Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
“Başkalarının acısı”
Nazife Şişman
TASAVVUF ehlinden bir zata “Bağdat çarşısı yanıyor. Ama yangın senin dükkanına sıçramamış” diye haber verirler. Mal canın yongasıdır fehvasınca, hazret insiyakî olarak “Elhamdülillah” der. Henüz sözü, ses olarak muhatabının kulağına ulaşmadan farkına varır hatasının. Hamdetmesi hatadır; zira kendini halktan gayrı gören, Hak’tan da gayrı düşmüştür. Ama nafile; gırtlak dokuz boğum da olsa, söz hepsini geçip ağızdan çıkmıştır bir kere. Çarşı yangınından azade olan hazrete düşen pay, pişmanlık ateşinde yanmak ve hamdettiği için tevbe etmektir artık. Yaşanan bir felaketi bir an için “başkasının acısı” olarak görmesidir, bir ömür boyu sürecek gönül yangınının sebebi.
Susan Sontag, felaket ve savaş görüntülerine bakıp da acı duymamayı, bunları “başkalarının acısı” olarak algılamamıza bağlamıştı. Bugün yaşanan felaketleri, kıyımları, savaşları, yoksulluk ve açlığı “başkasının acısı” olarak algılamamızı daha fazla teşvik eden bir iletişim ortamında yaşıyoruz. Gazeteciler aracılığıyla oturma odamıza kadar ulaşıyor başka ülkelerde ve kendi ülkemizde de olsa uzağımızda olan felaketlerin görüntüleri. Acıyı yansıtan görüntüler, kameraların kaydettiği biçimiyle bize aktarılıyor. Bu görüntüler çok sayıda insan tarafından izleniyor ve hiç de uzun olmayan bir zaman dilimi sonunda gözlerimizin önünden çekilip gidiyor. Biz bu felaketlerin seyircisiyiz. Bu manada başkalarının acısına seyirci olmak, modern bir deneyimdir.
Aslında bu görüntülere bakıp da acı duymamak, bu yıkım ve kıyımı ortadan kaldırmak için uğraş vermemek, ahlaktan ve vicdandan nasibini almamış bir canavarın vereceği tepkiler olabilir ancak. “Biz canavar değiliz; peki insan olmamıza rağmen ne ile ilgili bu tepkimiz?” diye sorar Virginia Woolf. Ona göre “bizim başarısızlığımız tahayyülle, empatiyle ilgili bir başarısızlıktır.” Ortak bir insanlık ailesinin mensupları olduğumuzu düşünmediğimiz, o felaket ve acılara maruz kalanları kendimiz gibi “insan” olarak tahayyül edemediğimiz için böyle duyarsız bir tepki veriyoruz.
Buna ilaveten bir başka unsur daha var empatiyi imkansız kılan: İnsanlardan bazılarının yaşadığı koşulları hak ettiğine, yani bazılarının daha “insan” olduğuna duyulan inanç. Pek çok kimse diğerlerinin yaşadığı koşulları, onların “hak ettiği” koşullar olarak görmeyi daha konforlu bulur. Çünkü böyle düşündüğünde kendisine hiçbir sorumluluk düşmez. Mesela Amerika’da nüfusun yüzde 54’ü, insanların sefalete kendi elleriyle davetiye çıkardıklarını ve onlara yardım eli uzatmanın bir çözüm değil, sadece geçici bir yara bandı olduğunu düşünmektedir. Beş Amerikalıdan dördü ise, herkesin kendi sorunlarını kendisinin çözmesi gerektiği görüşündedir.
Herhangi bir vesileyle yeteneklerini, işlerini, ailelerini ya da evlerini kaybedenler... Böyle bireysel felaketler yaşayanların yanı sıra toplu olarak katliam, yoksulluk, savaş ve doğal afet gibi felaketlere maruz kalanlar... Bu insanlara karşı yapılan yardımların “yara bandı” tedavisi olarak görülmesi, bir bakıma daha büyük yapısal, siyasal ve toplumsal düzenlemeler yapılmasına işaret etmesi açısından isabetli. Biz ne kadar yardım edersek edelim, kapitalist sömürü sistemini ve gelir dağılımı eşitsizliğini bertaraf etmeksizin; yardım edilen insanların kendilerine yardım edecekleri siyasal, ekonomik ve toplumsal düzenlemeleri gerçekleştirmeksizin kalıcı bir çözüm sağlamış olmayız. Böyle olunca yardım ederek sadece insanların acil ihtiyaçlarını karşılamış, yani ameliyat gereken bir yaraya pansuman yapmış oluruz. Evet doğru. Fakat bu görüş, bizi bireysel sorumluluktan azade kılan, empati kurmamızı engelleyen bir mazeret de olabilir. Daha köklü çözüm bulmaya muktedir olamadığımız ve daha büyük meblağlarda yardım yapamadığımız için yapabileceklerimizden de uzak tutabilir bu anlayış bizi. Yani merhametin sorumluluğunu omzumuzdan atmamıza yol açabilir.
Oysa önemsiz gördüğümüz, yara bandı olarak küçümsediğimiz ya da daha zaruri ihtiyaçlar varken öncelikli bulmadığımız bir şey, yardım edilen kişide çok daha öncelikli bir yere tekabül edebilir. Bosna’daki savaşı bizzat Saraybosna’da yaşayan Emira Albayrak, kendisiyle yapılan bir röportajda gelen yardımlarla ilgili duygularını şöyle ifade ediyordu: “Savaşın ilk üç senesinde ağzıma hiç et sürmedim ve ilk yediğim et Türkiye’den geldi; İHH yardım teşkilatı aracılığıyla kurban eti. Tam Kurban Bayramı’na yetişti ve binlerce insanı mutlu etti. Seneler sonra tam bir Bayram yaşadık.” “Açlığı tamamen ortadan kaldıramadıktan, başka zaruri ihtiyaçları karşılayamadıktan, dahası savaşa son veremedikten sonra, sadece bayramda bir öğün et yemenin ne önemi var?” diye düşünebilir misiniz bu ifadeden sonra?
Theodore Zeldin İnsanlığın Mahrem Tarihi’nde, kıraç toprakta bile merhamet bitmesinin sırrını ele aldığı bölümde, insanların acıma duygusundan korunmak için önlerine yığdıkları engellerin yüzyıllar içinde birikmiş olduğundan bahseder. Yanlış insana merhamet duymayı yasaklayan tabular, insanların empati duygularını köreltici bir işlev görmüştür. Yabancı, öteki, uzaktaki, başka ırktan, başka dinden “daha az insan” olanlar için merhamet duymama öğretilmiştir pek çok toplumda insanlara.
Bizim kültürel mirasımızda ise “yaratılmışı severim Yaradan’dan ötürü” düsturu hâkimdir. Bu nedenle merhamet duyulacak insanın, hatta herhangi bir varlığın kim ve ne olduğu önem taşımaz. Kendi başına gelmeyen felakete hamdettiği için tevbe eden bir anlayışın mirasçılarıyız. Başkalarına merhamet duymak, onların acılarına duyarlı olmak ve onların mutluluğu için sorumluluk hissetmek ahlakın özüdür. Bu ahlak, yaratılmış olma paydasında eşitlenme şuuruna ve her nimetin zerre miktarı da olsa hesabının verileceği inancına dayanır. Bu şuurda hiçbir acı, “başkasının acısı” olarak görülemez.
Yerküreyi çepe çevre kuşatan savaşlar, felaketler, açlık, yoksulluk gibi sorunlara küresel çözümler bulabilmemiz de; ızdırabın altındaki insan onurunu görebilmemiz ve umutsuzluk içindeki bir insana bir çift söz söyleyebilmemiz de öncelikle bir acıyı “başkasının acısı” olarak görmemeyi başarabilmemize bağlı.

Paylaş Tavsiye Et