Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Şemdinli’den Avrupa’ya
Mustafa Akyürek
GÜNEYDOĞU’DA tansiyon bir türlü düşmek bilmiyor. Bölgede dönem dönem bazı terör uygulamaları adeta moda halini alıyor. Son üç aydır moda, şehir merkezlerinde patlatılan bombalar. 2 Kasım’da Şemdinli’de meydana gelen ve 67 işyerinin zarar gördüğü, pek çok vatandaşın yaralandığı bombalama eylemi ile iyice tırmandırılan gerilim ortamı, 9 Kasım’da bir kitapçı dükkânının bombalanması ve bir kişinin ölümü ile birlikte gelişen olaylarla had safhaya ulaştı.
Bombalama olayının ardından yaşananları hatırlamakta yarar var. Olayın hemen akabinde halk bombayı attığını düşündüğü kişinin bindiği aracın etrafını sarar. Söz konusu araçta bulunan üç kişinin güvenlik görevlisi olduğunu düşünen halk, araca el koyar ve araç içerisindeki silah, mühimmat ve istihbarat dokümanlarını ortaya çıkarır. Resmî yetkililerin olay mahallinde tutanak tutmakta atıl davrandıkları kanaatine varan ve iyice galeyana gelen halkın linç etmek istediği üç kişi, olay mahalline intikal eden güvenlik güçlerince halkın elinden kurtarılır. Zanlıların Emniyet Müdürlüğü binasına götürülmelerinin ardından halk bu sefer buraya akın eder. Ne yazık ki burada toplanan halkın üzerine bilinmeyen bir yerden açılan ateş sonucu iki vatandaş yaralanır. Daha sonra savcının olay yeri incelemesi sırasında “uzman çavuş” olduğu iddia edilen ve aracını halkın üzerine sürdüğü ifade edilen bir şahsın açtığı ateş sonucu bir kişi ölürken, dört kişi de yaralanır. Bu olayların ardından resmî yetkililerin, bombalama olayında kullanıldığı iddia edilen aracın jandarmaya ait olduğu, ancak halihazırda olayla ilgili bir kişinin gözaltında tutulduğu açıklamasını yapması toplumsal öfkeyi daha bir kamçılar.
Yaşananlar üç aşağı beş yukarı bu şekildeydi. Bir gazetecilik sırrıdır, habere konu olan olayın sıcaklığı ne kadar fazla ise o olayla ilgili manipülasyon imkanı o kadar azalır. Nitekim olay sıcakken farklı kaynaklardan bize ulaşan haberler aşağı yukarı bu şekildeydi. Zaten bazı “devletlü” isimlerin cılız itirazları dışında farklı bir senaryo yazabilen de çıkmadı. Kuşkusuz bunun nedeni yaşadığımız Susurluk tecrübesiydi. Gazetecilerimiz bu tecrübeden çok şey öğrendi. Hep özendikleri Batılı meslektaşları sık sık siyasî skandallar patlatıyorken, onların siyasî skandal örtbas etmekten ibaret meslek yaşamlarının arz ettiği görüntü kirliliği Susurluk hadisesinde açığa çıktı. Bu nedenle olsa gerek, Şemdinli’de meydana gelen olayların üstüne gitmeyi yeğledi arkadaşlarımız.
Hükümet de “Susurluk” dersine çalışanlar arasındaydı. Bizzat Başbakan’ın Şemdinli olaylarını lokal bir olay olarak değil, bir zihniyetin devamı olarak değerlendirmek gerektiğini ifade etmesi ve “nereden gelirse gelsin, kim tarafından yapılmış olursa olsun, bunun bedelini ödeyecektir” açıklamasını yapması, ilk bakışta hükümetin aleyhine seyredecek bir süreci tersine çevirdi. Bu konuda cumhurbaşkanlığı, genelkurmay ve ana muhalefet partisi önde gelenleri de hükümete destek verdi.
Bu açıklamaları ilk bakışta sempatik bulabilirsiniz. Ne var ki, yapılan bu açıklamaların ya da sağlanan bu konsensüsün arkasında başka kaygıların olduğunu gözden ırak tutmamak gerekiyor. Şemdinli olaylarının ardından devletin üst kademesinin bütün unsurları ile “özgürlükçü” bir söylem tutturması aslında bir gösteriden başka bir şey değil. Bu gösteri Türkiye toplumuna karşı ortaya konan bir gösteri de değil üstelik. Bu gösterinin muhatabı Avrupa Birliği. Bir başka deyişle, yapılan açıklamaların muhatabı Türkiye toplumu değil. Bu açıklamalar, ne Türkiye’deki geleneksel devlet-toplum ilişkilerini ne de başımız sıkışınca başvurmaktan çekinmediğimiz militarist çözümleri sorgulayan türden açıklamalar.
Evet, bu açıklamalar “dışarı”ya dönük açıklamalar. Akamete uğramaması gereken süreçlerimiz zarar görmesin diye dillendirilmiş, fikir birliğine varılmış açıklamalar bunlar. Hatırlayın, bir dönemin PKK itirafçısı, bir sonraki dönemin JİTEM elemanı Abdülkadir Aygan birkaç yıl önce bir gazeteye konuşmuş ve JİTEM denen organizasyonun iç yüzünü anlatmıştı. Yine aynı gazete Aygan ile dönemin Jandarma Asayiş Komutanı’nın yan yana fotoğraflarını yayınlamıştı. Dönemin Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı, Aygan’ın itiraflarına dayanarak aralarında askerlerin de bulunduğu sekiz kişi hakkında ömür boyu hapis istemiyle dava açmış, ancak mahkeme görevsizlik kararı vermiş, dava düşmüştü. O süreçte kimse ağzını açma gereği duymamıştı. Acaba şu birkaç yıllık süreçte toplumumuzun kalitesinde bir farklılaşma mı oldu? Yoksa devletin kalitesinde mi bir farklılaşma yaşandı? Aslında hiçbirisi olmadı. Çünkü sorun Batılılaşma siyasetinde geldiğimiz nokta ile alakalı.
Eğer Güneydoğu’da yaşananlardan ve yaşanabilecek sorunlardan kaygı duyuluyorsa ilk olarak yapılması gereken şey, devlet düzeyinde bir zihniyet dönüşümünü sağlayabilmektir. Bu dönüşümün ilk şartı Kemalist toplum tasarımını eleştiriye tâbi tutmaktır. Ancak bu eleştirinin başlangıç noktası “anayasal vatandaşlık” gibi, köksüz ve Türkiye için anlamsız tanımlar öne sürmek olamaz. Karanlık güçlerin ve bu güçlerin çevirdikleri kirli işlerin açığa çıkarılması, öncelikle bu güçlerin varlığını kabul etmeyi gerektirir. Sayın Erdoğan’ın “benim dönemimde ‘JİTEM’ diye bir şey yok” sözü bölgede yaşananlara pek de aşina olmadığı izlenimi uyandırmakta. Bugün AKP’nin Güneydoğu siyasetinin Cumhuriyet tarihi içerisinde bir farklılaşmayı temsil ettiğini iddia edenler, AKP’nin hangi projesi ile devletin resmî söyleminin dışına çıktığının cevabını vermek durumundadırlar. Bir kez daha ifade etmek isterim ki buradaki mesele Avrupa Birliği’ne “iyi niyet mesajları” vermektir. Ne demişti Mesut Yılmaz, “AB’ye giden yol Diyarbakır’dan geçer.” 

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Mustafa Akyürek