Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2006) > Türkiye Siyaset > Siyasette kim kimden rol çalıyor?
Türkiye Siyaset
Siyasette kim kimden rol çalıyor?
Ali Pulcu
9 EKİM’DE Diyarbakır’dan beklenmedik bir çıkış geldi. Beklenmedik olmasının sebebi, çıkışın sahibinin eski Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı, yeni DYP lideri Mehmet Ağar olması idi. Ağar, akan kanın durdurulması ve silahların susmasını sağlamak için dağda silahla dolaşma yerine ovada siyaset yapılmasını önerdiğini ve hükümetin buna yönelik politikalar uygulaması gerektiğini dillendiriyordu. Belki, sicili yüzünden kendisinin bu çıkışı yapabilecek en uygun siyasetçi olduğunu düşünüyordu. Kendisi iktidar olursa askerin konuşamayacağını bile iddia etti. “Devlet husumet yeri olamaz, devlet kendi insanına husumet duyamaz” da dedi. Aldığı mukabele hepimizin malumu. DYP lideri Ağar bu çıkışıyla gittikçe birbirleriyle benzeşen CHP, MHP, ANAP, hatta AKP’den rol çalmayı başardı. AKP ve CHP dışındaki partiler için %10 barajını aşabilmek, önümüzdeki bir senede gösterecekleri rol çalma performansına bağlı olacak. Son çıkışıyla belli çevrelere “önümüzdeki dönemde bölge için ne düşünülüyorsa ben hazırım” mesajını veren Ağar, rol çalan ilk aday da değildi. Sadece kadim hükümet-asker çekişmesinde aradan farklılaşarak çıkan üçüncü adaydı. Bu “rol çalma” yöntemini merkeze alarak Ekim ayındaki hükümet-asker ilişkilerini değerlendirmeye çalışalım.
 
ABD Rüzgarı, AKP’yi Serinletti
Takvimi aylar öncesinden planlanan Erdoğan-Bush görüşmesi 2 Ekim’de gerçekleşti. Başbakan Tayyip Erdoğan görüşmeden sonra yapılan basın toplantısında oldukça rahat ve kendinden emin gözüküyordu. Ne de olsa Lübnan’da görev yapacak BM Barış Gücü’ne Türk askeri yollanmasına yönelik tezkere Meclis’ten geçmişti. Başbakan Amerika’ya uçmadan önce de “Keşke 1 Mart tezkeresi geçseydi” şeklinde bir açıklamada bulunmuştu. Açıklama, tezkerenin Meclis’te takılmasından doğan gerginliğin ABD ile ilişkilerde bir yol kazası olduğuna atıfta bulunuyordu. Hemen seyahat öncesi yapılan bu açıklama ilişkilerde normalleşmeyi sağlamanın taktik bir adımı olarak görülebilir. Ancak teknik bir prosedür sebebiyle de olsa 1 Mart tezkeresini onaylamaması kamuoyu nezdinde, şu anki Meclis’in en ciddi artıları arasında kabul ediliyordu. ABD-İngiltere koalisyonunun Irak’ta şu anda içinde bulunduğu çıkmaz da düşünüldüğünde açıklamanın doğru bir adım olup olmadığı tartışmaya açık. Ziyaretten somut hiçbir kazanım elde edilemediğine yönelik muhalefetin itirazına karşın hükümet, önündeki en kritik seneye dünyanın süper gücüyle olumlu ve yapıcı görüşmeler gerçekleştirdiğini savunmanın kendisine sağladığı avantajla başlıyor. Zira böylelikle hem ilişkilerde kriz olduğu iddialarına cevap vermiş hem de içeride seçilmiş olmanın verdiği meşruiyeti, ülke sınırları dışından aldığı destekle pekiştirmiş oluyor. Görüşmenin planlanandan uzun sürmesini de bunun bir göstergesi olarak sunuyor ki, iktidarda hangi hükümet olursa olsun aynı şekilde davranacağını öngörmek mümkün.
Hükümetin dört seneyi tamamlayıp beşinci senesine girebilmesi, çoğu kesimlerin beklemediği bir durumdu. Zira hükümete karşı “Her ne kadar kanunda beş sene yazıyorsa da teamüllere uygun değil; iktidarı dört senede bırakmalı ya da zorla bıraktırılmalı” çağrıları yapılıyordu. Karne notu kaç olursa olsun; beğenelim ya da beğenmeyelim; ister becerisi, ister konjonktürün desteği, isterse sadece şansı yüzünden deyin; hükümet şimdiye kadar bu çağrıları yapanların hepsinden rol çalmayı başardı. “Tek parti hükümeti” olmanın avantajını iyi kullanamadığı eleştirisi yapılabilir, dayandığı toplum kesimlerinin beklentilerine cevap veremediği de rahatlıkla ileri sürülebilir. Ancak on senedir ne kadar kırılgan bir süreçten geçtiğimiz hatırlanacak olursa, bu eleştirilere makul cevaplar bulmak da mümkün. Bu yüzden hükümet önümüzdeki bir senelik süreci de kontrollü götürebilirse, “başından bir kaza geçmemiş hükümet” olma unvanını elinde bulundurabilecek. Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda inisiyatif kullanabilme becerisini gösterirse, hükümet olma becerisine iktidar olma becerisini de ekleyecek. Hükümet bu dönemde en büyük zorluğu, kontrollü hareket etmekle inisiyatif kullanmak arasındaki seçiminde yaşayacak. Daha doğrusu şu ana kadar yaşadığı ikilemi, bu dönemde daha da derin hissedecek. Bu sıkışmışlığı aşmak için ABD ziyareti gerekli rüzgârı sağlayacak mı hep beraber göreceğiz. Bununla birlikte AKP’nin bu ziyaretle dışarıda kazandığı meşruiyeti, iç politika alanını genişletmek üzere kullanmaya çalışacağı aşikar.
 
Siyasetin Zirvesinde ‘İktidar’ Mücadelesi
AKP’nin ABD ziyareti ile diğer kurum ve kuruluşlardan rol çalmak istemesi askerî cenahtan hemen karşılık gördü. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın, konuşmasını ABD’deki Erdoğan-Bush görüşmesinin önüne alması, bu “rol çalma” imkanını sivil siyasete vermeme amacı üzerine kuruluydu.
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, mevcut hükümetin bu kritik döneme ABD ile en azından problemsiz görünen bir görüşme gerçekleştirerek girecek olmasının sağlayacağı avantajın farkındaydı. Bu yüzden “Yapılacak görüşmede hangi mutabakata varılırsa varılsın bizim özel gündemimiz ve özel hassasiyetlerimiz var ve bu hassasiyetlerimiz tartışmaya açık değil” mesajını vurgulamak üzere konuşmasını ABD’de yapılacak görüşmenin öncesine denk getirmeye özel bir itina gösterdi. Öncesinde Cumhurbaşkanı Meclis’in yeni yasama dönemi münasebetiyle yaptığı açılış konuşmasında “laikliğin bekası için temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanabileceği” görüşünü yinelerken; Kuvvet Komutanları da yeni dönemin kamuya açık özel brifingleri olarak nitelendirilebilecek konuşmalarını gerçekleştirmişlerdi. Son olarak Genelkurmay Başkanı ise, askerlerin yaptığı her konuşmayı zaten olağanüstü bir ilgiyle izleyen medyanın beklentilerini daha da tırmandıran bir planlama ile bu özel bilgilendirme toplantılarını taçlandıran sunumunu yaptı. Bazı gazetecilerin umdukları kadar sert bulmadıklarını dile getirdikleri bu sunum, diğer sunumlarla birlikte değerlendirildiğinde, yeni dönemin esaslarının altını kalınca çiziyordu. Genelkurmay Başkanı’nın sunumunda hükümete özetle; “İçinde bulunduğumuz dönem olağanüstü hassas bir dönem. Bu hassas dönemin şartlarının ağırlaştırılıp ağırlaştırılmaması siyasi erkin elinde. Hassas dönem olağanüstü döneme dönüşürse olağanüstü tedbirlerin alınması hususunda tereddüt etmeyeceğimizi bilin. Dört senelik suskunluğun devam etmeyeceğini görün” mesajı veriliyordu.
Siyasetteki ağırlıkları her zaman sivil siyasetçilerin önünde olan askerler bu konuşmalarıyla, yeni komuta kademesinin hükümetle ilişki kurma tarzının Eski Genelkurmay Başkanı’nın tarzından çok farklı olacağını ve önümüzdeki dönemde siyasetteki ağırlıklarının yeniden artacağını açıkça ilan etmiş oldular. Bu konuşmalarda yöneltilen keskin eleştirilerin AB ile sınırlı kalması, ABD’ye “biz de buradayız” mesajının verilmesini sağladı. Bu minvalde ‘irtica’ tehdidinin her seferinde dozu arttırılarak dillendirilmesi de ABD’ye “küresel terörle mücadelede İslamcı geçmişi olan sivil partnerin yeterli verimliliği sağlayamayacağı” mesajının bir ifadesi olarak okunabilir. Eski ve yeni dönem arasındaki bu tarz farklılığını kamuoyunun algılayamayacağını düşünen sivil uzmanlar gerekli izahları hemen yaptılar. M. Ali Kışlalı’ya kulak verelim:
“Dört yıl önce, AKP iktidara geldiğinde, Ankara’da ülkenin karar mekanizmalarında etkili olabilecek yerlerde bulunan bir grup insan, bu gelişme karşısında tavırlarını saptamışlardı. Bir kesim, ‘Bu iktidar çok zararlı olabilir. Onun için attıkları her hatalı adımda tepki gösterilmeli’ demiş, diğer kesim ise ‘Bu iktidar, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Atatürk devrimlerini ve anayasal rejimi özümsemeyerek sistemin dışında kalan bir kitleyi kazanmamıza yardımcı olabilir’ görüşünü savunmuştu. Neticede bu ikinci görüş kabul edildi. Aradan geçen sürede olup bitenlerle varılan nokta, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’nın konuşmalarıyla belirlendi… Görevleri gereği, birlikte çalıştıkları uzman örgüt ve unsurlarla gelişmeleri izleyen ve değerlendirenler, dönem başında yapılan hesabın iflas ettiğini, en açık söylemlerle açıkladılar…” 
Peki, bu hesabı yapıp kabul ettiren yetkili kimseler artık sahada değilse ve “hesap iflas etti” ise varacağımız sonuç ne olacak? Yine fazla düşünmemize pek gerek kalmıyor. Gündüz Aktan Yeni Dönem adını verdiği seri makalelerinin ilkini şu cümlelerle sonlandırıyordu:
“AB stratejik aktör niteliği kazanamıyor, tersine daha da içine kapanıyor. Ekonomisi dev gibi, siyasi zekâsı toplu iğne başı kadar… Oysa Uzakdoğu’da Çin önlenemez bir yükseliş içine girmiş. Demokratik olmayan bir ülkenin demokratik Batı’dan olağanüstü dış yatırım alabileceğini, hak ve özgürlükler kısıtlanarak çok daha hızlı kalkınıldığını, ödemeler dengesi fazlalarıyla dünya finans sisteminin rehin dahi alınabildiğini adeta bir karşı model olarak ortaya koyuyor. Türkiye’nin yaşamak zorunda olduğu dünya bu.”
Böylelikle, brifinglerdeki “hak ve özgürlüklerin kısıtlanabileceğine” dair vurgulardan endişe duymamızın yersiz olduğunu anlamış olduk!
 
Başbakan’a Ne Oldu?
Geçen sayıdaki yazımıza “cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri dönemine en nihayet girildi, önümüzdeki günlerde üzerinde ikamet ettiğimiz bu topraklarda tabii afetler dışında her ne cereyan edecekse, bu iki vektörün bileşkesinde gerçekleşecek” diyerek başlamış, ardından “parmak hesabına dayanan parlamento aritmetiği hükümetin lehinde, sokağın aritmetiğinin ne olacağı ise henüz bilinmiyor” uyarısında bulunmuştuk.
Biri 5,2 şiddetindeki iki tabii afeti yine Ekim ayı içinde kazasız belasız atlattık. Tabii olmayan afetleri atlatıp atlatamayacağımız ise şimdilik belirsiz.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde meydana gelen olaylarla ilgili yargılanan sanık astsubaylar hakkında “adam öldürmek, çete kurmak ve adam öldürmeye teşebbüs suçları”ndan verilen 39 yıl 5 ay 10 gün hapis cezasının usul eksikliği ve eksik soruşturma gerekçesiyle esastan bozulmasını istediğinde takvimlerimiz 16 Ekim’i gösteriyordu.
17 Ekim sabahı ise, Başbakan’ın makam aracının, sirenlerini çalarak Güven Hastanesi’nin sokağına ters yönden girdiği haberleri ile televizyonun karşısına kilitlendik. Başbakan’ın fenalaştığını, daha kötüsü zırhlı makam aracının içinde mahsur kaldığını, balyoz ve keski kullanılarak dışarıya zar zor çıkarıldığını öğrendiğimizde aklımızdan o meşum sorular geçmeye başlamıştı bile.
Sokağın aritmetiği kendi sonuçlarını almak için işlemeye mi başlamıştı?
18 Ekim Çarşamba günkü gazetelerde bir yazının başlığı “Bir başbakan nasıl öldürülür” idi. Söz konusu yazı alınan sıkı koruma tedbirlerinin aslında o kadar yeterli olmadığını iddia ediyor ve halihazırdaki büyük güvenlik gediklerini irdeliyordu. Ama sokaktaki vatandaşın ilk aklına gelen kuşkuya da bir gönderme yapıyor; “Geçirdiği kriz kan şekerinin düşmesinden kaynaklanan bir şok değil de kalp krizi olsa, bugün Başbakan yaşamıyordu, daha doğrusu yakın koruması ve şoförü tarafından öldürülmüştü” yargısında bulunuyordu.
Felaket tellalı olmaya gerek yok; ama bir başbakan ile iki bakanın asıldığı, asılmalarının yıllarca kutlandığı, dönemin Cumhurbaşkanının yaş haddinden ucu ucuna darağacından kurtulduğu, bir diğerinin kendisine yönelik suikasttan kıl payı kurtulup şüpheli bir kalp krizine yenik düştüğü ve her on senelik zaman diliminde demokrasisine balans ayarı yapıldığı topraklarda yaşıyoruz.
“Sayısal çoğunluğunuz olabilir; ama sizin gibileri Köşk’e ne yapar eder çıkarttırmayız” tehditlerinin çeşitli kurum, kişi ve yetkililerce açıktan yöneltildiği bir Başbakan, mahsur kaldığı aracından sedye ile hastaneye kaldırılıyorsa insanın aklına her türlü soru üşüşüyor. Büyük bir ihtimalle sebep kan şekeri düşmesidir, şoför ve korumalar basiretsiz davranmıştır. Ama olayın gerçekte böyle cereyan etmesi kamuoyundaki şüpheleri gidermeyecek. Çünkü Ekim ayı vurguları bu şüphelerin yeşermesi için gerekli zemini oluşturdu. Alelacele yapılan geçmiş olsun ziyaretleri de kamuoyunda oluşan bu algıyı değiştirmeye yetmeyebilir. Zira algı çoğu kez gerçeğin önündedir.

Paylaş Tavsiye Et