Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Avrupa’da yükselen eksen: Muhafazakârlık ve değişim
Sadi Karamanlı
AVRUPA’nın cari siyasî dengelerini temel alarak muhafazakârlığı ve değişim dinamiklerini irdelemenin zorlukları aşikâr. Bunun temel nedeni ise, konjonktürel açılımların ya da İkinci Dünya Savaşı gibi profan gelişmelerin sonucu olarak siyasî yelpazenin sağ ya da sol cenahında yer alan hareket ve devlet adamlarının kimi zaman muhafazakâr, kimi zamansa reformcu-değişimci kamplarda tasnif edilmeleri. Muhafazakârlığın tanımı ve tabiatı konusunda okurlara M. Akif Kayapınar’ın Anlayış-Şubat 2004’te yayımlanan “Muhafazakârlık neyi muhafaza eder?” başlıklı yazısını önerip Avrupa (özellikle de Avrupa Birliği) eksenli analizimize geçelim.
Geleneksel olarak siyasî rehaveti çağrıştıran yaz ayları, 2005 yılında Avrupa’nın son yıllarda yaşadığı en ciddi yönetim, yönelim, siyasî meşruiyet ve kimlik krizini tetikledi. Siyasî bütünleşme fikrini maksimum etkiyle hayata geçirmek için kaleme alınan Avrupa Anayasası’nın Fransa ve Hollanda gibi AB’nin iki lokomotif üyesinin halkları tarafından ciddi çoğunluklarla reddedilmesi; referandum yenilgisini gizlemek isteyen Jacques Chirac’ın İngiltere’nin AB’ye ödediği katkı payından 1984’ten itibaren yapılan 3 milyar sterlin dolayındaki kesintinin adaletsizliğini tartışmaya açması ve Blair’in bu taarruza AB bütçesinin dağıtımını -özellikle de Ortak Tarım Politikası’nı- temelden sorgulayan bir karşı taarruzla cevap vermesi tansiyonu birden yükseltti. Konjonktürel siyasî gündemin standart malzemeleri gibi görünen Anayasa referandumu sonuçları, İngiltere’nin katkı payındaki kesinti meselesi ve Brüksel’deki tüm konsensüs mekanizmalarını zorlayan bütçe tartışmalarının altına dikkatle bakınca Avrupa’daki yeni bir muhafazakârlık-değişim dalgasının etkilerini görmek mümkün.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik-siyasal reform söylemleri içinde gelişen Keynezyen talep yönetimi politikaları-Refah devleti-sosyal piyasa ekonomisi temelli değişim dalgası, Avrupa’nın yeniden yapılandırılması misyonunu tamamlayıp AB’ye ana karakterini verdikten sonra miadını doldurmuş durumda. Tarihsel rol değişimi icabı, düşünce ekseninde muhafazakârlığın eskimez arkadaşı olmuş ekonomik liberalizm, küreselleşme söylemi eşliğinde yeni değişim dalgasının yönlendirici gücü olmaya namzet. Yalnız bu kez farklı olan, Avrupa’daki siyasî hareketler arasındaki zemin kaymalarından dolayı klasik sağ-sol ayrımının iyice belirsiz bir hal alması ve örneğin “yaşlı Avrupa”yı küreselleşen liberal ekonomiye entegre etme görevine talip olan İngiliz İşçi Partisi’nin, kendisini sosyal-demokrat olarak tanımladığı halde, yaklaşan AB dönem başkanlığını sosyal demokrat Avrupa projesinin altını oymak için kullanmaya hazırlanması.
Elbette ki Avrupa ülkeleri ve bu ülkelerle dönemin süper güç ya da güçleri arasındaki sosyo-ekonomik dengeler, baskın argüman ya da modelin kimin modeli olacağını da büyük ölçüde belirlemekte. Öyle ki, Lady Thatcher’ın demir yumruğu altında acı reform reçeteleri uygularken Avrupa’nın periferisinde görülen İngiltere’nin klasik Anglosakson ekonomik modelinin hafif sosyal rötuşlu versiyonu, AB’nin kurucu Franko-Germen Rheinlad modelini tehdit edecek konuma pek de uzun olmayan bir sürede gelebildi. Bu gelişmede, AB’nin merkezî ülkelerindeki ekonomik durağanlık, Avrupa Merkez Bankası ve avronun getirdiği parasal katılık, mali politikalar üzerindeki, AB ve siyasî maliyet baskısı ve son olarak yönetici elitler ile geniş halk kesimleri arasındaki iletişim kopukluğunun etkisini vurgulamak gerekiyor. Diğer taraftan, 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan küresel güvenlik mimarisinde Washington yönetiminin “ya bizimlesiniz; ya değil” yaklaşımının da AB ülkelerini ABD ile ilişkilerde daha net tavır almaya zorladığı bir gerçek. AB bütçesi üzerinde uzlaşmazlıkla sonuçlanan Brüksel Zirvesi’nin ardından Tony Blair’in üstü örtülü bir güç gösterisi yaparak, “Avrupa, geleceği ile ilgili bir karar vermek zorunda. Bundan sonra temel ayrımlar etkin bir piyasa ekonomisine yapısal geçiş yapan ülkeler ile diğerleri ve Amerikan dış politikasına aktif destek veren ülkeler ile diğerleri arasında olacak” demesi boşuna değil. İngiliz lider, Fransız ve Alman muhataplarının siyasî desteğinin tabana vurduğu bir anda AB dönem başkanlığını devralacak olmanın getirdiği fırsatları, Avrupa’nın gelecekteki istikametini şekillendirmek için kullanmaya kararlı.
Başta bahsettiğimiz muhafazakârlık-değişim dinamiğine günümüz Avrupa liderleri bağlamında bakacak olursak; “yaşlı Avrupa”nın, sanayi ve tarım sektörleri için kapsamlı korumacılığın ve Demirelvarî popülizmin sembol ismi ve Fransa’da son yılların en az desteklenen başkanı Chirac’ın koltuğunu iki yıl içinde Nicholas Sarkozy’ye devretmesi bekleniyor. Alman Şansölyesi Schröder son seçim yenilgisinin ardından sonbaharda büyük ihtimalle yerini CDU lideri Angela Merkel’e bırakacak; İtalya’da Berlusconi’nin siyasî desteği giderek erimekte ve İngiltere’de Tony Blair iki yıl içinde başbakanlığı muhtemelen maliye bakanı Gordon Brown’a bırakmak durumunda. Liderler vitrini açısından yenilenen Avrupa’da genel eğilim, Atlantikçi özellikleri ve serbest piyasayı yerleştirme iradeleri öne çıkan sağcı yönetimlerin iş başına gelmesi yönünde. Yani yakın geleceğin Avrupası’nda değişimci bayrağını taşıyan siyasî hareketler paradoksal biçimde muhafazakâr bilinen serbest piyasa ve ABD ile yakınlaşmayı savunan partiler olurken, kendisini ilerici diye niteleyen sosyal demokrat ve sosyalistlerin payına, kurulu sistemi savunma anlamında muhafazakârlık düşecek (Gordon Brown yönetimindeki İngiliz İşçi Partisi ne ölçüde istisna sayılır, tartışmaya açık). Kim bilir, belki İngiliz Muhafazakâr Partisi bile Oxbridge takıntısı, iletişim problemi ve liderlik handikabını aşarak ‘değişimci muhafazakâr’ koroya katılabilir gelecek seçimlerde.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar