Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2009) > Dosya > Dünya düzeninin siyasal teolojisi ve Ortadoğu’da demokrasi
Dosya
Dünya düzeninin siyasal teolojisi ve Ortadoğu’da demokrasi
İsmail Yaylacı
KİERKEGAARD’A atıfla Carl Schmitt “düzen”i ve “kural”ı anlamanın ancak istisnaları anlamakla mümkün olabileceğini söyler. “Ortadoğu’da demokrasi” meselesini tartışmak cari dünya düzeninin kendi içinde ürettiği “istisna”ları ve “olağandışılık”ları, Giorgio Agamben’in ifadesiyle, “içleyici dışlamalar”ı tahlil etmek anlamına geliyor. Başbakan Erdoğan’ı Davos’ta çileden çıkartan konuşmasında Şimon Peres, Hamas’ın demokratik meşruiyetinin olmadığı iddiasını şöyle savunmuştu: “Demokrasi oy vermek demek değildir. Demokrasi bir medeniyettir.” Uluslararası liberal düzenin “‘siyasal teolojisi”ni ve egemenlik egzersizlerini aşikâr kılan ve bu çerçevede Ortadoğu’da demokrasi tartışmalarını aydınlatan önemli bir ifadeydi bu.
İslam dünyası bağlamında demokrasi bugüne değin bir “yokluk” ve “eksiklik” söylemi çerçevesinde düşünülegeldi. Oryantalist/kültürcü gelenek bu eksikliğin kaynağını İslam’ın öğretilerinde, ürettiği kurumlarda, kurduğu öznenin zihin dünyasında ararken; Marksist/liberal gelenek Ortadoğu’daki “demokrasi açığı”nı kolonyal dönemden tevarüs edilen sınıf yapılarıyla, iflas eden ulus-inşası projeleriyle, ekonomik bağımlılıkla, sivil toplumun zayıflığıyla, kapitalist kalkınma evrelerini tamamlayamamakla izah etmeye çalıştı. İki gelenekte de ortak olan tavır modernleşme teorilerinin sunduğu çerçeve içerisinde meseleyi Ortadoğu halklarının eksiklikleri üzerinden tartışmalarıydı. Sonuç olarak, bir kısım Marksist analizler dışında, sorunun kaynağı olarak Ortadoğu halklarının bizzat kendisi işaret edilmekteydi.
Ortadoğu rejimlerinin demokratik meşruiyetinin olmadığı bir gerçek. Fakat Pew ve Gallup gibi uluslararası kamuoyu araştırma şirketlerinin ortaya koyduğu diğer bir çarpıcı gerçek var: Dünya halkları arasında demokrasi talebinin en fazla olduğu bölge yine Ortadoğu. Peki, bu resmi nasıl okumalı?
Ortadoğu halklarının karar alma süreçlerinden dışlanması ancak uluslararası siyasal sistemin düzenleyici dinamikleri çerçevesinde anlaşılabilir. Mevcut dünya düzeni Ortadoğu’da demokrasiyi riskli bir kumar olarak algılıyor. Çünkü Platon’dan bu yana farklı siyasal felsefelerde farklı anlamlara büründüyse de demokrasi, nihai olarak toplumun siyaseti kendi rengine boyaması, siyasal cemaatin kendini bağlayan kararlar üzerinde söz sahibi olması anlamını taşıyor. Demokrasinin kitlelere/madunlara karar verme fırsatı sunan niteliğinin bizzat kendisi, küresel sistem için bir tehdit.
“Demokrasi tehdidi” ve bu tehditten duyulan korku sır değil. Türkiye, Mısır, Ürdün, Fas, Cezayir, Sudan, Pakistan ve Filistin’de yapılan seçimler değişik tonlarda ve düzeylerde İslam’a atıfla hareket eden siyasal grupların zaferleriyle sonuçlandı. Mesela Mısır’da 2005’te yapılan seçimlerde İhvan-ı Müslimin, parti kurmasına müsaade edilmemesine, bağımsız adaylarının bazılarının seçimden önce yakalanıp hapse atılmasına, seçim günü güvenlik güçlerinin bilfiil vatandaşların seçime gitmesini engellemesine ve diğer seçim hilelerine rağmen Meclis’teki 444 sandalyenin 88’ini alabilmeyi başardı.
Diğer ülkelerde de İslami gruplar seçimlerde ciddi varlık gösterdiler. Uluslararası sistemin temel işleyişine muhalif grupların demokratikleşme süreciyle güçlenmesi, Amerikan akademyası ve düşünce kuruluşları için de açık bir ikilem yaratmıştı. Liberal çevreler ve bir kısım neocon gruplar, 11 Eylül’ün temelinde Ortadoğu toplumlarının muhalefetlerini kanalize edebilecekleri barışçıl yollar bulamaması olduğu tezinden hareketle ihtiyatlı olarak demokratikleşmenin desteklenmesi gerektiğini savundular. P. Liotta ve J. Miskel’in “tehlikeli demokrasi” olarak adlandırdığı bu adım, Hamas’ın ve İhvan-ı Müslimin’in seçimlerden güçlenerek çıkmasıyla başlamadan bitmiş oldu. Roy Takeyh, Nikolas Gvosdev ve Charles Krauthammer gibi yazarlar emperyal çıkarlar ile demokratik değerler arasında bir tercih yapması gerektiğini, Ortadoğu’da sadece İslamcıların değil, milliyetçilerin, liberallerin ve sosyalistlerin de anti-Amerikan eğilimlerde buluştuklarını, dolayısıyla Amerika’nın “Wilsoncu kibri”ni bırakarak Ortadoğu’da “liberal otokrasi” modeline dayalı bir emperyal düzen kurması gerektiğini yazdılar. Daha çarpıcı olanı ise Soğuk Savaş’ın bitimiyle Hegelyen hülyalar gören ve liberal demokrasinin nihai durak olduğunu savunan Francis Fukuyama’nın, Hamas’ın iktidara gelmesi ve İhvan-ı Müslimin’in seçimden güçlenerek çıkmasıyla önceki iddialarından tam dönüş yaparak, Ortadoğu’da demokrasi için gerekli önkoşulların sağlanmadığını, modernleşmenin sekülerleşmeyi üretemediğini, dolayısıyla demokratikleşmenin İslamcı grupları güçlendirdiğini ileri sürerek politika yapımcıları “Wilsoncu realizm”e çağırması idi.
Fukuyama’nın bu tavrı, liberal modernleşme teorilerinin ve neoliberal dünya düzeninin kendi içinde oluşturduğu “istisnalar”ı ve “olağandışılıklar”ı göstermesi bakımından oldukça manidar. Kendisinin “varoluşsal düşman” (C. Krauthammer) olarak gördüğü İslami sosyal hareketler bahis mevzuu olduğunda, demokrasinin evrensel bir değer olduğunu savunan liberal söylemini bir çırpıda reddetmesi, sekülerleşme olmadan demokrasinin olamayacağını savunması, Ortadoğu’da demokrasi riskinin alınamayacağını dillendirmesi; liberal dünya düzeninin “siyasal teolojisi”ni, dost-düşman ayrımına dayalı olarak “normal”i, “evrensel”i, “siyaset”i askıya alışını, bu anlamıyla Müslüman grupları siyasetten “istisna” tutarak “dışlayıcı evrensellik” anlayışına dayalı bir egemenlik egzersizi yaptığını kanıtlıyor.
Schmitt’in dediği gibi, “liberalizm kendi barbarlık formlarını üretiyor”. Peres’in demokrasiyi bir medeniyetin mülkiyetinde okuyup onun dışında kalanlara kapatması bu barbarlık formlarından biri. Demokrasiyi toplumun kendi iradesini kendi yönetimine dâhil etmesi olarak anlıyorsak, Ortadoğu halkları için demokrasiyi “özgürleşmenin tek silahı” (A. Negri) olarak görmek mümkün. Fakat hangi demokrasi? Tarihin tek akış yolu/yönü olduğunu savunan liberal geleneğin vazettiği demokrasi mi, yoksa farklı modernlikler olduğu gerçeğini benimsemiş, farklı değerleri kabullenmeye hazır, toplumların iradelerini özgürce sergileyebildiği bir demokrasi mi? Ortadoğu’da demokrasi tartışmaları en nihayetinde gelip bu sorunun yakıcılığında düğümleniyor.
 

Paylaş Tavsiye Et