Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Cogito(suz) Ergo Sum*
Necmettin Doğan
AVRUPA ülkelerindeki ortaöğretim düzeyini ölçen Pisa araştırmasında, Türkiye’nin sıralamadaki yerinin pek içi açıcı olmadığı aşikar iken, bu durumun Türkiye’de ciddi bir şekilde gündeme gelmemesi; özellikle Almanya ve Avusturya’nın, İskandinav ülkeleri karşısındaki görece başarısızlığının, bu ülkelerdeki eğitim ve siyaset çevrelerinde sebep olduğu gürültü göz önüne getirildiğinde, ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Lakin, başarısızlığın yüksek öğretimi de kapsadığı ve bunun ilgili kurum ve kişilerce neredeyse savunulduğu hatırlandığında, ortada şaşırtıcı bir durumun değil, bir özgüllüğün söz konusu olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Özgüllük kelimesi ise tarihsel, ekonomik ve kültürel bir arkaplanı imlemektedir. Bu yazıda, mezkur özgüllüğün Osmanlı-Türk entelektüellerince nasıl dile getirildiğini ve değişik şartlar içerisinde nasıl inşa edildiğini kabaca tasvir ederek, konuyla ilgili tarihsel bir bakış ortaya koymaya çalışacağım.
Eğitim konusundaki karmaşıklığın ve ideolojik çatışmaların tohumlarının Tanzimat reformlarıyla atıldığı rahatlıkla söylenebilir. Zira II. Abdülhamid döneminde doruğa ulaşan eğitim sistemindeki ikiliğin husûle getirdiği tartışmalarda, Tanzimat reformlarına sıklıkla atıfta bulunulduğu görülmektedir. Tanzimat reformlarıyla devleti kurtarmak amacına matuf Batı tarzı eğitim kurumları oluşturulurken, ulemanın bürokrasi içerisindeki konumu zayıflatılmış, medreseler ise kendi haline bırakılmıştır. Bu konudaki ilk şikayetlerin, aralarında bazı ulema mensuplarının da bulunduğu Yeni Osmanlılar tarafından dile getirilmiş olması ise bu durumun bir yansımasıdır. Yeni Osmanlıların üzerinde durdukları sorun, devleti kurtarmak üzere yeni oluşturulan eğitim kurumlarından yetiştirilen bürokratların, halkla ilişkilerinin zayıflaması, özentili bir yaşama meyletmeleri ve kendilerine olan güvenlerinin zayıflaması olmuştur. Diğer taraftan geleneksel eğitim kurumlarının ihmal edilmesini şiddetli bir şekilde eleştirmişlerdir. Tanzimat bürokratları II. Abdülhamid tarafından tasfiye edilmiş olsa da, bu dönemde eğitim-öğretim konusundaki mülahazalarda bir değişiklik olmamıştır. Abdülhamid döneminde örnek yeni Osmanlı insanı, Ahmet Mithat Efendi’nin formüle ettiği, Rakım Efendi’nin şahsında tecessüm etmiştir. Fakat ismi rakamdan gelen, rasyonel, çalışkan, hem Batılı hem Doğulu Rakım Efendi’nin, II. Meşrutiyet sonrasındaki gelişmeler dikkate alındığında, pozitivist ve Batıcı aydın sınıfı tarafından iğdiş edildiği görülmektedir. Zaten Abdülhamid döneminde de Rakım Efendi’den çok, “araba sevdalısı” tipler ortalığı kaplamıştır. II. Meşrutiyet döneminde, İslamcılar bu muhafazakâr tutumdan farklı olarak Tanzimat sonrasında oluşturulan eğitim sistemine keskin eleştiriler yöneltmişler; geleneksel kurumların ıslahı ve manevi eğitimin geliştirilmesi gereğine işaret etmişlerdir. Ne var ki, İslamcılar daha çok savunma pozisyonunda kaldıklarından ve özellikle kadınların eğitimi konusunda son derece muhafazakâr, katı bir tutum sergilediklerinden, Fransız eğitim sisteminin yerine İngiliz eğitim sistemine (Prens Sabahaddin’in Osmanlı entelektüel ortamına taşıdığı Demolins’in projelerine) meyletmek gibi konjonktürel tavırlar dışında ciddi projeler geliştirememişlerdir. Ziya Gökalp’in formüle ettiği, maddi becerilerin yanında milli-manevi değerlerin aşılanması projesini ise, Cumhuriyet’in ilanından sonra izlenen eğitim politikaları göz önüne alındığında, tatbikata geçmemiş bir taslak olarak nitelemek mümkündür. 1839-1920 yılları arasında eğitim konusunda yapılmış tartışmaları ve tatbik edilen uygulamaları “devleti kurtarmak” kaygısıyla şekillenmiş pragmatik denemeler olarak değerlendirmek gerekir. Bu kaygının ise “derin tefekkürün” ve ciddi projelerin oluşumunu engellediği söylenebilir.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise, eldeki insan bakiyesi tabula rasa telakki edilerek, kurtarılan devlete yaraşır vatandaşın, dolayısıyla “ulusun” hasıl edilmesi meselesi ortaya çıkmıştır. (Tevhid-i Tedrisat’ın eğitim sistemindeki ikililiği kaldırmaktan öte, bu amaca yönelik olduğu aşikârdır). Diderot’nun tasavvur ettiği; yöneticilere sadık, topluma ve devlete faydalı, ailevî hayata yakışır, seküler, “erdemli” (Fransa’da III. Cumhuriyet’in ünlü bakanı Jules Ferry’nin kastettiği manada) ve Batılı değerleri benimsemiş bireyler yetiştirmek Cumhuriyet kadrolarının amacı haline gelmiştir. Bu doğrultuda oluşturulan politikalar neticesinde, Cumhuriyet’in icbar ettiği çuvala sığmayan akademisyenler üniversitelerden uzaklaştırılmış; böylelikle yeni yönetici kadrolar, etkisi bugün de devam etmekte olan bir kültürel kapital peyda etmişlerdir. Bunun orta ve ilköğretim düzeyindeki yansıması ise, dayatmacı ve halkın değerlerinden kopuk bir sistemin tatbiki şeklinde olmuştur. Söz konusu kültürel kapital, üniversitelerin bağımsızlığının ve düşünce üretiminin önündeki en büyük engellerden birini teşkil etmiştir. Düşünebilen bireyler yerine, “makbul” vatandaşlar yetiştirmek fikri, eğitimdeki kısırlığın bir boyutunu oluşturur. Fakat bu dışlayıcı kültürel kapitalin haricinde daha eski sorunların da bugüne kadar devam ettiği görülmektedir. Eğitim sisteminde bir türlü orjinalliğin yakalanamaması, özellikle 1980 sonrasında her türde “fason” mezun üretilmesi, bazı eski alışkanlıkların depreşmesinden başka bir şey değildir. Dostlar alışverişte görsün mantığının tarihsel arka planı “görüntüde Batılılığı” yakalamak arzusunda aranmalıdır. Fakat bu mantık (en azından istatistiki temelde!) “çağdaş uygarlık seviyesine” ulaşmak kaygısı, aşağılık kompleksi ve sağ-popülist politikalarla karışarak bugün daha çarpık bir hale gelmiştir.
Kısacası, Türk eğitim sisteminin bugünkü sorunları tarihsel gelişmelerle sıkı sıkıya ilintilidir. Pragmatizm, popülizm, devletin öncelenmesi, halkın eğitim yoluyla kendine yabancılaştırılmak, dönüştürülmek istenmesi, sürekli bir taklit mercii aranması, sivil eğitim kurumlarına karşı duyulan şüphe, istatistikî ve niceliksel değerlerin önemsenmesi, bugün de eğitim-öğretim sisteminin en önemli meseleleridir. Fakat burada göz önünde bulundurulması gereken husus, farklı düşünce geleneklerinin de, eğitimle alakalı makûl alternatif projeler geliştirememiş olmalarıdır. Belki de yapılması gereken ilk iş, bu konuyla ilgili geniş bir entelektüel platformun oluşturulması ve farklı taleplere karşılık gelecek sivil inisiyatiflerin desteklenmesidir. Böylelikle eğitim konusundaki totaliter anlayışları ortadan kaldırmak, bu konuda bir konsensus oluşturmak ve nihayet Cogito(lu) Ergo Sum’u yakalamak mümkün olabilecektir.
*İfade Oğuz Atay’a aittir.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Necmettin Doğan