Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Nükleer restleşmede son durum
Hakkı Uygur
NİSAN ayının başlarında İran Cumhurbaşkanı Ahmedînejad “İran halkına çok yakında nükleer araştırmalarla ilgili sevindirici bir haber vereceğim” dediğinde bunun ne anlama geldiğini çok az kimse tahmin edebilirdi. Bu konuşma, Güvenlik Konseyi’nin İran’ın bütün nükleer araştırma faaliyetlerine son vermesi için bir aylık fırsatı kaldığını açıklamasından sonra yapılmış olduğundan, bazıları Ahmedînejad’ın atacağı geri adımın üstünü örtmek amacıyla böyle bir iddiayı dillendirdiğini ileri sürmüşlerdi. Zira Konsey’in beş güçlü üyesi ve Almanya ilk kez, üstelik mühlet vererek İran’dan böyle bir talepte bulunmuşlardı ve İran’ın yeniden düşünmek için başka bir fırsatı olmayabilirdi. Ancak 12 Nisan günü önce Rafsancani, ardından Ahmedînejad İran’ın 9 Nisan itibariyle uranyum zenginleştirme faaliyetlerinde başarıya ulaştığını ve %3,5 oranında zenginleştirilmiş ilk ürünlerin elde edildiğini açıkladı. İran’ın dünyada nükleer teknolojiye sahip on ülke arasına girdiğinin açıklanması bütün ülkede bayram havası estirdi. Ahmedînejad’ın nükleer politikalarını şiddetli bir şekilde eleştiren reformist Şark gazetesi bile haberi büyük bir coşkuyla duyurdu. Bazı tanınmış isimler daha da ileri giderek bu olayın duyurulduğu 12 Nisan’ın millî bayram ilan edilmesi önerisinde bulundular. 25 yıldır Batılı ülkelerin ciddi ambargosu altında bulunan ve yüksek teknolojiye sahip sivil ürünleri dahi almakta zorlanan ülke insanının psikolojisini yakından tanımayanların bu sevinç gösterilerinin ne anlama geldiğini anlamaları oldukça zor olsa gerek.
Söz konusu açıklamalar beklendiği gibi Batılı ülkelerin büyük tepkisini çekti. Her fırsatta “İran’ın sivil amaçlarla nükleer faaliyetlerde bulunmasına değil bu teknolojiyi askerî amaçlarla kullanmasına karşıyız” diyen ülkeler, aslında nükleer enerjinin sivil ya da askerî amaçlarla kullanılması arasındaki çizginin çok ince olduğunun farkındalar. Nitekim 164 adet P-1 tipi santrifüj ile %3,5 oranında uranyum zenginleştiren İran’ın istediği takdirde en geç üç yıl içinde, sahip olduğunu iddia ettiği P-2 tipi santrifüjlerden binlercesini üreterek nükleer bomba için gerekli olan %90 oranında zenginleştirilmiş uranyumu elde edebileceği öngörülüyor. Buradaki ihtilaf bunun mümkün olup olmadığı değil, ne kadar zaman alacağı. 5+1 olarak adlandırılan söz konusu büyük güçlerin İran’ın bu adımı karşısında ne yapacağı merak konusu. Rusya ve Çin’in İran’a yönelik bir ekonomik ambargoya hiç de sıcak bakmadıkları ve bu ülkeyle stratejik alanlarda işbirliği yaptıkları bir sır değil. Esasında önemli olan bu iki ülkenin ya da Avrupa ülkelerinin değil, ABD’nin tavrı. ABD’nin Soğuk Savaş’ın bitmesinin hemen ardından İran’la olan hesabını temizleme arzusu içinde olduğu biliniyor. Amerika ne 1979 rehine krizini ne de 1982’de Lübnan’dan geri çekilmek zorunda kalışını unuttu. Ancak İran’la sürdürdüğü gerginlik hem siyasî hem de ekonomik açıdan Amerika’ya çok pahalıya mal oluyor. 
ABD’nin İran’ın bu adımına gösterebileceği olası tepkilere geçmeden önce İran’ın neden böylesi hassas bir dönemde uranyum zenginleştirme faaliyetlerine başladığı hususunda bazı noktalara değinmek gerekiyor. Öncelikle İran’ın Irak içinde ABD’den sonraki en etkin güç olduğu artık hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkmıştır. İran’la anlaşmadan Irak’ta bir hükümet kurmanın mümkün olmadığını ABD de anlamış görünüyor ki, iki ülke 25 yıl aradan sonra ilk kez doğrudan ve açık görüşmelerde bulunmayı kabul etti. Diğer yandan Amerikan yönetiminde etkin gruplar arasındaki ihtilafların şiddetlenmesi; Bush’a verilen kamuoyu desteğinin %25’lere gerilemesi; birçok stratejistin İran saldırısının ABD’nin küresel liderliğini sona erdirebileceğine dair uyarıları; diğer yandan -Çin ve Rusya ikna edilse bile- ekonomik ambargonun istenilen sonuçları vermesi için uzun yıllara ihtiyaç duyulması; askerî açıdan İran’ın çok sayıda nükleer tesisinin birbirinden çok uzak bölgelerde ve bazen yeraltında dağınık bir biçimde inşa edilmiş olmasından dolayı kısıtlı bir müdahalenin arzu edilen sonuçları vermeme olasılığının fazla olması; İran’ın böyle bir saldırıya İsrail’e ve Irak’taki ABD üslerine saldırı düzenleyerek cevap verme ihtimali; kapsamlı bir kara operasyonunun İran’ın, jeopolitiği ve askerî kapasitesi göz önüne alındığında, imkansıza yakın olması; bu tür bir savaşın Lübnan’dan Afganistan’a bütün Orta Doğu’ya, hatta terör saldırılarıyla Batı ülkelerine yayılması olasılığı gibi etkenler ABD’nin karar verirken karşılaşacağı zorlukları teşkil ediyor. Dolayısıyla tüm bunları görebilen İran’ın son aylarda ABD karşısında daha aktif bir politika izlemesine şaşmamak gerek.
Aslında ABD’nin önünde iki temel seçenek bulunuyor: Ya tıpkı Hindistan ve Pakistan konusunda olduğu gibi İran’ın nükleer bir güç olduğunu kabul edecek; ya da İran’a yapılan baskıları iyice artıracak ve sıcak çatışmanın ön hazırlıklarına devam edecek. İran’ın Orta Doğu, özellikle de Filistin politikaları göz önüne alındığında birinci şıkkın pek mümkün görünmediği ortada. Öte taraftan yukarıda zikredilen dezavantajlar nedeniyle ikinci şıkkın da ABD açısından iyi bir alternatif olduğunu söylemek zor. Nitekim bölgedeki son gelişmeler yakından takip edildiğinde İran’ı köşeye sıkıştırmaya yönelik adımların peş peşe atıldığına şahit olmaktayız. ABD’nin İran’ın yumuşak karnı kabul edilen İran’daki azınlıklar üzerine oynadığı anlaşılıyor. Son günlerde PKK’nın İran kanadı PJAK’ın İran’ın kuzeybatı bölgelerindeki eylemleri başta olmak üzere, Ahvaz ve Belucistan’daki ayrılıkçı hareketlerin gerçekleştirdiği şiddet eylemlerinin –bu üç bölgede son üç ayda yüzden fazla İranlı asker ve sivil hayatını kaybetti- dozunun yükselmesi ve hatta Bakü’de toplanan 2. Dünya Azerileri Kongresi bu bağlamda okunabilir. Öte yandan Batılı ülkelerin kendi terör listelerinde yer almasına rağmen Halkın Mücahitleri Örgütü’ne verdikleri desteğin, Meryem Recevi’nin konuşmalar yapmak üzere İngiltere’ye ve ABD’ye davet edilmesi örneğinde olduğu gibi, ciddi biçimde artış göstermesinin de altını çizmek gerek. Tüm bunların yanı sıra, Irak’ta İran destekli İbrahim Caferi’nin başbakanlıktan çekilmek zorunda bırakılması, Lübnan’da yine İran’ın sınır karakolu mesabesindeki Hizbullah’ın silah bırakması için yapılan baskıların iyice artması, İran’la yakın ilişkiler içinde bulunan Hamas’ın malî kaynaklarının kısıtlanması suretiyle etkisizleştirilmeye çalışılması gibi gelişmeler İran’ın kuşatılmasına yönelik ABD girişimlerinin başlıcaları olarak değerlendirilebilir.
Bu kuşatılmışlığın farkında olan İran bir yandan bölgedeki ülkelerle olan ilişkilerini daha üst seviyelere çıkarmaya çalışırken, diğer yandan sürekli olarak “ihtimal vermiyoruz” dediği olası bir ABD müdahalesine karşı askerî açıdan hazırlanmaya çalışıyor.

Paylaş Tavsiye Et