğin kimler çıkacak, dur bakalım” demiştim. O genç kız, çıkışta hüzünlü gözlerini yerde gezdirerek annesine, “doktor beni anlamadı” demişti. Besbelli ki o kendi hayatında eşi benzeri olmayan bu durumun biricikliğinin tescil edilmesini istiyordu. Böyle bir aşkla yalnız kendisinin sevebileceğini ve bir daha asla böyle sevemeyeceğini düşünüyordu. Bir onay istiyordu, iç dünyasının biricikliğine ve yaşadıklarının derinliğine, bütün bunları boşuna yaşamadığına dair bir onay. Nasıl incindiğini doktorun da hissedebilmesini istiyordu; birisi onun ruhuna dokunabilsin, orada ne fırtınalar koptuğunu görsün istiyordu. O genç kız, aşk meydan muharebesinde çok erken yaralanan ve yarasını bir doktora göstermeye çalıştığı ilk seferinde sükut-ı hayale uğrayan o ‘muharip gazi’, bana önemli bir şey öğreterek kayboldu gitti: Asla nasihat etme!
Ayşe’ye nasihat etmedim; çünkü nasihat ettiğiniz bir insanı yeterince anlamış olamazsınız. Nasihat ettiğiniz birisini kolayca bir stereotipe sıkıştırır ve o kalıplaşmış tip hakkındaki malumatınızı bireysel farkları dikkate almaksızın boca edersiniz. Anlayıp hissedebilmek, hemhâl olabilmek, öğüt vermekten daha değerliydi. Ayşe cıvıl cıvıl bir kız, kırların rengine bürünmek isteyen bir kelebek, âlem kanatlarındaki renkleri görsün istiyor. Anne babasının dindarlığı Ayşe’yi ‘kesmiyor’, onun daha derin soruları, daha yakıcı bir ıstırabı var. Onların çeşmesinden içtiği su, susuzluğunu dindirmiyor. Ama aslında her kız çocuğu gibi, en çok babası tarafından sevilmek istiyor. Babası tarafından onay görmek, onun tarafından pışpışlanmak, okşanmak, takdir edilmek istiyor. Anne babasının yaşam biçimlerine başkaldırırken diyor ki Ayşe, “beni daha çok sevin! Benim biricikliğimi hissedin! Bunu bana söyleyip beni şımartın!” Ayşe ait olmak istiyor. Önce her çocuk gibi babasının ülkesine. Sonra onu çevreleyen, anne ve babasına bir yaşama biçimi, bir anlam sağlayan düşünce ve duygu iklimine ait olmak istiyor. Ama bunu anne babasının yaptığı gibi yapmak istemiyor. O kendi cıvıltısıyla, coşkusuyla, yaşama sevinciyle orada olmak istiyor. Oysa ailenin göreneklerinde bu yok, dinî yaşayış coşkulardan el etek çekeli çok olmuş. Ne yapsın Ayşe? Nereye koşsun şimdi, nerede olsun?
Eskiden aidiyet sorusuna cevap vermek daha kolaydı. Muhafazakâr ailelerin tutundukları aidiyet üç aşağı-beş yukarı aynıydı ve hayatın sorularına iyi kötü cevaplar üretebiliyordu. Eskiden ya burada ya da oradaydınız. Irmağın iki yakası vardı ve siz birisinde yer alıyordunuz. Yeni kuşaklar hibrid. Onlar dünün ve bugünün melezleri, hatta yarının da. Onlar sizden aldıkları aidiyet hissi ile yetinemiyorlar. Baş döndürücü bir rüzgar esiyor etraflarında, kronolojik zaman alabildiğine hızlanmış, durmadan imge yığıyor önlerine. Her şey çok hızlı, o yüzden hiçbir şey kökleşemiyor. Yer tutmak çok zor. Çok sayıda doğru var, ama hiçbir doğru, kişinin iç aleminde ruhu sükûna erdirecek bir yoğunluğa ulaşamıyor. Aslında anne babaların da kafası karışık. Çünkü onlar da yerli dizi seyrediyorlar; onların da en büyük eğlencesi, televizyon kanalları arasında sihirli bir halıya binmişçesine yaptıkları yolculuk. Ayşe diyor ki, “babam eve geliyor ve gece yatana kadar televizyon seyrediyor. Arada namaz kılıyor. Sonra dönüp yeniden televizyon seyrediyor. Televizyonun karşısında uyuyor.” Çocuklarımıza sunabileceğimiz en değerli hediyeyi esirgiyoruz onlardan: Zaman. Çocuklarımız dikkat ve varlığımızı onlara sunmamızla bir güvenlik ve aidiyet hissine kavuşurlar. Pazar ekonomisinin yaydığı psikoloji anne babalık gibi paraya tahvil edilemeyen işleri tenzil-i rütbeye uğratıyor. Yakınlık, samimiyet, dostluk, diğerkâmlık gibi değerler; pastadan pay almamızı sağlamıyorlarsa eğer, kolayca çöp sepetine atılabiliyor. Diğerini duymaya ne kadar da az zaman ayırır olduk. Sohbet için hiç vaktimiz yok. Hayat için umarsız bir koşturmaca, ilişkilere menfaat eksenli bir bakış, ruhlarımızı varolmanın ıstırabından sıyıran uçarı bir neşe; kirletip duruyor içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı. Sorun Ayşe’de mi? Anne babasında mı? Dindarlığın dahi zemininin sarsıldığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Bizatihi dindar olmak veya dindar görünmek insanlara ahlakî bir aidiyet hissi sağlamıyor. Dindarlığın kendisi insanları hayasızlıktan, çalıp çırpmaktan, torpilli ihale alımlarından korumuyor, koruyamıyor. Herkeste, her şeyde bir yersiz yurtsuzluk. Cep telefonlarından mesaj göndererek kandil kutluyoruz. Dinin zahmetsiz versiyonları. Buharlaşan büyük anlatılarla birlikte, nereye tutunacağını bilemeyen, köksüzleşmiş, popüler kültürün oyuncağı haline getirilmiş bir gençlik. Nereye gidecek? Eve gitse, anne babası orada televizyon seyrediyor. Sokakta kimi arkadaşları Sabbah’ın fedaileri gibi haşhaş çekip kendilerinden geçiyor. İmam Hatip Lisesinde okuyan on beş yaşında bir genç kızı babası kolundan tutup getirmiş, ekstazi kullanıyor diyor. Çelimsiz, ürkek kız, korka korka konuşuyor, bütün tuvaletlerde var diyor bu, okulun yarısı müptela. Gençlerin pek çoğu internet üzerinden tanışıp chatleşiyor. Sanal alemde bir bilseniz neler olup bitiyor. Konuşmak ve sevmek bile şekil değiştiriyor. İlginç zamanlarda yaşıyoruz. Aidiyet problemi üzerine her zamankinden fazla düşünmek gerekiyor. “Artık orası olmayacak çünkü hepimiz buradayız” diyor küreselleşmeyi anlatan bir slogan. Hepimiz buradayız ve bir orası yok. Köksüz, yurtsuz, kimsesiz, yalnız. Anne babalarımızdan dahi emniyet almadan. İşte bunu en uzak hücrelerine dek hissettiği için, Ayşe ağlıyor.

Paylaş Tavsiye Et