Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Okuyorum
Sufi ve iktidar
İbrahim Kalın
Ebu Necip Abdurrahman Sühreverdi’nin (1097-1168), Nehcu’s-sülûk fî siyaseti’l-mülûk adlı eseri, klasik İslam siyaset düşüncesinin kayda değer eserlerinden biridir. “Nasihatname” türüne ait olan kitap, Selahaddin Eyyubi için yazılmış ve yazarı tarafından sultana bizzat takdim edilmiştir. Sühreverdi, kitap boyunca hikayeler anlatır, meseller verir, ayet ve hadis zikreder. Modern okuyucu için bir vaaz kitabı niteliği arz eden eserin satır araları, klasik siyaset düşüncesinin önemli ipuçlarıyla dolu.
 
EBU Necip Sühreverdi, bugün İran sınırları içinde kalan ve pek çok “Sühreverdi” yetiştirmekle şöhret bulan Sühreverd köyünde dünyaya gelir. Dönemin en önemli kültür merkezi olan Bağdat’ta ve daha sonra Isfahan’da iyi bir eğitim alır. Zahid bir hayat yaşayan Ebu Necip, pek çok açıdan Sühreverdiyye tarikatının kurucusu kabul edilir. Kardeşinin oğlu olan Şihabeddin Sühreverdi, tasavvuf literatürünün klasiklerinden Avarifu’l-maarif’in yazarıdır. Ebu Necip, pek çok tasavvuf büyüğü gibi hayatı boyunca hadis okutur. Şam’a yerleşir, burada dönemin büyük kumandan ve devlet adamı Selahaddin Eyyubi ile yakınlık kesbeder ve onun hocası olur. Haçlı seferlerinin İslam dünyası üzerindeki etkisinin farkında olan yazarımız, Selahaddin Eyyubi’nin tarihî misyonuna katkıda bulunmak için, bu yazıda ele aldığımız eserini yazar.
Yazarın ve kitabının Osmanlı ile de ilginç bir münasebeti var. Ali İhsan Yurd’un bildirdiğine göre Fatih’in hocası Akşemseddin, nesep itibariyle Sühreverdiyye ailesine ve tarikatına bağlıdır. Ebu Necip’in bu yazıya konu ettiğimiz eseri, rivayete göre Yavuz Sultan Selim tarafından dikkatlice okunmuş. Naima kendi tarih eserinde bu kitaptan sitayişle bahseder ve kısmî tercümelerinin bulunduğunu nakleder. Eserin Osmanlıca tam tercümesi, I. Abdülhamid döneminde Nahifi Mehmet Efendi (ö. 1788) tarafından yapılır. Mehmet Efendi, kitabı ilmî ve tarihî önemine binaen tercüme ettiğini söyler. Fakat bunu söylerken, içinde yaşadığı dönemin siyasî durumuyla, Selahaddin Eyyubi döneminde ortaya çıkan zafiyet ve çözülme hali arasındaki benzerliğe de dolaylı olarak atıfta bulunur. Selahaddin, Haçlı ordularından Kudüs’ü geri almış ve İslam dünyasına yeni bir umut aşılamıştı. 18. yüzyılda yaşayan Nahifi Mehmet Efendi, kendi döneminin Selahaddin Eyyubi’sini görebilecek miydi?
 
Devlet Başkanı Milletin Bahçıvanıdır
Sühreverdi eserine devlet başkanının ve siyasî düzenin zorunluluğunu izah ederek başlar. Ona göre siyasetin amacı, yaradılışı gereği farklı olan topluluklar arasındaki farklılıkların anarşi ve çatışmaya dönüşmesini önlemek ve çokluk içinde varolan birliği ortaya çıkarmaktır. Siyasetin amacı tek düze, birbirinin aynısı homojen insanlar üretmek değil, bireyler ve topluluklar arasındaki farkları bir çiçek bahçesindeki ahenk gibi görmektir. Nasıl bir bahçıvan, bahçesindeki farklı çiçeklere aynı özeni gösteriyor, onları ayrık otlarından, soğuktan, hayvanların tasallutundan koruyorsa, devlet başkanı da yönetimi altındaki insanları aynı rikkat ve dikkatle idare etmelidir. Farklılık, yaradılışın bir gereğidir. Yöneticinin görevi farklılıkları ortadan kaldırmak değil, onu yaratıcı bir enerjiye dönüştürmektir. Bu bakış açısının modern ulus-devletin tek tip insan, tek tip ulus, tek tip devlet modelinden ne kadar farklı olduğunu görmek zor değil.
Siyasete biçilen bu misyon, klasik siyaset düşüncesinin mutlak merkeziyetçiliğe dayalı olduğu fikrinin yanlışlığını bir kez daha teyid ediyor. Sultanın her istediğini keyfî olarak yapmaya muktedir olduğunu düşünen biz modernler, klasik güç/iktidar mekanizmalarının nasıl kontrol altına alındığının genellikle farkında değiliz. Sultan, vezir, kazasker, mültezim, ulema gibi her merkezî gücün bir başka merkez-kaç kuvvet tarafından dengelenmesi, klasik devlet modelini daha adem-i merkeziyetçi ve dolayısıyla daha işlevsel kılıyor. Bugün “güçlerin ayrılığı” dediğimiz denge modeli, klasik dönemde farklı mekanizmalarla temin edilmekteydi. “Sultanım senden büyük Allah var!” sözü, sembolik olmanın ötesinde bir anlama sahipti. Bu yüzden farklı güç odakları arasındaki denge, sistemin daha iyi işlemesine imkan tanıyordu. Kanuni Sultan Süleyman 16. yüzyılda dünyanın en güçlü devlet başkanı idi ve bu gücünü iki bin kişilik bir yönetici-bürokrat kadrosuyla muhafaza ediyordu. Bugün sadece Türkiye’de üç milyona yakın devlet memuru var!
 
Adalet, Akıl, Ahlak
Peki devlet başkanı farklılıkları ahenge nasıl dönüştürebilir? Ebu Necip Sühreverdi bunun adalet ile mümkün olduğunu söyler. Adalet herkesin hakkını gözetmek, her şeyi ait olduğu yere iade etmektir. Adaletli olabilmek için devlet başkanının iki temel haslete ihtiyacı vardır: Akıl ve ahlak. Aklın yönlendirmediği ahlak ne kadar acizse, ahlakın irşad etmediği akıl da o kadar tehlikelidir. Hakikat ile güç/iktidar arasındaki zorlu ilişki, ancak akıl ile ahlakın meczedilmesi ile tanzim edilebilir. Bu ilkeler farklı yönlerde hareket ettiğinde sonuç Eflatun’un deyimiyle ancak felaket olabilir. Eflatun ilke ile iktidarı telif edebilmiş bir bilge-kral bulduğu inancıyla Syracuse’e gidip büyük bir hayal kırıklığı ile Atina’ya geri döndüğünde, akıl ve ahlaktan uzak bir yöneticinin insanlığa ancak zulüm ve karanlık getirebileceğini söylemişti. Nitekim bugün çoğumuzun hayran olduğu Atina demokrasisi ne ahlaka, ne de (Platonik) akla dayandığı için Yunan medeniyetinin en büyük bilgesi Sokrates’i ölüme mahkum etmişti. Eflatun bu ilkesiz ve ahlaksız siyasetin getirdiği zulmü ve karanlığı kendi hayatında yaşamıştı. İnsanlık tarihi Eflatun’u haklı çıkaran örneklerle dolu.
Burada bir parantez açalım ve bir hususun altını çizelim. Günümüzdeki çok kültürlülük söylemlerinin adalet, akıl ve ahlak kavramlarından neredeyse hiç bahsetmemesi dikkate değer bir konu. Çok kültürlülük, bir arada yaşama sloganları, düşünce pazarının en gözde metaları. Aydınlardan devlet başkanlarına herkes bu sihirli kelimelerin efsununa kapılmış durumda. Fakat yaşadığımız siyasî gerçekler, romantik çoğulculuk söylemlerinin tek başına bir anlamının olmadığını gösteriyor. Farklılıkları idare edebilme sanatının muayyen, iyi tanımlanmış, sağlam ilkelere ihtiyacı var. Aksi halde çoğulculuk yapmak adına her tür evrensel ilkeyi ihlal etmemiz işten bile değil. Bugün Batı düşüncesinin tanımlamaya (ve empoze etmeye) çalıştığı özgürlük kavramı, böyle bir dilemmayla karşı karşıya bulunuyor. İlkesiz bir çoğulculuk bizi toplumsal ahenk ve birliğe değil; ancak anarşiye, anakronizme, pragmatizme götürebilir. Bu yüzden Mevlevî geleneğinin sembol ifadelerinden olan “ne olursan ol yine gel” ifadesini yanlış anlamakta ısrar ediyoruz. Sanki bu söz ile kastedilen “gel ve olduğun gibi kal” demekmiş gibi, hiçbir manevî çaba içerisine girmiyoruz. Modern hümanistlerimiz, Mevlevî dergahının bir yol geçen hanı olduğunu sanıyorlar!
Sühreverdi, Selahaddin Eyyubi’ye sunduğu eserinde ahlakî ilkelerin işlevselliği ve bağlayıcılığı üzerinde ısrarla durur. Bunun için bolca hikayeler anlatır; filozofların, devlet başkanlarının ve yöneticilerin hikmetli sözlerine yer verir. Devlet başkanının ahlaklı, anlayış sahibi, cesur, istişareye açık ama kararlı, mazluma karşı merhametli, zalime karşı amansız, vakar ve asalet sahibi olması gerektiğini söyler. Modern okuyucu için kitabın önemli bir bölümü dinî hikayeler ve vaazlarla doludur.
Bir siyaset (bilimi) kitabında bu kadar çok nasihat ve hikayeye neden yer verildiği bizler için merak konusu olabilir. Bunun basit ama temel bir sebebi var: Bu kitap, Farabi’nin el-Medinetü’l-fazıla’sının tersine bir siyaset felsefesi kitabı değil; dönemin sultanı Selahaddin Eyyubi’ye sunulmak üzere yazılmış ve pratik sonuç almayı hedefleyen bir kitaptır. Kitabın muhatap kitlesi siyaset felsefecileri değil, politika yapıcılarıdır. Hatta kitabın birinci muhatabı, sultanın kendisidir. Amaç, yeni bir siyaset modeli önermek değil, elinde muazzam bir güç, üzerinde ağır bir sorumluluk bulunan sultana aklın ve ahlakın temel ilkelerini hatırlatmaktır. Günümüzün yöneticilerine bu hakikatleri hatırlatan kaç kişi var acaba?
Ebu Necip Sühreverdi, ilke ile iktidar arasındaki hassas dengenin farkında olan bir siyasî geleneğe aitti. Sufi kimliğiyle bir siyaset metni yazmış olması bu gerçeği teyid ediyor. Bugün bizim siyaset geleneğimiz hangi ilkeler üzerine kurulu dersiniz?

Paylaş Tavsiye Et