Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2010) > Söyleşiyorum > KEMAL KARPAT: “Sorunlarımızın kaynağı Cumhuriyet’in ırkçı milliyetçiliği”
Söyleşiyorum
KEMAL KARPAT: “Sorunlarımızın kaynağı Cumhuriyet’in ırkçı milliyetçiliği”
Konuşan: Mücahid EKER
Fransız İhtilali ile tohumları atılıp 19. yüzyılın ortalarına doğru sonuçları görülmeye başlanan milliyetçi rüzgârdan Osmanlı da nasibini aldı ve devletin cemaatler üzerine kurulu yapısı değişime uğradı. Vatandaşlık temeline oturan bu yeni yapı, daha sonraki zamanlarda milli devlet fikrini de beraberinde getirdi. Değişen siyasi yapının yeni bir kimlik alması kaçınılmazdı. Milli devlet iddiası ile ortaya çıkan tüm devletlerde olduğu gibi Osmanlı’nın son dönemlerinde İttihat ve Terakki ile başlayıp Cumhuriyet’te de devam eden yeni bir kimlik inşası sürecine girişildi. Bu süreçte Türklük, milli bilinç oluşturmak gayesiyle önceki yapının özellikleri dikkate alınmadan daha ırkî bir görünümle yeniden tanımlandı. Bu da sancıları günümüze kadar uzanan sorunların doğmasına sebep oldu. Türkiye’nin mücadele ettiği sorunlarda hâlâ merkezî bir yer tutan, siyasetin en derin alanlarına nüfuz etmiş kimlik sorunu derin bir analizi gerekli kılıyor. Bu bağlamda, Osmanlı ve Türkiye üzerine önemli çalışmalara imza atan Prof. Kemal Karpat ile Türklük ve Türk milliyetçiliği üzerine İstanbul Şehir Üniversitesi’nde bir sohbet gerçekleştirdik. Yurtiçi ve yurtdışında birçok önemli üniversitede öğretim üyeliği ve yöneticilik faaliyetlerinde bulunan Karpat, Osmanlı ve Türkiye üzerine 20 ülkede yayımlanmış 100’ü aşkın makaleye ve çok sayıda kitaba imza attı. Bu yıl TBMM Onur Ödülü’nün kendisine verildiği Kemal Karpat, İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi’dir.
 
 
Siz Türklüğü bir ırk olmaktan ziyade bir kültürel mesele olarak tanımlıyorsunuz. Türklük meselesini ırkçılığa kaymadan nasıl daha iyi formüle edebiliriz? Türklüğü nasıl daha doğru anlayabiliriz? 
Türklük, başka kimliklerden daha fazla kültürel içeriği olan bir kimlik. Çünkü ırka dayanmıyor. Türkler Anadolu’ya geldikleri andan itibaren -her ne kadar kendilerini Türkmen olarak biliyorlarsa da- hiçbir zaman ırklarını ön planda tutmadılar. Anadolu’ya gelince oradaki bazı halklarla karışıverdiler. Mesela Selçuklu Hanedanı Müslüman’dı; ama aynı zamanda Bizans Hanedanı’yla akrabalığı vardı, Bizans’tan kız alıp evlenirdi. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da, biz Osman Gazi’nin bir avuç Türkmen ile alıp yürüdüğünü, Bursa’yı merkez alarak bir devlet kurduğunu söylüyoruz; ama onun arkadaşlarının da yarısı Hıristiyan’dı. Kanuni’nin en yakın arkadaşı İbrahim Paşa da Venedik asıllıydı. Bunlar gibi pek çok misal verebilirim.
Geçmişi böyle olan bir halkın ırka dayanarak bir millet mefhumu ortaya çıkarması imkansız. Burada ırkların birbirine karıştığı o kadar aşikâr ki. Bu karışımlardan, ortak kanun uygulamasından, aynı idarenin hükmü altında yaşamdan bir kültür oluşuyor: Osmanlı kültürü, diğer ismiyle Türk kültürü. Çünkü bu kültürün ifadesi, lisan olarak Türkçe. Onun için Türk, Osmanlı ve Müslüman birbirinin eşdeğeri ya da tamamlayıcısı. Bunların birini diğerinden farklı olarak düşünemezsiniz. Bizim araştırmacılarımızın yaptığı en büyük hata, gerek insan kimliğini gerekse kültürü değişmez, katı bir şey olarak görmeleri. Halbuki insanın kişisel kimliği de toplumun kimliği de durmadan değişir. Türk milleti dediğimizde de, kökenleri Orta Asya’ya kadar giden fakat durmadan değişerek yepyeni özellikler kazanan bir milletten söz ediyoruz.
 
Bu söylediğiniz, 19. yüzyıla kadar çok aşikâr. Ama biliyoruz ki, 19. yüzyıldan itibaren Hıristiyan unsurlar (Rumlar, Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar), 20. yüzyıldan itibaren de Müslümanlar (Araplar, Arnavutlar) ayrı bir millet, ayrı bir ırk olarak ortaya çıkıyorlar. Bundan sonra, İttihat ve Terakki, özellikle de Cumhuriyet ile beraber tanımlanan Türk, sizin az önce tasvirini yaptığınız Türk değil artık. Siz kültürel ve tarihî bir tanım yapıyorsunuz. Ama tıpkı diğerleri gibi Fransız Devrimi’nden esinlenerek daha ırkî manada bir Türk tanımı yapılarak Kürtler ve diğerleri yok sayıldı ve bunun sancıları günümüze kadar uzandı. Yani 20. yüzyılı ve 21. yüzyılın başını nasıl değerlendireceğiz?
Meselenin çok daha değişik bir şekilde ele alınması gerekiyor. Biz kestirmeden cevap aradığımız için meselelerin teferruatına, köküne inemiyoruz ya da indiğimiz zaman sonuçları kabul etmek istemiyoruz. Şimdi, 19. yüzyılda ne oldu? Her şeyden evvel, devletin cemaat üzerine bina edilmiş ana yapısı değişti ve vatandaşlık esası geldi. Önceki dönemde Yahudi, Ortodoks, Ermeni milletleri tanınmışlardı. 1839 Tanzimat Fermanı ve 1864 Vatandaşlık Kanunu ile devlet, cemaatlerle münasebet kurmaktan vazgeçerek direkt cemaatler içindeki kişilerle ilişki kurma yoluna gitti. Kişilerle ilişki kurunca da yeni bir kimlik ortaya çıktı. Mesele de buradan doğdu. Mesela eskiden “Sen nesin?” dendiği zaman “Ben Ortodoks’um” deyip işin içinden çıkılırdı; ama Ortodoks milleti 1860’larda lağvedilince bu defa “Ben Ortodoks’um ama aynı zamanda Rum’um, Sırp’ım, Bulgar’ım” demeye başlandı. Yani kavmî bir kimlik kondu. Müslümanlara gelince, işin garibi şu ki Araplarda kavmî kimlik her zaman mevcuttu. Arap kendini Müslüman olarak bilir, Osmanlı tebaası olduğunu da şöyle böyle kabul eder; ama hiçbir zaman biz aynı siyasi toplumun parçasıyız diye hareket etmezdi. Aynı şekilde öteden beri kavmî kimliği çok güçlü olan Arnavutlar da, her ne kadar Osmanlı’ya sadık kalsalar da, ilk başlarda kendilerini Arnavut olarak görüyorlardı.
Kavmî kimliği bir yana atarak Müslüman kimliğini öne çıkaran sadece Türkler olmuştur. Bulgarların bir etnik kavmî geçmişi var. Sırpların da var, imparatorluk kurmuşlar, devlet kurmuşlar. Onlar daima bu hatıralarını öne sürebiliyorlar. Bizde ise toplumu bir arada tutan en güçlü kuvvet olduğu için İslam kimliği daima ağır bastı. Bu süreçte bir de dış dünyanın etkileri girdi ki bunların en önemlisi Fransa’dan gelen milli devlet fikridir. Esasen vatandaşlık üzerine kurulmuş bir siyasi yapının yeni bir kimlik alması da mukadderdir. Biliyorsunuz bizde Osmanlılık aslında 19. yüzyılda başladı. Ondan evvel, Osmanlı dediğimiz zaman hanedan, Osmanlı vatandaşı dediğimiz zaman da din, dil farkı gözetmeden bu ülkede yaşayan tüm insanlar anlaşılıyordu. 19. yüzyılda Osmanlı kimliği ortaya çıksa da bunun herhangi bir psikolojik çekici yönü yoktu. Vatandaşlık, nihayetinde bir pasaport, mürur tezkeresiydi; insanı içten bağlamıyordu. Bu yeni dönemde herkes kendini kavmî olarak görmeye başladı ve nihayetinde Bulgarlar, Sırplar vs. ayrıldı. Türklerin durumu çok güç burada. 19. yüzyılda milli devlet fikirleriyle Osmanlı idarecileri de devleti Türklerin kurduğunu ileri sürüyorlar. Mesela Cevdet Paşa gayet açık olarak “En asli unsur Türkler’dir” diye belirtiyor. 19. yüzyılın sonlarına doğru yazılan ders kitaplarında da aynı şeyi görürsünüz: Osmanlı Devleti’nde şu kavimler yaşar; bunların hepsi Müslüman’dır, kardeştir; ondan sonra Hıristiyan olarak şunlar vardır ama bunların hepsi Osmanlı tebaasıdır; Türkler önde gelir… Batıdan gelen milli devlet fikri, bir kavmin ismine doğru iniyor. Diğer taraftan devlet, kişi üzerine kurulduğu için kişi, bilincini ve kimliğini biraz da kavmî menşeine bağlı olarak ifade ediyor. I. Meşrutiyet bir dönüm noktası oluyor. Bu defa Hıristiyanlar arasında milliyetçilik alabildiğine yürüyor. Bulgarlar okullarında tarihlerini yazıyorlar, anlatıyorlar: İşte şunlar şunlar geldi, ondan sonra Türkler geldi -Osmanlı demiyor-, bu devletleri yıktılar, esir ettiler… Etnik kimliğe dayalı hareketler başka Müslümanlar arasında da gözüküyor. Bu süreçte Osmanlı Devleti’nin bilhassa Müslüman grubun kendi dilini konuşması meselesinde birtakım girişimleri var. Bunların en iyi misali Şemsettin Sami’dir. Biliyorsunuz Osmanlı ve Türk’tür Şemsettin Sami, diğer yanda da Arnavut’tur. En güzel Türkçe lügati yazıyor; ama aynı zamanda Arnavutların kullanacağı ve Rum harflerinden oluşan bir alfabe meydana getiriyor ve bunlar birbiriyle çatışmıyor.
 
Ama Arnavutlar, bir yerde dille ilgili taleplerine siyasi olarak müspet cevap veremediğimiz için koptular. Bu meseleyi nasıl izah edersiniz?
Bu alfabe ve dil meselesinde, bilhassa Müslümanlar arasında, milliyetçiliğin payı çok düşük. Çünkü mesele modernleşme, okuma-yazma. Bu halkı en süratli şekilde nasıl okuryazar hale getiririz?Onun anlayacağı, ona kolay gelecek bir alfabe yazmakla. Onun için Şemsettin Sami, bir bakıma Türkçü olduğu halde, fevkalade güzel şekilde bir Arnavut alfabesi yaratıyor. Maksadı Arnavutlara da okuma-yazma öğretmek. Burada önemli olan nokta, milli uyanış değil, modernleşme dediğimiz -ki bu eğitimdir- okuma-yazmayı kolaylaştıracak bir dil kurmak. Nitekim Sultan Abdülaziz zamanında İstanbul’a gelen Mirza Fatali -ki büyük bir âlimdir ve bilhassa İranlılar arasında büyük modernist olarak bilinir ama aslında Türk’tür kendisi- bizim dilimize daha yatkın bir alfabe olduğu düşüncesiyle Latin alfabesi fikrini öne sürüyor. Neden? Batıcı ya da Avrupalı olmak için değil. Bu alfabenin Türklere daha yakın, daha kolay geldiğini söylüyor. Ama bunlar mili değildi, medeniyet noktasından hareket etmişlerdi.
 
1878’dekiler milli değildi; ama 1909-1910’daki Arnavut taleplerini nasıl yorumluyorsunuz?
1909-1910’daki talepler milliydi. Neden millileşiyor? Çünkü orada 19. yüzyılda göçlerle gelmiş Türk olmayan Çerkez, Boşnak gibi grupların etkisiyle büyük bir karışım var. Bundan başka, ekonomik gelişmeler orada yeni bir elit ortaya çıkarıyor. Devlet de yeni bir bürokrasi yaratıyor. Bu bürokrasinin, bu elitin iletişim dili Türkçe oluyor. Ama milli manada değil, ihtiyaç olduğu için. Yazının yaygınlaşmasıyla dil kullanımı genişliyor. O zaman hâkim bir dile sahip çıkmak lazım, yani bir dili genelleştirmek lazım. Böylece okullarda, mahkemelerde dil olarak Türkçenin kullanımı yaygınlaşıyor. Nihayet burada yeni bir edebiyat doğuyor ki bu çok mühim. 19. yüzyılda yeni bir edebiyatın doğuşu, bu edebiyatın Türk diliyle ifade edilmesi ve bu edebiyat dilinin Türkçe halk diline yakın olması; bütün bunlar Türk mefhumunu ortaya çıkarıyor. Siyasi değil, kültürel bir mefhum olarak Türkçe yaygınlaşıyor. Tıpkı bugün İngilizcenin ticaret dili olduğu için dünyanın her tarafına yayılması ve kimsenin ses çıkarmaması gibi. Bir de devlet çevresinde kullanıldığı için bu dille özdeşleşen bir elit var ve bu elit kendine Türk diyor. Ama bunu derken kendini ırkî manada Türk hissetmiyor; eskisi gibi Türkçe konuşan Müslümanlığı ifade ediyor. Ama arada bir fark var: Devlet, bürokrasi gittikçe genişliyor, devletin genişlemesi sayesinde Türkçe de genelleşiyor ve adeta empoze edilmeye başlanıyor. Devlet bu defa merkezîleşme sayesinde köylere, kasabalara kadar uzanıyor ve orada Türkçe bilmeyen Arap, Arnavut vs. buluyor. Bir ara çift dil konuşuluyor. Bir Türk kimliği filizlenmesi de bu şekilde ortaya çıkmaya başlıyor. Yine edebiyat sayesinde toplum içinde de yeni bir kimlik doğuyor. Unutmayınız, 19. yüzyılda en güçlü eğitim aracı edebiyattır. İnsanlar okulda okuma-yazmayı öğrenir; ama fikirlerini, kimliklerini, kültürlerini kamu kaynaklarından alır, ki edebiyat bunlardan biri. Onun için ben şahsen bütün çalışmalarımda edebiyata birinci derecede önem veriyorum. Kısaca, burada planlanmadan, düşünülmeden kavmiyetçiliği öne çıkaracak gelişmeler oluyor. Vatandaşlık, kişi bilincini yaratıyor ve kişi bilinçlenince aynı zamanda etnik kökenini de araştırıyor. Merkezîleşme ile devlet her tarafa yayılıyor ve Türkçeyi kullanıyor. Bilhassa II. Abdülhamid döneminde modern matbuat yaratılıyor. Bunun ana dili de Türkçe. Kendi dili ne olursa olsun bir Ermeni de bir Arnavut da Türkçe okuyor. Çünkü ana haber kaynağı o. Bugün olduğu gibi, bir herkesin okuduğu merkezî gazeteler var, bir de taşra gazeteleri. Yani yerli haber için yerel gazeteleri, memleket haberleri için dili Türkçe olan genel gazeteleri okuyorlar. Bunların yanında bir de ekonomik ve sosyal kalkınma diye bir mesele var. Bakıyorsunuz tüm grupların (Rumlar, Yahudiler, Ermeniler) ekonomik düzeyleri çok yüksek. Gerek köylerinde gerek kasabalarındaki Bulgarlar da öyle. Araplarda İslam’la karışık bir Arap milliyetçiliği zaten öteden beri var. Bunlar arasında en perişan, en gelişmemiş kitle Türkmenler.
 
Türklüğü merkeze yerleştiriyorsunuz ama kavmî olarak Türk olanlar, sosyal planda en geride olanlar. Burada bir çelişki yok mu?
Çelişki tabii çok daha korkunç. En geride olanlar da Türkler, devleti ayakta tutmak için en büyük fedakarlığı yapanlar da. Askerlik de bunlarda. Mesela bu noktada pek anlatılmayan bir konu var: 1880-90’larda Ege ve Marmara bölgesinde büyük ıskat-ı cenin (çocuk düşürme) vakaları var. Bu çok acı ve kimse bunu ele almıyor. Kocaları askerliğe alınmış ve senelerdir dönmemiş Türk kadınlar çocuk düşürüyorlar. Sebep ne? Fakirlik. Öyle bir şey ki, Osmanlı’nın bu devresinde sözde hâkim olan grup Türkler; ama en geri kalmış, en zavallı durumdalar. O zaman, bir sosyal mecburiyet olarak bu grubu kalkındırmak düşüncesi ortaya çıkıyor. Burada Türk milliyetçiliği dediğimiz gelişme, sosyoekonomik bir cephe alarak muazzam şekilde güçleniyor ve ideolojik bir hale geliyor. Bu konuda Yahudi bir Türk milliyetçisi olan Mois Kohen’in yazdığı bir kitap var. “En fakir, en geri kalmış Türklerdir. Bütün milletlerin liderleri, entelektüelleri, zenginleri var; bir Türklerin yok. Türklerin kalkınması, ilerlemesi gerekiyor.” diyor. Adeta Türk milliyetçiliğini savunuyor. Beklenmedik bir şekilde kavmî bir Türk kimliği ortaya çıkıyor. Ama bu kavmî kimlik yine de ırkî değil,kültürel ve ekonomik.
 
İttihat ve Terakki bunun üzerinden mi yükselmeye başladı?
Evet. İttihat ve Terakki’nin yabancı düşmanlığı, Rum aleyhtarı vs. olduğu için değil, bu halk ezildiği içindir. Bu yüzden İttihat ve Terakki’nin milliyetçi politikası, gerçek manada ekonomik alanda tezahür ediyor. Yeni bir Müslüman orta sınıfı yaratmak için çabalar sarf ediyor. Velhasıl Türk milliyetçiliği bu şekilde ortaya çıkıyor, ama ırkî olmadan.
 
Bu oluşuma karşı Arnavutları alalım. Arnavutlarda nasıl şekilleniyor milli bilinç? Siz Arnavutların başlangıçtaki beklentisinin kültürel olduğunu, sonrasında siyasi bir görünüme, kavmiyetçiliğe dönüştüğünü belirttiniz. Biraz açar mısınız?
Kavmî bilinci en güçlü olanlar, Arnavutlardı. Kendi dillerini kullanmak ve bazı kalkınma girişimlerinde bulunmak gibi düşünceleri vardı. Bunu yapmak için bir dereceye kadar otonomi de istiyorlardı. Ama isyana kadar gitmemişlerdi henüz. İttihat ve Terakki dönemindeki politikalar isyana sebep oldu. İttihat ve Terakkicilerin ilk bir buçuk senesinde gerçek manada kavmî siyasetleri vardı. Dil üzerinden Türkçeyi empoze etmeleri en açık asimilasyon hareketiydi ve buna tepki gelmesi de gayet doğaldı. Bunu Cumhuriyet de yaptı. Ama Cumhuriyet devrine gelindiğinde buna bir de laiklik eklendi. “Bu toplumu geri bırakan, Avrupa’yı reddeden güç İslam’dır, o halde İslam’ı -kaldırmayacağız ama- zararsız bir hale getireceğiz; onun yerine yeni bir ideoloji koyacağız” denildi. Bu yeni ideoloji, kökeni Orta Asya’da olan Türk milliyetçiliğiydi, yani bir ırk milliyetçiliğiydi. Ama bu, Türkiye’nin geçmişine de gerçeklerine de taban tabana zıttı ve bugün mücadele ettiğimiz bir sürü sorunu bu çok yanlış “ırkçı milliyetçi” anlayış doğurdu. Aslına bakarsanız milliyetçi olunmasında zarar yok; milliyetçilik bir memleketi kalkındırmak, bir halkı eğitmek olarak düşünülürse iyi bir şey. Ama ırkçılığa dayandırılırsa o zaman menfi olur. Bu neden oldu? Demokrasinin yokluğundan. Eğer Milli Mücadele döneminde, 1923’e kadar olan Cumhuriyet’in ilk döneminde ileri sürülen fikirler, Meclis’teki tartışmalar göz önünde tutulsaydı ve ona göre bu toplumun geçmişine, kimliğine, kültürüne uygun bir siyaset güdülmüş olsaydı bugün karşılaştığımız birçok sorun yaşanmayacaktı. Tek parti rejimiyle yukarıdan belirli fikirler ve kimlikler empoze edildi. Buna karşı Kürt de isyan etti, Türk de. Türk neden isyan etti? Çünkü onun değerlerine, alışmış olduğu cemiyet görüşüne aykırı bir şeydi bu; bir küçük elitin kararına dayanan, zorla gerçekleştirilen bir siyasetti. Türkiye demokrasi sayesinde bütün bu büyük hataları nispeten az zararla atlattı. Bunlar Türkiye’yi çökertebilirdi, ama böyle olmadı. Çünkü halk temelde özünü, kültürünü muhafaza etti; iç dinamikleriyle, iç bağlılıklarıyla eski halini devam ettirdi. Siyasi rejim değişti, fakat toplum devam etti. Türkiye’yi kurtaran da bu oldu. Bu toplum hâlâ çok güçlü; kimliğiyle, özüyle Türk. Ama bu, ırkla alakası olmayan kendine mahsus bir Türklük. Hatta o kadar ki, Kürt halkının büyük bir kısmı da kimliği bizim anladığımız manada anlıyor. Çünkü Kürtlerin liderlerinin de yapmak istedikleri, Cumhuriyet’in ilk devrinde yapılmak istenilenlerin aynısı: Zorla bir Kürt milleti yaratmak. Ama Kürt halkının büyük bir kısmı bunu kabul etmiyor. “Eskiden nasılsam bugün de aynı şekilde Kürt kalmak istiyorum” diyor, ki kendi dilini konuşmaya, kendi âdetlerini muhafaza etmeye hakkı var. Kürt halkı, bizim Türk dediğimiz halka benzer şekilde bugün bir sürü sorunlarla karşılaşıyor. Bunu fazla işitmiyoruz; çünkü gazetelerde, televizyonlarda DTP, PKK ve Öcalan var. Kürt halkı, kendisini temsil edecek bir parti istiyor ve bu partiyi memleketinin koşullarına göre ve diğer partilerle müşterek çalışarak elde etmeyi arzu ediyor. Yoksa dağa çıkıp tankla tüfekle, ovaya inip kahramanca bir millet yaratmak istemiyor, ki bu çok olumlu. Bence son günlerde olup bitenler önemli. Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliğini karşılaştırarak, yanlış yoldan giden bu iki milliyetçiliğin hatalarını düzeltme imkanı da doğabilir.
 
Bir konuşmanızda “devlet-millet ikiliği”nin geçen zaman içerisinde azalmasından ve “devlet-millet bütünlüğü”nün artmasından mutluluk duyduğunuzu beyan ettiniz. Ne demek istediniz?
Bildiğiniz gibi Türkiye’yi, kendi kendini seçmiş, belirli bir felsefeyi kabul etmiş feci bir grup idare etti. Bu grup idare ettiği kitlenin kültüründen kopuktu. Fecaat, bu yabancılaşmada. Türkiye’nin idarecileri, apoletli subayları vs. vatan millet diyerek ülkeyi savunuyorlar; ama bunların bildiğimiz Türk’le hiç alakası yok. Aileleri geleneksel hayat sürerken, bunlar bir elitler kültürüne girmiş, o sayede mevki sahibi olmuş. Askerler o elit kültürü kabul ettikleri için kendilerinin hâkim olmalarını, emir vermelerini adeta doğuştan gelen bir hak olarak kabul ediyorlar. Bu ayrımı anlamadan sonrasında ne olduğunu anlayamazsınız. Peki, ne oldu? Nihayet politik sistem, demokrasi yavaş yavaş halk içinden çıkan kimseleri devlet mevkilerine, bürokrasiye sokmaya başladı. Eskiden de böyleydi ama devlet bürokrasisine giren kimselerin sayısı ve felsefesi farklıydı. Şimdi girenlerin sayısı da fazla, felsefeleri de halkçı; bunlar kendilerini halktan görüyorlar. Eski elit gücünü kaybediyor. İşte burada bir yakınlaşma var, devlet ile millet birbirinin aynısı oluyor. Bir demokraside, modern bir milli cemiyette bunun böyle olması da lazım. İdareci ile idare edilenin aynı dili konuşmaları, aynı kültürü paylaşmaları, aynı nefesi alıp vermeleri gerekir.
 
Türkiye’de bu kaynaşma nispeten çok partili hayata geçişle birlikte meydana geldi. Yani bu değişim tek partili dönem bitip demokrasi dönemi başlayınca gerçekleşebildi.
Bizim kültürün iyi tarafı, bir cemaat ruhunun olması. Ancak cemaat lafını ağzına almak bile adeta günah sayılır. Türkiye, toplum olarak esasen cemaat üzerine kuruldu. Biz cemaatçiyiz. Bu cemaat, yalnız dinî bir cemaat değil, çok geniş anlamda bir cemaat.
 
Cemaat derken “ferdiyetçi bir toplum”un zıttı bir yapıdan mı bahsediyorsunuz?
Şimdi bizde iki çeşit ferdiyetçi mücadele var. Birincisi, Batılı anlamda ferdiyetçi olmak istiyoruz; müstakil düşünen, müstakil karar veren, müstakil hareket eden. İkincisi de cemaatten kopmak istiyoruz. Oysa her şeyimiz, dünya görüşümüz, arkadaşlık, aile, vatan vs. hepsi cemaat kültürünün bir ürünü. Bu uzun yıllar din ağırlığıyla işledi, bu kültürü din verdi. Bu cemaat o kadar güçlü, o kadar bağlayıcı ki, sosyolojik ve psikolojik ne varsa hepsini içine alıyor ve o üst tabakayı kuruyor. Sana kumanda eden o asker de bir yerde apoletlerini çıkarınca senin gibi insan oluyor. İşin ilginç tarafı bu. Bizi bu cemaat ruhu kurtarıyor.

Paylaş Tavsiye Et
Söyleşiyorum
DİĞER YAZILAR