Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Zihni Sinir’i hatırlamak: Semazen heykeliyle turist getirme ‘proce’si
Cihat Arınç
POROF. ZİHNİ SİNİR’İ bilmeyen yoktur. O derece akla hayale gelmedik lüzumsuz ‘proce’ler üretir ki, kendi içerisinde tutarlı ve işlerlik sahibi olsalar da, son kertede bu ‘proce’lerin hiçbir işe yaramayacağı kolaylıkla görülebilir. Bu ‘proce’leri incelerken insanı gülümseten de zaten bu kadar lüzumsuz ve işlevsiz ‘proce’lerin kendi içerisinde nasıl bu kadar tutarlı olabildiği sorusu değil midir? Yani maksat ile mahiyet arasındaki uçurum... Kimi zaman bu türden bizi gülümseten projelerin gerçekte de üretildiğine şahit oluyoruz. Sözgelimi, 2003 yılında Türk–Japon işbirliği ile kurulan Adil Karaağaç Anadolu ve Teknik Lisesi Endüstriyel Otomasyon Teknolojileri Bölümü öğrencileri de Zihni Sinir ‘proce’lerine bir yenisini ekleyerek ‘semazen robot’ yapmışlardı. Teknoloji alanında yaşanan böyle gelişmeler insanı tebessüm ettirirken, benzer projeler idarî sahada büyük maliyetlerle gerçekleştirilmeye kalkışıldığında, ne yazık ki aynı sempatiyi uyandırmıyor. Nitekim AKP’li İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları Kadir Topbaş ve Melih Gökçek’in bazı projeleri de Zihni Sinir’inkileri hatırlatıyor; ancak görünen o ki onlar bu projeleri Zihni Sinir karakterinin çizeri İrfan Sayar’ın yaptığı gibi mizah olsun diye üretmiyor.
Başkan Kadir Topbaş da herhâlde ‘semazen robot’ projesinden çok etkilenmiş olacak ki, geçtiğimiz günlerde basına verdiği bir demeçte Yassıada civarında yer alan ve balıkçı adası olarak bilinen Sivriada’ya yaklaşık 110 metre uzunluğunda bir ‘semazen heykeli’ yaptıracağını söyledi. New York’taki 93 metre yüksekliğindeki Hürriyet Heykeli’nden “bile” (!) daha büyük ebatta olacak heykelin çevresine üç semavî dinin mabetleri de yerleştirilecekmiş. Topbaş, binlerce yıldır farklı din ve kültürlere mensup insanların bu şehirde bir arada huzur ve barış içinde yaşadığını dünyaya böyle bir simge ile yansıtmak istiyormuş. “Acaba Kadir Başkan, İstanbul’la Konya’yı karıştırdı mı?” eleştirilerine kulak asmayan Topbaş’ın söylediklerine bakılırsa, içerisine girilebilecek olan semazen heykelinin etek altlarında turizm amaçlı yerler olacakmış; ayrıca bu proje, “cesur girişimcilerin” tekliflerine açıkmış. Heykel, Marmara Denizi açığından İstanbul’a gelirken ilk algılanacak bir anıt olarak ortaya çıkacak; arkasından İstanbul’un asıl silueti belirecekmiş.
Hatırlarsanız, Melih Gökçek’in de 2004 yılındaki yerel seçimler öncesinde buna benzer ‘parlak’ projeleri vardı: Şehrin beş ayrı girişine Atatürk’ün, Fatih’in, Nasreddin Hoca’nın ve Mevlâna’yı simgeleyen semazenlerin 50’şer metrelik dev heykellerini yapmak; dünyanın tüm hayvanlarının bez maketlerinden oluşan yapay bir hayvanat bahçesi kurmak; Ankara Kalesi’ne, içinde lokanta ve seyirlik mekânın da bulunduğu 180 metrelik dünyanın en büyük bayrak direğini dikmek; kalenin arkasındaki Hıdırlıktepe’nin en üstüne muhteşem bir otel yapıp otelin tepesine de Airbus uçakların en büyüğünün maketini kondurmak, Gökçek’in projelerinden yalnızca birkaçıydı. Gökçek amacının, bu ‘parlak’ fikirlerle Ankara’yı turizm cenneti hâline getirmek olduğunu söylemişti fakat pek çok zamane Nef’î’sinin sihâm-ı kazâ’sına maruz kaldı. Gerçi bu eleştiriler üzerine Gökçek vazgeçti vazgeçmeye; ama şimdi aynı projeler, Topbaş’ın masasında ve ‘mimarlık doktorası’ olan başkan, bu orijinal fikirli projeleri hayata geçirmekte kararlı. Bu noktada insanın aklına, Sivriada’daki projeye talip olacak “cesur girişimcilerin”, Gökçek’ten umduğunu bulamayan “cesur girişimcilerle” aynı kişiler olup olmadığı sorusu geliyor.
Hüsn-i zanda bulunmak esas olduğuna göre Topbaş ve Gökçek’in samimiyetinden şüphe etmemek gerekir. Bu durumda insan, bu projelerin nasıl bir argümanla savunulduğunu merak ediyor doğrusu. İddiaya göre, bu heykeller şehre çok turist getirecek. Turist demek para demek; öyleyse şehrimize para akacak! Para zenginlik demek, zenginlik konfor demek, konfor haz demek, haz ise mutluluk demek. O hâlde, neticede bu projeler insanımızı daha mutlu kılacak. İnsanın yeryüzündeki amacı ‘mutluluk’ olduğuna göre, bu heykeller ya yapılacak ya yapılacak! Karşı çıkanlar, insanımızın saadetiyle oynuyor! Nasıl da bayağı bir akıl yürütmedir bu; böyle pragmatik, böyle ütiliteryen (faydacı), böyle hedonist (hazcı)? Sadece bu öncüllerle kalsa iyi, bu gülünç projelerin yapımına küresel politik gelişmeler de kılıf ediliyor. İnsan sormadan edemiyor: Eğer 11 Eylül olmasaydı, o heykelin çevresine üç semavî dinin mabetlerinin yerleştirilmesi yine düşünülür müydü? Cami, kilise ve sinagogların tarihin tabiî seyri içerisinde yan yana yer aldığı örnekler, İslâm tarihinde ve coğrafyasında pek çoktur. Hz. Ömer’in, Hıristiyanların hac mekânı olan Kudüs’teki Kıyamet Kilisesi’ni ziyaret ettikten sonra “benden sonra âdet hâlini alır da burası camiye çevrilir” endişesiyle namazını kilise avlusunun dışında kıldığı ve o mahâle sonradan inşa edilen caminin, kiliseyle aynı duvarı paylaştığı bilinir. Yine benzer örneklere, İstanbul başta olmak üzere gayrimüslimlerin yaşadığı bütün Osmanlı şehirlerinde rastlamak mümkündür. Ancak bu tabiî örneklerin aksine, dinî çeşitlilik burada tamamıyla yapay ve küresel politikaların basit bir aleti olarak görülüyor. Sayın Topbaş’a sormak lâzım: Sadece yaban eşeklerinin yaşadığı bir adadaki mabetlerin cemaatleri nasıl tedarik edilecek? Yap-işlet modeliyle bu sorun da hâl yoluna konur mu dersiniz?
Her şeyden önce, İstanbul taşıyla toprağıyla başlı başına bir sembol şehirdir; böylesi bir sembol zenginliği içerisinde yapay semboller ikame etmeye kalkışmak ise yersizdir. Bu projelerin estetik açıdan değer/sizliğ/ini detaylarıyla tartışmak için ne yerimiz, ne de takatimiz var; ancak Topbaş’ın atıf yaptığı değerler açısından söz konusu heykel fikrini ele almak lâzım. Topbaş, bu heykeli medeniyetimizin engin hoşgörü fikriyle temellendiriyor. Mademki kendi medeniyetimizin manevî değerlerine fazlaca atıf var; o zaman peşinen söyleyelim ki, bu atıfları yapmadan önce bu medeniyetin anlam dünyasını iyi kavramak gerekir. Birincisi, semazen figürü ve simgelediği değerler manevî (transcendental) daireye ait. İkincisi, medeniyetimizin mimarî eserleri arasında sırf anıt olsun diye inşa edilmiş bir tek örneğin varlığından söz edilemez. Bununla beraber pek tabiî ki, kamu yararı güden vakıf binaları abidevî olarak inşa edilmiştir; zira vakıf malının sahibi Allah’tır. Kavîlik bakımından Hakk’ın bekasından ve azametinden izler taşımasının yanı sıra, “Allah güzeldir, güzeli sever” hadisi gereğince ruha safa veren bir estetikle yapılmıştır bu eserler. Fakat her şeyden önce bir maksada binaen vardırlar. O sebeple, bu medeniyet havzasında hiçbir işe yaramayan dev heykeller görülmez. Ama sözgelimi abidevî çeşmeler görmek mümkündür. Belki bunlar da görkemli yapılardır ama bütün estetik inceliklerini ve haşmetini soyup çıkarsanız, yine de geriye çeşmelik vasfı kalır. Çeşme, sebildir; almadan vermektir. Bizim kültürümüz bu değerler çerçevesinde oluşmuştur. Peki ya Sivriada’ya inşa edilecek olan semazen heykelinin vasfı ve maksadı nedir? Getiri amaçlı faydadan (utility) dem vuruyor değilim; ama almadan verme (vakıf) merkezli bir faydası var mıdır? Semazen gibi ulvî çağrışımları olan bir figürün içi, yap-işlet modeliyle inşa edilecek turistik alışveriş-eğlence merkezleriyle mi doldurulacaktır? Bu, metafizik temelli sembollerin tam anlamıyla içinin boşaltılması değilse nedir? Muhatapların lisanıyla soracak olursak, her şeyi tüketime endekslemek bize ne yarar sağlayacaktır? Medeniyet birikimi, Kadir Bey’in diline pelesenk ettiği üzere “marka yapıp satılacak” bir şey midir?

Paylaş Tavsiye Et