Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Türk’ü anlamamak için her şeyi anlamak
İhsan Fazlıoğlu
Rİ­VA­YET ol­dur ki, İs­tan­bul’un fet­hin­den he­men son­ra ba­zı su­fî çev­re­ler fet­hin ken­di ma­ne­vî ta­sar­ruf­la­rı sa­ye­sin­de mü­yes­ser ol­du­ğu­na da­ir ka­na­at­le­ri­ni muh­te­lif mah­fil­ler­de dil­len­dir­me­ye baş­lar­lar. Du­rum­dan ha­ber­dar edi­len genç sul­tan ra­hat­sız­lı­ğı­nı giz­le­mez. Hiç şüp­he­siz genç Fa­tih için de ma­ne­vî sa­ik fe­tih için önem­li bir et­ken­dir; an­cak her şe­yin tek bir ne­de­ne in­dir­gen­me­si, kı­lı­cın hak­kı­nın tes­lim edil­me­me­si doğ­ru de­ğil­dir. İn­dir­ge­me­ci zih­ni­yet, bü­tü­nü, bi­za­ti­hi in­sa­nı gör­mek­ten uzak ol­du­ğu için na­zar’dan çok ça­tış­ma’ya yat­kın­dır.
Hiç­bir ge­nel­kur­may mad­dî sa­vaş pla­nın­da, ye­şil sa­rık­lı­la­ra, şe­hit­le­re ya da me­lek­le­re yer ver­mez; an­cak bi­lin­me­li­dir ki, her as­ker ölü­me bir me­lek­le gi­der. Yal­nız­ca mad­dî gü­ce da­ya­nan or­du­lar is­ti­lâ­cı ola­rak ka­lır­lar; yal­nız­ca ma­ne­vî gü­ce da­ya­nan or­du­lar ise he­lâk olur­lar. Or­du ol­dur ki mad­dî gü­cü ile ma­ne­vî gü­cü ara­sın­da bir­bi­ri­nin ye­ri­ne ikâ­me edi­le­me­yen bir âhenk kur­muş ol­sun. Bu mü­lâ­ha­za­lar­la genç Fa­tih, dö­ne­min ün­lü âlim­le­rin­den, fi­lo­zof-bil­gin Fah­red­din Râ­zî’nin to­ru­nu Mu­san­ni­fek’ten ko­nu­yu ay­dın­la­tı­cı bir eser ka­le­me al­ma­sı­nı ri­ca eder. Mu­san­ni­fek, Hall el-ru­muz ve keşf el-ku­nuz ad­lı ese­rin­de so­ru­nu mad­dî güç ile ma­ne­vî şevk, dü­şün­ce ile duy­gu ara­sın­da tu­tar­lı bir âhenk ku­ra­rak çö­zer.
Ta­rih, in­sa­nın ira­de-i ak­li­ye­si­ne da­ya­nan ey­lem­le­ri­nin te­ces­süm et­ti­ği kül­lî bir ze­min­dir. Bu ne­den­le ta­ri­hî bir ol­gu, ci­sim­le­şen bu ira­de­nin, du­yu, duy­gu ve dü­şün­ce ci­he­tin­den, tüm yön­le­riy­le id­rak edil­me­si­ni ta­lep eder. Üç bo­yut­lu bir ol­gu­yu, her­han­gi bir bo­yu­tu­nu ih­mal ede­rek kav­ra­ma­ya ça­lış­mak, id­rak de­ğil tat­min ve­rir. Böy­le bir ta­rih ta­sav­vu­ru, bil­gi de­ğil mit ya­ra­tır; or­ta­ya ilm-i ta­rih de­ğil mi­to­lo­ji çı­kar. Ger­çi mo­dern dö­nem­de ta­rih, ulus dev­le­tin mi­to­lo­ji­si­dir. Ola­bi­lir; yi­ne de mi­to­lo­ji, be­lir­li bir ni­za­ma sa­hip­se an­lam­lı­dır, o mil­le­tin önü­nü açar; de­ğil­se tı­kar.
Bu so­ru­nu teş­his eden ta­rih­çi­miz, Ah­med b. Yu­suf el-Ka­ra­ma­nî (ö. 1019/1610), Ah­bar el-du­vel ve asar el-ev­vel ad­lı ese­rin­de ta­rih il­mi’ni şöy­le ta­nım­lar: “Âlem’de­ki geç­miş(sâ­bık) ol­gu­lar(kâi­nat) ile olay­lar(hâ­di­sat) hak­kın­da­ki ah­bâr’dır”. Bu ta­nım­da kâi­nat ile hâ­di­sat kav­ram­la­rı ya­nın­da, bel­ki de on­lar­dan da­ha önem­li­si ah­bar’dır. Ka­dim na­za­rî fel­se­fe-bi­lim ge­le­ne­ği­mi­zi ifa­de eden Arap­ça, Arap di­li de­ğil, ya­rı-sim­ge­sel, man­tı­kî bir dil­dir. Onun için, Fre­ge­vâ­rî bir de­yiş­le, kav­ram­la­rın an­lam­la­rı ile re­fe­rans­la­rı iyi ta­yin edil­me­li­dir. Ah­bâr, ha­ber’in ço­ğu­lu­dur. Ha­ber içe­ren cüm­le, ya­ni ih­bâ­rî cüm­le, yar­gı bil­di­ren bir öner­me’dir. Her öner­me ta­sav­vur­lar/kav­ram­lar ile ta­rif­ler­den/ta­nım­lar­dan olu­şur. Ta­sav­vur ve ta­rif­ler­den olu­şan öner­me bir yar­gı’dır/ka­zi­ye’dir; bu ne­den­le haml-i vü­cû­dî’yi içer­di­ğin­den her öner­me is­ter ha­ri­cî is­ter zih­nî bir ko­nu’ya yi­ne is­ter ha­ri­cî is­ter zih­nî bir du­ru­mu yük­ler, nis­pet eder. İh­bâ­rî öner­me­ler, ya­ni ah­bâr, bir çı­ka­rım sü­re­ci oluş­tu­rur; bu sü­reç de il­le­te/ne­de­ne da­ya­nır. Öy­ley­se ah­bâr, ne­den­le­ri içe­ren yar­gı­lar­dır. Ta­rih bi­li­mi, kı­sa­ca, sâ­bık kâ­ina­ta ve hâ­di­sa­ta iliş­kin il­let­le­ri/ne­den­le­ri ve­ren öner­me­ler­den ku­ru­lan bir bi­lim­dir. Ni­te­kim Ah­med Ka­ra­ma­nî, ta­rih ke­li­me­si­nin söz­lük an­la­mı­nı ni­zam ola­rak ve­rir. Ni­zam, ka­dim fel­se­fe-bi­lim ge­le­ne­ğin­de, te­olo­ji­ye nis­pet­le hik­met, me­ta­fi­zi­ğe nis­pet­le il­let, fi­zi­ğe nis­pet­le se­beb ola­rak da ad­lan­dı­rı­lır. Öy­ley­se, ta­rih­te­ki sâ­bık/geç­miş kâi­nat’ı ve hâ­di­sat’ı araş­tı­rır­ken il­let ve se­bep­le­ri iyi ta­yin et­me­li­yiz. Za­ten bu­nu ya­pın­ca, kâ­ina­tı ve hâ­di­sat’ı ilim ile Âlem’e dö­nüş­tü­rü­rüz. Ay­rı­ca, hem te­fek­kür hem de ak­lın ter­tib/ni­zam an­la­mı­nı içer­di­ği ha­tır­la­nır­sa de­ni­len­ler da­ha iyi an­la­şı­lır. Bu ne­den­le, bir ta­ri­hî ko­nu­nun bil­gi­sin­de mad­dî(du­yu), ma­ne­vî(duy­gu) ve fik­rî(dü­şün­ce) ne­den­ler be­ra­ber­ce dik­ka­te alın­ma­lı­dır.
Gi­am­ba­tis­ta Vi­co, “in­sa­nî bil­gi­nin ni­haî ama­cı do­ğa­yı bil­mek de­ğil ken­di­ni ta­nı­mak­tır” der ve ek­ler, “bu ne­den­le, eser­le­ri­mi­zin sı­nır­la­rı bil­gi­mi­zin sı­nır­la­rı­dır”. Do­ğa, Tan­rı’nın; ta­rih ise bi­zim ese­ri­miz­dir. İn­san do­ğa­nın de­ğil ta­ri­hin il­let­le­ri­ni, ken­di ese­ri ol­du­ğu için da­ha doğ­ru bi­le­bi­lir. Kal­dı ki, do­ğa bi­le ta­ri­hî­dir, çün­kü sü­reç­tir. Öy­ley­se, ne ka­dar zor olur­sa ol­sun, ta­ri­he iliş­kin il­let ve se­bep­ler yi­ne in­san ta­ra­fın­dan bi­le­ne­bi­lir. An­cak ön­ce ne yap­tı­ğı­mız bi­lin­me­li ki, na­sıl ve ni­çin yap­tı­ğı­mız bi­le­ne­bil­sin. Ne’yi bil­me­yen­le­rin na­sıl ve ni­çin üze­rin­de ko­nuş­ma­sı he­vâ ve he­ves­le­ri­ni ne ye­ri­ne koy­mak­tan baş­ka bir an­lam ta­şı­maz. Ma­lu­mat’ın yan­lış ol­du­ğu yer­de de yo­rum’un sıh­ha­ti tar­tı­şıl­maz. Bu çer­çe­ve­de ta­ri­hî bir ol­gu­nun id­ra­kin­de mad­dî ne­den ne’yi, ma­ne­vî ne­den ni­çin’i, fik­rî ne­den na­sıl’ı bil­me­yi şart ko­şar.
Gü­nü­müz­de, Türk ta­ri­hi­nin muh­te­lif saf­ha­la­rı ile de­ği­şik alan­la­rı hak­kın­da ka­le­me alı­nan eser­ler­de, ya içi boş, he­vâ ve he­ves­le­re gö­re dol­du­rul­muş kav­ram­sal şe­ma­lar ya da be­lir­li bir şe­ma­dan yok­sun mal­ze­me yı­ğın­la­rıy­la kar­şı kar­şı­ya­yız. Her şey­den önem­li­si de bu ta­ri­hin ba­şa­rı­la­rı­nın, il­let­le­ri ve se­bep­le­ri tes­pit edil­mek­si­zin ir­ras­yo­nel ya­ni ait ol­du­ğu bü­tü­ne, ta­ri­he nis­pe­ti müm­kün ol­ma­yan kav­ram­lar­la açık­lan­ma­ya ça­lı­şıl­ma­sı­dır. Bil­mek­ten kor­kan­lar, be­lir­siz­li­ğe sı­ğı­nır­lar; ta­rih­ten kor­kan­lar da mi­te… Hâl­bu­ki bir mil­le­tin ge­le­ce­ği kor­ku­ya, do­la­yı­sıy­la mi­te da­ya­lı in­şa edi­le­mez. De­ğil mi ki, İs­tik­lâl Şi­i­ri’miz “Kork­ma!” di­ye baş­lı­yor.
Türk’ün İs­tik­lal Har­bi’nde, ge­nel il­ke­le­ri­ni İs­tik­lâl Mar­şı’nın ver­di­ği ba­şa­rı­sı­nı an­la­mak, ne­den­le­ri­ni tes­pit et­mek, 1040’tan bu ya­na sü­re­ge­len ben-id­ra­ki­ni an­la­ma­yı şart ko­şar. Türk­le­rin di­ren­me­si­nin ne­den­le­ri ile bu di­re­ni­şi müm­kün kı­lan mad­dî, ma­ne­vî ve fik­rî ze­mi­ni id­rak her şey­den ön­ce il­mî bir gay­re­ti, ah­lâ­kî bir cid­di­ye­ti ge­rek­ti­rir. Kurt­lar Va­di­si gi­bi film­ler­le va­tan kur­ta­ran­la­rın Türk ta­rih ta­sav­vu­ru an­cak ve an­cak çıl­gın, gö­zü ka­ra, so­nu­nu dü­şün­me­yen, yal­nız­ca duy­gu­la­rıy­la ha­re­ket eden gi­bi ir­ras­yo­nel, bü­tü­ne, ta­ri­he nis­pe­ti müm­kün ol­ma­yan içe­rik­siz, boş kav­ram­lar­dan ku­ru­lur. Türk’ü ta­nı­mak­tan kor­kan­lar, Türk ta­ri­hin­den de kor­kar­lar, be­lir­siz­li­ğe, müp­he­mi­ye­te sı­ğı­nır, kı­lı­cın hak­kı­nı unu­tur­lar.
Türk’ün ba­şı­na muh­te­lif sı­fat­lar ge­ti­re­rek ken­di he­vâ ve he­ve­si­ni kav­ra­ma ye­dir­me­ye ça­lış­mak, ta­ri­hî muh­te­va­yı dik­ka­te al­mak­sı­zın ta­nım­la­ma­lar­da bu­lun­mak, ge­le­cek­te ben­zer bir du­rum­la kar­şı­la­şan in­san­la­rın ha­ki­kat­le­re de­ğil mit­le­re sı­ğın­ma­sı­na ne­den olur. Ça­lış­ma­nın ye­ri­ni sı­ğın­ma alın­ca sı­ğı­nı­lan ye­rin pek bir öne­mi kal­maz ar­tık.
Ün­lü sey­yah Mar­co Po­lo, Ku­bi­lay Han’a bir köp­rü­yü taş­la­rıy­la bir­lik­te ta­rif edin­ce, Han, bu ka­dar taş ara­sın­da han­gi ta­şın köp­rü­yü ayak­ta tut­tu­ğu­nu so­rar? Po­lo, tek tek taş­la­rın de­ğil, on­la­rın oluş­tur­du­ğu bir­li­ğin, bü­tün­lü­ğün ya­ni ke­me­rin köp­rü­yü ayak­ta tut­tu­ğu­nu söy­le­yin­ce, Han “Öy­ley­se ni­ye sa­bah­tan be­ri taş­lar­dan bah­se­di­yor­sun! Önem­li olan ke­mer­se onu an­lat!” di­ye çı­kı­şır. Po­lo’nun ya­nı­tı ise açık­tır: “Ama taş­lar ol­ma­dan ke­mer de ol­maz”. Bu teş­bih­te, dik­kat edi­lir­se ne tek ba­şı­na taş­lar ne de tek ba­şı­na ke­mer izah edi­le­mez. İki­si­ni bir ara­ya ge­ti­ren ma­na, ya­ni vic­dan­dır. Bir mil­le­tin vic­da­nı ise ta­ri­hi­dir.
Ca­hil­ler ya­ni ak­lı do­la­şık­lar, mil­le­ti bir he­de­fe ta­şı­maz, ta­rih içe­ri­sin­de do­lan­dı­rıp du­rur­lar. Türk mil­le­ti­ni bir he­de­fe ta­şı­mak, Türk ta­ri­hi­ni mad­dî, ma­ne­vî ve fik­rî, bü­tün yön­le­riy­le bil­me­yi ge­rek­ti­rir. Tat­min eden öv­gü ve söv­gü si­zin ol­sun, id­rak ve­ren bil­gi bi­ze ye­ter.

Paylaş Tavsiye Et