Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
El-Cezire İngilizce konuşuyor
Hasan Kösebalaban

AMERİKA da küreselleşmeden etkilenir mi? El-Cezire televizyon kanalının İngilizce servisinin yayına başladığı bir günde bu soruya cevap aramak ilginçti. Zira Amerikalılar el-Cezire İngilizce’nin bu açılış gününü televizyonlarından takip edemediler. Kanal, meraklılarına internetten ulaştı. Bu yasak, sözde demokrasi şovenliği yapan Amerika’nın bir ayıbı olarak kalacak. Ancak Amerika kadar güçlü bir ülkenin bile artık enformasyon akışını durduracak gücü bulunmadığı ortada. Medya analisti Philip Seib’in deyişiyle, “hegemony no more (artık hegemonyaya son).”
Küreselleşme bir anlamıyla Batı hegemonyasının yeryüzüne nüfuzunu gösteriyor; ancak diğer anlamıyla bilgi akışı üzerinde kurulan hegemonyanın da sonu anlamına geliyor. Şüphesiz bu sürecin sömürgeciliğe yeni bir kılıf olarak görülmesini gerektiren birçok neden var. Ancak şunu unutmamak gerekir ki sömürgecilik küreselleşmeden önce de vardı. Küreselleşmenin Ortadoğu’daki bir boyutu McDonalds’ın Mekke’de şube açması olabilir; ancak Arapların kolonileşmesi süreci kolanize olmalarından çok daha önceki bir dönemde başladı. Küreselleşmenin farkı ise daha önce ülkeleri sömürüldüğü halde seslerini çıkaramayan halklara seslerini duyurma imkanı vermesi. Yani küreselleşme bir yönüyle tüketim çılgınlığı ve yeni bir tür sömürgeciliğe yol açsa bile, diğer yönüyle sömürgeciliğin bizatihi kendisini hedef alan ya da alma potansiyeli olan etkiler doğuruyor.
Arap dünyasında petrol zenginliğinin getirdiği modernleşme süreciyle birlikte önemli sosyo-ekonomik değişiklikler meydana geldi. Süreç içinde daha iyi eğitimli Araplar giderek daha yoğun oranlarda şehirlerde yaşamaya başladılar. Küreselleşmeyle birlikte eğitim ve şehirleşme küresel bir boyut kazandı. Arap dünyasının çocukları Avrupa ve Kuzey Amerika’nın en seçkin üniversitelerinden mezun olmaya ve Arap göçmenler Avrupa başkentlerinde hissedilir bir nüfus oluşturmaya başladılar.
Benzer bir sürece 1980’lerin başından itibaren Türkiye’de de şahit olduk. Daha önce ağırlıklı olarak köylü bir toplum olan Anadolu kabuk değiştirmeye başladı. Küreselleşme sürecinin nabzını tutabilen Turgut Özal’ın o dönemde iktidarda bulunması ve Türkiye’nin siyaseten bağımsız bir ülke olması, sürecin petrol zengini ülkelere nazaran daha yumuşak bir şekilde atlatılmasını sağladı. Yine de sistemin bu kabuk değiştirmeye olan direnişini, kimi zaman “irtica söylemi” kimi zaman da “Beyaz Türk-Zenci Türk karşıtlığı” üzerinden izlemeye devam ediyoruz. Türkiye’yle birlikte küreselleşmeye hazırlıklı yakalanan ülkeler arasında yer alan Malezya ve Endonezya ise, hem bu süreçten hem de Asya’da yaşanan ekonomik kalkınma hamlesinden istifade ederek gelişmelerini sürdürdüler.
Arap dünyası ise petrol ve Filistin sorunu nedeniyle çok daha yoğun bir küresel emperyalizmin cenderesi altındaydı. Arap coğrafyasında Osmanlı’nın çöküşünden hemen sonra emperyalist güçler sayesinde ortaya çıkan rejimler ne kendilerini değiştirebilme dinamizmine sahiptiler ne de varlıklarını borçlu oldukları uluslararası sistem böyle bir değişikliğe müsaade etti. Bir yanda sıcak paranın getirdiği geçici refah, diğer yanda Filistin sorunu karşısındaki çaresizliğin ortaya çıkardığı korkunç çelişki; bu arada giderek daha iyi eğitimli hale gelen, etrafta olan bitenden haberdar ve küresel olarak hareketli bir nesil ile bu neslin taleplerini karşılayamayan ve meşruiyetleri herhangi bir somut başarıya dayanmayan katı rejimler…
Böyle bir ortamda küreselleşme sürecinin iki sembolik neticesi ortaya çıktı: el-Kaide ve el-Cezire. Şüphesiz el-Kaide’yi yönlendiren ideolojide, sosyo-politik olarak içinden geldiği toplumun dinî yorumunun inkar edilemeyecek bir katkısı var. Ancak en temelde bu olgu küreselleşmenin, daha doğrusu yaşanan sürecin ortaya çıkardığı sosyal baskıya, küresel emperyalizmin ve Arap rejimlerinin direnişinin bir neticesi. Ortadoğu’daki siyasi şiddetin sosyal, ekonomik ve hepsinden öte siyasi nedenlerini hesaba katmayan bir anlayış, bizi ancak ırkçı bir yoruma götürebilir. Terörizm ve küreselleşme arasındaki ilişki başlı başına bir yazı konusu; ancak burada şu söylenebilir ki küreselleşme, emperyalizmin kurbanı olduğu halde sesini duyuramayan bir kitleye kendini ortaya koyma imkanı verdi. Bu imkanı şiddet yoluyla kullanmamak elbette bir tercih meselesi.
Küreselleşmenin sağladığı direniş imkanlarından şiddet kullanmaksızın yararlanma tercihinde bulunan bir grup Arap genç, 1990’lı yılların ortalarında BBC Arapça Servisi başta olmak üzere çalıştıkları Batılı medya kuruluşlarını terk ederek el-Cezire haber kanalını kurdular. Merkez olarak kendilerine destek sözü veren Katar seçildi. El-Cezire’nin Arapça yayını Fas’tan Suudi Arabistan’a kadar yirmi küsur parçaya bölünmüş Arap dünyasında ortak aidiyet kimliğinin yeniden ortaya çıkmasını sağladı. Ayrıca farklı görüşlerden insanları bazen aynı stüdyoda bazen de naklen bağlantı yoluyla ayrı ülkelerden bir araya getirerek bir tartışma kültürü oluşmasına katkıda bulundu. Cezayirli bir eski bakanın stüdyoyu, parmağını sallayıp bağırarak ve kanalın yönetimine tehditler savurur bir halde terk etmesi mevcut manzaranın trajikomik bir resmiydi. Birçok Arap ülkesi, kanalı yasakladı. Afganistan ve Irak’taki stüdyoları Amerikan uçakları tarafından bombalandı, muhabirlerinin bazıları öldürüldü; bazıları -biri Guantanamo’da olmak üzere- hapse atıldı. Şüphesiz el-Cezire uyuyan kurbağaları ürkütmüştü ancak etkisi Arap dünyasıyla sınırlı kaldı.
İngilizce konuşan el-Cezire ise Doha, Kuala Lumpur, Washington ve Londra’daki stüdyoları ve televizyon haberciliği konusunda ünlü isimlerden oluşan kadrosuyla bu etkinin sınırlarını genişletmeyi amaçlıyor. Bu minvalde programlarında Afrika’dan haberlere ağırlık vermesi, özellikle de Kongo seçimlerinden hemen sonra Cumhurbaşkanı Joseph Kabila ile yapılan özel mülakat dikkat çekiciydi. Ayrıca usta İngiliz gazeteci David Frost’un İngiltere Başbakanı Tony Blair’le yaptığı ve Irak Savaşı’ndaki fiyaskoyu ilk defa kamuoyu önünde itiraf etmeye zorladığı mülakatı da BBC gibi diğer haber kanallarında alıntılandı. El-Cezire’nin, izleyici kitlesi açısından hassas bir konu olan Filistin’e yaklaşımında ise soğuk kanlı bir üslup hakimdi: Filistin Başbakanı İsmail Haniye mülakatını, İsrail Başbakan Yardımcısı Şimon Peres’le yapılan görüşme izledi. Her ikisi de konuştukları kanalın etkisinden haberdar görünerek sakin bir üslupla sorulara cevap verdiler. Hamas lideri Halid Meşal ile yapılan mülakatta sorulan sorular ise son derece eleştireldi.
Bu arada sosyal içerikli programlarının, el-Cezire’ye belgesel içerikli bir kanal olma niteliği kazandırdığını da söylemek mümkün. Programlar arasında karbondioksit emisyonu ve nükleer silah başlıkları gibi flaş bilgileri içeren slaytlar da izleyiciye önemli bir arka plan bilgisi sunuyor.
El-Cezire’nin reklam konusunda ise henüz şirketler için cazip bir kanal olmadığı görülüyor. Kuşkusuz buradaki tehlike, reklam alabilir bir kanal olma çabasının el-Cezire’nin eleştirel yayınlarını törpüleyebilecek olması. Yine de ilk üç gün boyunca Nokia, Sony ve Shell gibi uluslararası şirketlerin reklamları ile Katar Havayolları, Malezya ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin turizm reklamları dikkat çekti. Türkiye ve Türk şirketlerinin reklamları yoktu; ancak kanalın kendi tanıtımları sırasında İstanbul’dan bağlanan bölge muhabiri “Burası dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan İstanbul… Köprünün diğer tarafında Asya duruyor, biz ise Avrupa yakasındayız… Burası Ortadoğu’nun en önemli ülkesi Türkiye” ifadeleriyle ücretsiz bir reklam kıyağı çekiyordu Türkiye’ye. Aslında Asya ve Afrika’daki milyonlarca izleyiciden oluşan hedef kitlesi açısından düşünüldüğünde el-Cezire İngilizce Türk şirketleri için son derece cazip bir reklam platformu sunuyor.
Batı basınında el-Cezire İngilizce’nin başarılı başlangıcıyla ilgili yorumlar ön plandaydı. Liberal Amerikan basını, yorumlarında kanala yayın hakkı vermeyen kablo şirketlerini eleştirdi. Bu arada canlı yayına bağlanan bazı Amerikalı sağcıların, abonesi oldukları kablo şirketlerinin el-Cezire’yi listeye dahil etmesi halinde aboneliklerini iptal edeceklerini söylemeleri de dikkat çekiciydi. Muhafazakâr Amerikan basını ve Avrupalılar ise kendilerine gösterilen az ilgiden şikayetçiler. Avrupalılar eleştirilerinde, hava durumu programının neden Ortadoğu’dan başladığını ve Suudi Arabistan’ın güneyindeki hava durumunun İngilizce bir kanal için ne gibi bir anlam taşıyabileceğini sorguluyor. Anlaşılan Batı medyası bugüne kadar kendisinin bütün dünyaya yaptığı ikinci sınıf muamelenin, şimdi el-Cezire tarafından yapılıyor olmasından fena halde rahatsız oldu. El-Cezire bu konuda bilinçli bir tercih yapmışa benziyor; amaçları Batılı olmayan dünyanın, Kuzey’e karşı Güney’in İngilizce sesi olmak. İlk haftadaki yayın performansı bu hedefe yakın olduklarını gösteriyor.


Paylaş Tavsiye Et