Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
TESEV: Türkler çok da dindarmış!
Uğur Ateş

DİNİN kendisini, kaynaklarını veya dinî, sosyal, iktisadî, kültürel yapıları/süreçleri sosyal bilim alanlarının, rasyonel eleştirinin konusu haline getirmek son 250 senedir yapıldı/yapılıyor. XIX. asrın Feuerbach, Hegel, Marx, Weber, Comte gibi Avrupalı düşünürleri, zaman içerisinde dinî düşünce ve davranış kalıplarının ortadan kalkacağını veya sivil bir karakter kazanarak egemen şeklini kaybedeceğini düşünüyorlardı. Bu düşünürler, dinin önemini ve etkisini ciddiye almaktaydılar; fakat rasyonel eleştirinin, sanayileşme süreçleri sonucu oluşan kentsel toplumsal biçimlerin ve bilimsel bilginin muhteva ve kapsamındaki artışın dinleri maziye ait bir mesele haline getireceğine de inanıyorlardı. Türk reformcu zümrelerinin XIX. asrın ortalarından itibaren zihniyet ve hissiyat yapılarının oluşmasında da bu görüş neredeyse bir amentü gibi okundu. Hatta bilim adı altında sığ bir pozitivizmin 1980 sonrasında tüm dünyada terk edilmesine rağmen (Türkiye’ye bu konuda eşlik eden tek ülke Brezilya’dır), eğitim müfredatlarında yetişmekte olan nesillere sistematik bir şekilde aktarılmasında bir beis görülmedi. Türk reformcularının 1908 Devrimi sonrası formülleştirdikleri ‘irtica’ ithamı, zaman içinde yasadışı bir toplum tanımlamasının bürokrasi ve üniversitelerde yaygınlaştırılmasıyla devam etti. O dönemde Avrupa düşüncesindeki zenginliğe karşı tuhaf bir körleşme de doğuran bu pozitivist amentü, her Türkiye vatandaşının hayatının bir döneminde terennüm ettiği bir marşa dönüştü.
1990’lı yıllara kadar hem akademide hem de Türk bürokrasisinde toplum, arkaik bir zanlı muamelesi görmekten kurtulamadı. Dinî canlanma hareketleri ancak “Olağan Şüpheliler” sorgulamasında bir mevzu haline gelebildi. 1980 öncesi sosyal bilim araştırmalarında, bırakın dinin toplumsal süreçlerdeki konumunu, ‘kültür’ başlığı altında dahi inceleme bulmak zordur. Mevcut olanlarda ise, farklı topluluklardaki dinî davranış örüntüleri veya dinî sosyal yapılar hakkında tahlil edici bir düşünce bulmaya çalışmak iğne ile kuyu kazmaktan farksızdır. Sanayileşme ve kentleşme süreci sonucunda ortadan kalkacağı öngörülen dinî temayüllerin, bırakın ortadan kalkmayı, kitle mobilizasyonunda neredeyse tek başına yeniden örgütleyici bir rol üstlendiği gün gibi aşikâr olmaya başladı. Bu yeniden düzenleyici-dağıtımcı hareket bile, modernliğin dayattığı yakıcı sorunlar karşısında kendini yeniden organize ederek mevcut duruma cevap bulmaya çalışan büyük bir nüfusun, Türk bürokrasisi ve akademisinde muhatap olarak alınmasına yetmedi. Reformist siyaset ve bilimin bu hareketleri kodlamasındaki ‘aşağılayıcı’, ‘tepeden bakan’, ‘muktedir’ jargon sürgit devam etti. Geniş sosyal grupların bu muhataplığa ancak 1990 sonrasında seçimlerdeki başarıları sonucu layık görülmesi, sorunların anlaşılması ve çözülmesi yönünde bir katkıya vesile olmadı. Çünkü bu yeni muhatap, irticanın yeni versiyonu olan bir hortlaktı. Eski muktedir jargon yerini hortlakbilimine bıraktı. 1908’den günümüze gelen yüzyıllık dönemde Türkiye toplumunun tarihi yazılacak olsa bu büyük ölçüde yukarıda değindiğimiz yasadışı toplumun yükselişinin tarihi olacaktır. Türkiye’deki düşünce üretiminin ve sosyal bilim uygulamalarının çok basit maddi bilgi anlamında bile içinde yaşadığı toplumdan bîhaber olması, Cemil Meriç’in deyişiyle, yapacağı araştırmaya Kızılderili köyüne inen antropolog gibi iniyor olması, bu konuda yürünecek yolun değil, çok uzun yolların olduğunun küçük bir delili sadece. Bu çerçevede son zamanlarda yapılan bazı bağımsız kamuoyu araştırmaları, korkuyla karışık bir şaşkınlık ile aşılması zor gibi görünen sosyal çelişkilerimizi gündeme taşıyor.

TESEV raporunun düşündürdükleri
Geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. Binnaz Toprak ve Doç. Dr. Ali Çarkoğlu tarafından hazırlanan Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset başlıklı rapor, birçok zaviyeden bakıldığında bir turnusol kağıdı niteliğinde. 1999 yılında daha dar kapsamlı olarak bir benzeri yapılan çalışma, muhtevası genişletilerek bu kez 23 ilde 1492 kişiyle yüz yüze görüşme tekniğiyle uygulanmış. Öncelikle anket sonuçlarındaki çelişkilerin, Türkiye toplumunun yaşadığı savrulmaları göstermesi bakımından ilginç olduğu not edilmeli. İkinci olarak, sosyal bilimler alanında Türkiye’nin toplumsal yörüngesini anlamanın ne kadar zor olduğu ve daha önceki yıllardan kalma araştırma yapmama (yapılsa bile polis raporu formatını aşamama) alışkanlığının mevcut durumu tahlil etmekte ortaya çıkardığı zorluklar belirtilmeli. Zamanında farklı sorunlar hakkında doğru kavramlaştırmaların yapılmamış ve tartışılarak yeni sorun alanlarının tespit edilememiş olması, bu tip araştırmaları güvenilir bir nesnellik alanı içinde ele almayı zorlaştırıyor. Güvenilirlik düzeyi yüksek olsa bile bir araştırmanın, ölçümü yapılan değişkenlerin ve soruların formüle ediliş biçiminin ideolojik konumdan bağımsız olmadığı, vurgulanması gereken bir husus. Neyi, niçin, hangi kaygılarla, nasıl ölçtüğümüz bu tip araştırmaların en ciddi boyutu ve açmazı. Üstelik çok zor bir değişim alanı olduğu önemli sosyal bilimcilerin ittifakıyla vurgulanan sosyal yapı ve kültür hakkında sadece anket ölçümlerine bağlı kalarak tahlil yapmak ciddi bir risk de içeriyor.
Bu tür sorunlu yönleri bir kenara bırakılarak, araştırmanın bazı çelişkili sonuçlarına bakıldığında ise, Türkiye toplumunun demokratik beklentilerle otoriter uygulamaları, özgürlük talebiyle baskı politikalarını aynı anda nasıl bağdaştırabildiği görülüyor. Araştırmanın medyada en fazla yankı bulan sonuçları, toplumda irtica kaygısının olmadığı (%61,3), laikliği bir tehdit altında görmediği (%73), fakat kendini “oldukça dindar” olarak tanımlamanın arttığıydı (%46,5). Kendini hangi kimlikle tanımladığı sorusuna %44,6 Müslüman (1999’da %35,7), %19,4 Türk (1999’da %20,8), %29,9 ise T.C. vatandaşı (1999’da %34,1) cevabını vermiş. Ankete katılanların %70,3’ü en ciddi toplumsal sorunu işsizlik, çözülmesi en öncelikli sorunu ise %43 ile başörtülü öğrencilerin üniversiteye devam edebilmeleri olarak görüyor. Başörtülü olarak devlet memurluğu yapılmasında beis görmeyenlerin oranı %67,9 iken, toplumun çoğunluğunun görüşüne tamamen karşı olanlara tahammül etmek zorunda olmadığımızı belirtenler %57,1. 1999 sonuçlarına göre dışarıya çıkarken başörtüsü takmayanlar %27 iken bu oran 2006’da %36,5’e yükselmiş. %58’lik bir dilime göre ise Silahlı Kuvvetlerin hükümetlere karşı görüş açıklaması doğal.
Türkiye toplumunun medyatik manipülasyonlara karşı bir dayanıklılık kazandığı, araştırmadan çıkarılacak en ciddi sonuç. Toplumda dindarlaşmanın arttığı fakat din temelli siyasetin azaldığı yönündeki sonuca ise temkinli yaklaşmak gerekiyor. Olgusal olarak söylediğinin normatif ve etik içeriğini belirtmekten imtina eden ve böyle bir tartışmayı erteleyen Türkiye sosyal biliminin, yaşayan toplumu analiz etmesi, yasadışı toplum algısını yıkması, farklı sosyal gruplardaki beklenti ve yörüngeleri tespit etmesi bir başka bahara kalacak gibi görünüyor.


Paylaş Tavsiye Et