Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Özel mi özel, maalesef ruhu yok...
Mutlucan Şahan
LİBERAL iktisadın kurucusu Adam Smith ünlü yapıtı Ulusların Zenginliği’nde hükümdar ve tüccarın birbiriyle uyuşması en zor iki karakter olduğunu ifade eder. Kendimizi piyasanın gizli elinin sihrine bırakmamız gerektiğini salık veren Smith, bu şekilde ekonomik alanın siyasal alandan özerk olması gerektiği yönündeki tezi ileri sürmekte ve söz konusu uyuşmazlıkta tercihini tüccardan yana koymaktadır. Liberalizmin bugün geldiği nokta, Smith’i bile hayrete düşürecek durumda diyebiliriz. Öyle ki, bu iki karakter uyuşmamak bir yana, aynı bünyede cisimleşiyor. Artık devir “hem ticaret, hem siyaset” devri.
Siyaset ve ticaret arasındaki muhabbetin geleceğini tahayyül etmekte o kadar başarılı olmasa da İngiliz iktisatçının aynı kitabındaki değerlendirmeleri, özelleştirmeyi savunanların bugün de dört elle sarıldıkları gerekçelere kaynaklık ediyor. Ekonominin düzgün bir biçimde işlemesi için rasyonel bireylerin serbest piyasa içinde özgürce tercih yapmaları gerektiğini düşünen Smith, bu işleyişin önündeki en büyük engellerden birinin kamu mülkiyeti olduğunu savunur. Smith’e göre özel mülkiyet sınırları içinde rasyonel tercihler yapabilen bireyler, iş kamu mülkiyetine gelince şaşırmakta, rasyonaliteyi bir kenara bırakıp verimliliği düşürmektedir. Çünkü Smith’e göre rasyonel bireyleri güdüleyen, rasyonel davranmak zorunda bırakan kendi çıkarlarıdır. Ancak kendi çıkarları için harekete geçebilen bu bireyler, kolektif çıkarlar söz konusu olunca üzerlerine düşen ihtimamı göstermez, müsrifçe davranırlar.
Ekonomi-politik tercihlerini özelleştirmeden yana kullananların savundukları şey aşağı yukarı bugün de aynıdır. Peki, o zamanlar özelleştirme diye bir kavramdan söz edilmezken, bugünü farklı kılan nedir? Elbette tarihsel, toplumsal, siyasal ve ekonomik konjonktür Adam Smith’ten bu yana hayli değişmiştir; fakat aradaki esas farkın ne olduğunu anlamak için öncelikle özelleştirmenin ne olduğunu anlamak gerekir.
Özelleştirme kavramının kullanıma girmesi çeyrek asır öncesine rastlar. Bugünkü haliyle ilk kez 1979 yılında Thatcher’ın seçim programında tariflenen özelleştirme, sözcük olarak da 1980’lerin başında bir sözlükte yer bulur. Thatcher’ın Atlantik ötesindeki muadili Reagan’ın da özelleştirme politikalarını uygulamaya başlamasıyla, aynı dönemde ABD eliyle dünyanın dört bir tarafına bu ekonomi politikaları ihraç edilir. Görüldüğü gibi özelleştirme, kapitalizmin krize girip yeni bir birikim modeline yönelmesi ve neo-liberalizmin ortaya çıkmasıyla eşzamanlı -daha doğrusu bu sürecin bir parçası- olarak doğmuştur.
Daha önceki dönemlerde de bir üretim aracının kamu mülkiyetinden özel mülkiyete geçmesinin örneklerine rastlanabiliyorken, özelleştirmenin iktisadî bir kavram olarak neo-liberalizmle birlikte gündeme gelmesi tesadüf değildir. Zira özelleştirme basit bir mülkiyet devri ya da ekonomi politikası değil, sermayenin belirli bir döneme özgü ihtiyacını karşılamaya yönelik ideolojik bir tercihtir.
Neo-liberalizm, tüm insanî faaliyetleri ve toplumsal ilişkileri kâr hırsına ve piyasanın insafına terk eden, insanların ancak bireysel çıkarları doğrultusunda verimli olabileceği varsayımını gerekçe göstererek kamu yararını göz ardı eden bir ideolojidir. Neo-liberal ideolojinin anayasası sayabileceğimiz Washington Mutabakatı’nda, kârlılığın her zaman verimlilik ya da üretkenlik anlamına gelmeyeceği gerçeği veya bu kârlılığın kimin yararına gerçekleşeceği gibi sorular yer bulmaz; buna karşılık “daha etkili bir yönetim performansı” için eğitim, sağlık gibi kamu hizmetleri de dâhil olmak üzere hemen her şeyin özelleştirilmesinin ne kadar gerekli olduğundan dem vurulur.
Özelleştirmeye yandaş olmanın çeşitli biçimleri olduğu gibi ona karşı olmanın da çeşitli biçimleri vardır ve tüm bunların gerekçeleri şaşırtıcı şekilde birbirine benzer. Örneğin kimileri devletin adalet, güvenlik gibi “aslî” görevlerini daha etkin yürütebilmesi için özelleştirmeyi savunurken, kimileri de özelleştirmeye devletin gücünü azaltacağı gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. Kimileri özelleştirmeyle vatanın refaha kavuşacağını, kurtulacağını öne sürerken, kimileri de özelleştirme karşıtlığını bir tür vatan savunusu olarak yürütmektedir. Özelleştirmeyi bu çerçevede tartışınca, sorun, kâr eden ya da “ulusal çıkarlar” açısından stratejik öneme sahip kurumların satılması ya da satın alanın yerli-yabancı olması gibi bir sonuca varabiliyor. Oysa özelleştirme politikası, ulusal çıkarların ya da ekonomik göstergelerin çok ötesinde bir zihniyeti ifade eder. Bu zihniyet, toplumu oluşturan bireyleri, kendi kişisel çıkarları için birbirinin gözünü oyabilecek rakipler olarak gören, dahası bu rekabeti toplumsal gelişimin motoru olarak görüp kutsayan neo-liberal ideolojidir. Bu ideolojik saldırının yaratmakta olduğu toplumsal tahribat, halkın kendi kaynaklarıyla oluşturduğu kuruluşların, başarısız bir şekilde yağmaya açılmasından, ülkenin uluslararası sermayenin ve malî kuruluşların at koşturduğu bir alan haline getirilmesinden bile daha ciddi bir sorundur.
Elbette bu toplumsal tahribata karşı koymanın yolu, KİT’lerin içinde bulunduğu durumu ya da devlet mülkiyetini savunmak değildir. Bir yandan KİT’leri arpalık haline getirip, sonra da “bakın bunlar arpalık olmuş, zarar ediyorlar, iyisi mi satalım” diyen; bu işletmeler kâr ederken de “hazır kârdayken” satmak gerektiğini öne süren anlayışı teşhir etmek önemlidir. Fakat devlet mülkiyetine karşı özel sektörü savunanlara, başka bir alternatifin, kamusal mülkiyetin varolduğunu söylemek gerekir. Kamusal alanın devlet daireleri olduğu sanılan, kamuyla devletin özdeşleştiği, yerine göre parklarda bile bir anda kamusallığın -tabii devlet otoritesi anlamıyla- oluşacağının iddia edildiği bir ülkede bunun çok kolay olduğu söylenemez. Yine de mevcut köhnemiş devlet işletmeciliği ile kâr hırsına dayalı piyasa mekanizması arasına sıkışıp kalmış insanlara, kamu işletmelerinde çalışanların, üretilen mal ve hizmetten yararlananların ve hatta işletmenin bulunduğu bölgede yaşayanların denetlenip yönetilebileceği bir sistemin var olabileceği yeni bir kamusal alan anlayışını yüksek sesle savunmak gerekiyor.
Böyle bir kamusallık anlayışının yerleşmesi için verilecek mücadele sadece özelleştirmeye karşı olmayıp, toplumu oluşturan bireylerin kendi yaşamları ve gelecekleri üzerinde söz sahibi olduğu bir sistem, yani demokrasi için verilecek bir mücadele olmalıdır. Zira özelleştirme süreciyle birlikte piyasa mekanizması, toplumsal ilişkilerin en uç noktasına kadar sızacak ve her şeyi alınıp-satılması mümkün metalar haline getirecektir. Böyle bir sistemde eğitimden sağlığa hemen her konuda, hatta Irak’ın işgali sürecinde ipuçlarını gördüğümüz gibi, bir ülkenin savaşa girip girmemesi noktasında bile “piyasalar” söz sahibi olacaktır. Unutmamak gerekir ki, her şeyi düzene koyacağı iddia edilen piyasanın gizli eli, aynı zamanda 2001 krizinde bir gecede insanların cebindeki paraların %40’ını aşıran, Irak halkının üzerine demir bir yumruk olarak inen eldi. Bütün değerlerini bu ele bırakan bir toplumun daha rasyonel, daha etkin ve verimli çalışacağından emin olamayız. Hatta bugüne kadar gelinen sürecin bunun aksini gösterdiği de söylenebilir. Böyle bir toplumun kamu yararı yerine kişisel çıkarın, dayanışma yerine rekabetin gözetildiği ruhsuz bir topluluğa dönüşeceğini öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.

Paylaş Tavsiye Et